subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VIII                                                                    Sabri Tandoğan

 

İsraf Üzerine


Senelerce, senelerce evveldi. Bir yaz tatilinde İsveç’e gitmiştim. Stokholm’de bir otelde kalıyordum. Sabahleyin tıraş olmak için lavaboya gittim. Aynanın kenarında bir not vardı. “Lütfen” diyordu, “traş olduktan sonra jiletinizi çöpe atmayınız. Yanda bir kutu var, makinenizden çıkardığınız jileti oraya koyunuz”. Ve bir de teşekkür cümlesi: “İsveç çelik sanayiine yaptığınız olumlu katkıdan dolayı çok teşekkür ederiz.”


Aradan yıllar geçti bu olayı unutamadım. Hepimiz biliriz, çelik sanayii deyince akla İsveç çelik sanayii gelir. Volvo arabaları İsveç çeliğinden yapıldığı için günümüzde de en çok tutulan markalardan biridir. Çelikte bu kadar ileri giden bir ülkenin bir tek jiletten bile istifade etmek istemesi beni yıllardır düşündürür. Bazen ürpertir. Ya Rabbi, bu hayata karşı, varoluşa karşı duyulan ne muhteşem bir saygıydı. Hep Yunus’un mısraını düşünürüm:


“Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.”


Madem ki her zerreden zikreden Allah’tır, madem ki her zerrede Allah’ın ayrı bir tecellisi vardır… Bir yakınım yıllarca önce hukuk doktorası yapmak için İsviçre’ye gitmişti. Ondan dinlemiştim. İsviçre’de belli zamanlarda radyolarla, televizyonlarla ilânlar veriliyor. “Falanca gün” diyorlar, “evde okumadığınız, ilgilenmediğiniz ne kadar kitap, dergi, gazete varsa, velev ki bir ilâç kutusundaki prospektüs dahi olsa lütfen kapının önüne koyun. Bu şekilde daha fazla ağaç kesimine engel olabilirsiniz. Yardımlarınızdan dolayı çok teşekkür ediyoruz.”


Bu olayı da yıllardır unutamadım. Bugün dünyanın en zengin, en varlıklı ülkelerinden biri olan İsviçre’de minicik bir prospektüs dahi değerlendiriliyordu. Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Fransa’ya gitmiştim. Paris’te Şanzelize Caddesi’nde bir restoranda yemek yiyordum. Yanımdaki masaya yaşlı bir zat oturdu. Garsonlar o kadar çok ilgi gösterdiler ki merak ettim. Bir garsona sordum. Kim bu zat dedim. “Efendim”, dediler “bu zat Fransa’nın en zengin adamı.” Oturduktan sonra bir garson geldi. Ne istediğini sordu. “Ekmek ve ıspanak” dedi. Biraz sonra içinde ıspanak olan bir tabakla, üç ince dilim ekmek olan başka bir tabak geldi. Bir dilim ekmekle ıspanağı yedi. Garsonu çağırdı, “Hesap rica ediyorum” dedi. Sonra içinde iki ince dilim ekmek bulunan tabağı göstererek; “Lütfen paket yapar mısınız?” dedi. Düşünün Fransa’nın en zengin adamı iki ince dilim ekmeğini tabakta bırakmıyor, paket yapılmasını istiyordu. Hepimiz zaman zaman gazetelerde çıkan ekmek israfına ait yazılar okuyoruz. Gösterilen rakamlar bazen çılgınca boyutlara ulaşıyor. Aman Yarabbi diyorum. Bu gidiş nereye?


