subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Sayın Sabri Tandoğan ile Söyleşi

Efendim,


Siz çok sevgili büyüğümüze ve bütün dostlara sonsuz esenlikler ve güzellikler dilekleriyle bir kez daha gönül dolusu selâmlar, sevgiler, saygılar...


Efendim, bugün, birçok insan için umut kaynağı ve örnek bir şahsiyet olan siz çok değerli büyüğümüzü biraz daha yakından tanıyabilmek, dünyanızdan kesitler sunarak ışığınızdan daha fazlasını alabilmek üzere bir sohbetinizi sunmak istedik, inşallah okuyanların da bu satırlardan yudum yudum birçok güzelliklere ulaşabilmesi dilekleriyle...


Bizlere kattığınız bütün güzellikler için, yedi milyar insana ayrım yapmadan sevgi yumağı bir baba olarak davrandığınız için siz çok değerli büyüğümüze bir kez daha sonsuz teşekkürler ediyor, dünyanın bütün çiçeklerinden bir buketle birlikte sevgilerimizi ve hürmetlerimizi sunuyoruz...


Hepinize hayırlı günler dileğiyle efendim, Hoşçakalın...


Çiğdem Seçkin Gürel


 


Bir Örnek Yaşantı, Bir Örnek İnsan: SABRİ TANDOĞAN


– Efendim, siz çocukluğundan itibaren her dakikasının hakkını vererek yaşamış ender kimselerden birisisiniz. Yaşama sanatının en güzel bir ustasısınız. Bunu sizin çeşitli zamanlardaki sohbetlerinizden ve yazılarınızdan öğreniyoruz. Biz de bugün sizin bu çok özel yaşanmış hayatınızdan kesitler sunmak istedik örnek olması düşüncesiyle.


Bunun için müsaadenizle çocukluk, hatta bebeklik yıllarınızla başlayabilir miyiz? O günlere ait ilk hatırladıklarınız nelerdir?


Bir buçuk yaşımdan itibaren olayları hatırlarım. Meselâ Ermenek’e gelmiştik, o yolculuk hatırımdadır. Yine hatırlıyorum, beni uykuya yatırırlardı ama ben uyumazdım. Ampule bakardım. Gözüme ışıklar akardı. Bayılırdım o çizgi çizgi ışıklara. Uyumaz, hayran hayran onları seyrederdim.


– Çocukken de mi az uyurdunuz?


Evet.


– Rahmetli Sabiha Anne sizin doğduğunuz zamanlarla ilgili özel olarak neleri hatırlar, anlatırdı?


Ben doğmuşum. Annem rüyasında benim göbeğimden bir ağaç çıktığını görmüş. O ağaç büyüyerek bütün dünyayı kaplamış. Ben anne sütü almamışım bebekken. Onun yerine bana fosfatin falyer adlı bir mama yedirmişler. Bir gün annem eczaneye gitmiş mama almak için. Parası bütünmüş. Adam “sonra ödersiniz” deyip mamayı vermiş. Annem eve gelmiş, bana o mamadan pişirmiş. Çok aç olmama rağmen yememişim. Annem şaşırmış, bunda bir hikmet var diye düşünmüş. Sonra adamın parasını götürmeyi unuttuğunu hatırlamış ve sabahleyin hemen götürmüş. Sonra gelmiş, bu sefer mamayı almışım. Bunun izahı mümkün değil tabi. Belki ben o zaman mamadan yeseydim, annem parayı vermeyi tamamen unutacaktı.


– Okuma aşkınız ne zaman başladı?


Henüz üç buçuk yaşındaydım. Nasıl oldu bilmiyorum, okuma yazma öğrenmek istedim. Alt katta bir komşumuz vardı. Üç öğretmen kızı vardı: Şöhret Abla, Sebahat Abla, Münire Abla... Onlar her sabah okula gitmeden önce gider “Bana okuma yazma öğretin.” derdim. Bir iki, baktılar olacak gibi değil, sonunda öğrettiler. Bir haftada öğrendim.