Yıllarca önce Berlin’deyim. Güzel bir yaz gecesi. Berlin’in ana caddesinde vitrinlere bakarak geziyorum. Gerçekten olağanüstü güzel mağazalar ve onların muhteşem vitrinleri. Birden vitrinin ışıkları söndü. Rahmetli eşime döndüm: “Bak hanım”, dedim, “burada da ışıklar âniden sönüveriyor”. Oradan geçmekte olan bir işçi kardeşimiz bana döndü ve: “Hayır, efendim” dedi, “ışıklar sönmedi. Dokuz buçuk oldu, vitrinin ışıkları otomatik olarak karardı. Dokuz buçuk olunca burada âdet böyle. Vitrinler kararıyor. Sokakta olanlar evlerine çekiliyor. Akşam saat ondan sonra en ufak tıkırtı yapmak yasak. Bir kimsenin komşusu gece saat ondan sonra tıkırtı ederse çok ağır ceza görüyor. Cezanın gerekçesi, Alman ekonomisinin zarar görmesi. Akşam onla sabah altı arasında mutlak bir sessizlik egemen. Bir kimse tıkırtı yüzünden uyuyamazsa, ertesi günü onun iş verimi düşer, bu da gürültü yapanın ağır tecziyesini gerektirir” dedi. Bugün batı hayranı geçinen birçok kimse bu gerçeklerden habersiz. Batıda moda olan herhangi bir uygunsuz durum, hemen Türkiye’de kabul görüyor. Biraz da iyi, güzel taraflarını alsak ya. Batıda herhangi bir tren istasyonuna gidiyorsunuz. Her istasyonda bir tarife asılı. İnanılır gibi değil. Tren gara onikiyi bir geçe girecek deniyor. Gerçekten tam o anda tren garda oluyor. Bizde Ankara İstanbul arasındaki trenlerde birçok defalar gidip geldim, gördüğüm şu oldu: Hiçbirinin ne geliş saati, ne gidiş saati birbirini tutmuyordu.


Bizde belediyeler tarafından toplanan çöpler bir sıkıntı ve ıstırap konusu. Halbuki batıda o çöpler değerlendiriliyor, sanayide kullanılan çeşitli asitler elde ediliyor.


Bana öyle geliyor ki, bu israf ve tasarruf meselesine çok daha geniş açılardan bakmak gerekiyor. Bu bir hayata karşı takınılan tavır. Çocukluğumdan beri işitirim, “batıda meyveler tane ile alınıyor” diye. Ne iyi ediyorlar. İhtiyaçları kadar alıyorlar. Ne eksik, ne fazla. Bizde olduğu gibi, gereğinden çok alıp sonra çöpe dökmek onlarda yok. Bizde atılan sadece ekmek değil ki. Sebzeler, meyveler, etler, balıklar, yemekler, her şey atılıyor. Bir gün bir lokantada yemek yiyordum. Önümdeki pilâv tabağında beş altı pirinç kalmıştı. İtinayla onları kaşığıma alıyor, yiyordum. Karşı masada dört beş genç yemek yiyordu. Birisi bana döndü, “efendim, siz imam mısınız?” dedi. Neden sorduğunu anlamıştım. Onu konuşturmak istedim. “Niye sordunuz?” dedim. Anlattılar. “Güzel yavrum,” dedim. “Adam gibi pilâv yemek için ille hacı hoca mı olmak lâzım?” ve onlara bir hatıramı anlattım. Beş yaşında bir çocuktum. Bir kış günü sobanın kenarında oturmuş kitap okuyordum. Rahmetli babaannem, pirinç ayıklıyordu. Bir ara tepsiden bir pirinç tanesi yere düştü. Rahmetli babaannem, tepsiyi bıraktı, o düşen pirinç tanesini aramaya başladı. Dakikalar geçiyor, babaannem aramaya devam ediyordu. Bir ara dayanamadım. “Aman babaanne”, dedim “bir pirinç için bu kadar eğilmene, aramana ne lüzum var? Yazık değil mi canına?” Her zaman sakin ve mütebessim olan babaannemin birden ifadesi değişti. Kaşları çatıldı. “Yavrum”, dedi “sen hiç pirinç yetiştirilirken gördün mü? Bazı kimseler o pirinci üretirken sağlıklarını kaybediyorlar. Sakat kalıyorlar. Istırap içinde yaşıyorlar. Sen burada sıcak sobanın yanında keyif içinde kitabını okuyorsun. Lütfen bir daha böyle bilmeden konuşma. Ben gerekirse o bir pirinci bulmak için saatlerce arayabilirim.” Utandım, mahcup oldum, kulaklarıma kadar kızardım. Aradan yetmiş yıl geçti. Hâlâ o mahcubiyetimi bugün gibi hatırlarım. O gün bu gün hangi mekânda kimlerle yemek yersem yiyeyim, tabağımda bir tek pirinç tanesi bırakmam.


Rahmetli eşim Rânâ Hanımla kırk dört yıl evli kaldık. O mübârek kadın, bu kırk dört yıl içinde ne bir tabak, ne bir bardak, ne bir fincan kırmadı. Evlenirken aldığımız her şey mutfakta bugün de mevcut. Öyle hanımlar görüyorum ki, her ay Paşabahçe’ye gidiyorlar, tabaklarını, bardaklarını, fincanlarını yeniden alıyorlar. Ertesi ay yeniden. Sebep; dikkatsizlik. Rahmetli eşim, hayatında bir kere Besmele çekmeden bir tabağı, bir bardağı tutmadı. O inanılmaz edebi, saygısı, inceliğiyle onları Besmele ile yıkar, yerlerine Besmeleyle kaldırırdı. Kırk dört yıl içinde bana bir kere abdest almadan çorba pişirmedi. Burada bütün mesele, hayata karşı takınılan tavır. Öyle kimseler görüyorum ki, akşam yağmurlu bir günden sonra eve geliyorlar. Haliyle ayakkabıları ıslanıyor, çamurlanıyor. Onları bir kenara koyup öylece bırakıyorlar. Bir süre sonra çamurlar kuruyor ve ayakkabının derisini sıkıyor. Deri çatlıyor. Kısa bir süre önce alınan ayakkabı, çöpe atılıyor. Oysa o ayakkabıyı temizlemek, silmek, fırçalamak, boyamak varken, bir ihmal ayakkabının atılmasına neden oluyor. Bu misâlleri alabildiğine çoğaltabiliriz. Netice ne mi oluyor? İşte mahkemeye verilen yüz binlerce kart borçluları. Ve bundan dolayı intihar etmek için İstanbul Köprüsü’ne gidenler, bozulan bütçeler, yıkılan aile yuvaları ve dağlar gibi biriken dış borçlar. Ve birtakım devletlerin alacaklarına güvenerek üzerimizde hâkimiyet kurmak istemeleri. Nasıl da olaylar zincirleme birbirine bağlı. Evet efendim, her şey birbirine bağlı. Sonradan Müslüman olan Profesör Eva Hanım; “Bir kimse”, diyor “çay bardağına koyduğu şekeri karıştırırken çıkan ses, aynı anda uzayın bütün hücrelerinde duyulur.” Bunu okuduğum zaman öyle heyecanlandım ki, ürperdim. Hayatta her şey birbirine o kadar yakından bağlı ki, mutfaktan ayrılırken elektriği söndürmeyi ihmal edenler, musluğu kapatmayarak gereksiz yere su akıtanlar, bir süre sonra fert olarak, aile olarak ve toplum olarak bunun faturasını ödemek zorunda kalacaklar. Ağaç yaş iken eğilir. Tasarruf terbiyesi çok küçük yaştan itibaren verilmezse sonra yapılacak fazla bir şey yoktur. Aile, okul, toplumdaki müesseseler, gazetesiyle, televizyonuyla, radyosuyla, sinemasıyla, tiyatrosuyla el ele vermeli, tasarruf terbiyesini çok küçük yaştan itibaren çocuklara vermeye çalışmalıdır. Hepimiz mes’ulüz. Hiçbirimizin bana ne demek lüksü yok. Rahmetli Mehmet Akif;



“Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır”


diyordu. Allah cümlemize bu sorumluluklarımızı hissetmeyi nasip etsin…

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]