– Okul hayatınızda arkadaşlıklarınız nasıldı? İyi arkadaşlarınız var mıydı?


Ben herkesle iyi geçinirdim. Ama seçilmiş bir yalnızlığım vardı. Baktım hayatın gidişine, insanlara, yalnızlık bana güzel göründü. Evimizin terasında benim bir çadırım vardı. Yazları orada yaşardım. Yemeğim çadırın önüne bırakılırdı. Uzun uzun düşüncelere dalardım.


- Tefekkür ederdiniz yani?


Evet. Düşünürdüm: Niçin yaşıyoruz, neden dünyaya geldik, yaşamamızın gayesi nedir? Sürekli düşünürdüm... Ama öğlene kadar da çocuklarla çılgınca top koşturmuş olurdum. Öğlene kadar çocuklarlaydım, öğleden sonra kendimle yani... Öğlene kadar çocukluk, öğleden sonra ihtiyarlık... Şimdi Türkçe’de münzevi diyorlar. Öyle tek tip değildim.


– Bu çadır fikri de nereden çıkmıştı, kim öğütledi?


Hiç kimse. O yaştaki çocuğa kim ne der?


– Peki anne babalar çocuklarını tefekküre yönlendirmeli mi o yaşlarda?


Bu zorla olmaz. Ama çocuk güzel sorularla düşünmeye teşvik edilebilir. Meselâ ağaç nedir, aklına nasıl birisi geliyor iyi insan denilince gibi sorular ona sorulabilir.


– Anneniz çalıştığı için size babaanneniz bakmış. Ondan çok şey öğrendiğinizi söylüyorsunuz hep. Nasıl bir kimseydi babaanneniz?


Babaannem yirmibeş yaşında iken en büyüğü onüç yaşında olan, biri de karnında beş çocukla dul kalmış bir hanımdı. Uzun boylu ve heybetli idi. Dedem vefat edince nakış yapmaya başlamış babaannem. En büyük oğlu olan babam da Ermenek’ten ceviz alır, at sırtında Anamur’a, Mut’a götürür satar, oradan da Ermenek’te para edecek mallar alır, getirirmiş. Bir kış günü, at sırtında giderken gece olmuş. Kar bastırmış. Babam Toroslarda yüksek dağ geçitleri olan yollardan geçerken iyice korkmaya başlamış, titriyormuş. O arada bir yaşlı adam belirmiş, yaklaşmış. “Yavrum,” demiş, “hiç korkma. Şimdi gözlerini kapat. Kendini sabaha Anamur’da bulacaksın.” Sonra birden gözden kaybolmuş. Babam dediklerini aynen yapmış adamın, sabah gözlerini açtığında at sırtında Anamur’a giriyorlarmış. Hızır Aleyhisselam’mış o gece yanına gelen kimse.


Babaannem bütün çocuklarını okutmuş, yetiştirmişti. En son da beni yetiştirdi. Bana göre veli bir hanımdı. Bana hâl diliyle örnek oldu. Hiçbir zaman bunu neden böyle yaptın demedi. Bir gün akşama misafir gelecekti. Babaannem arabaşı çorbası pişirmişti. Tencereyi sobanın yanına getirdi. Ben de içerde o zamanların plonjonları ile meşhur kalecisi Cihat Arman’ı taklit etmeye çalışıyorum. Topa atlayıp yakalayım derken, ayağım çorba tenceresine takıldı. Bütün halı çorba oldu. Orada dondum, kaldım. Kımıldayamıyordum. Babaannem hiçbir şey demedi. Önce halıyı bir güzel temizledi. Sonra giyindi, çıktı, yeniden malzeme almış, geldi. Çorbayı yeniden pişirdi.


Misafirlere çeşit çeşit yemekler yapar ama kendi ekmek ceviz yerdi. Bir gün sordum, “Babaanne,” dedim, “evde bir sürü yemek var, niye ekmek ceviz yiyorsun?” “Yavrum,” dedi, “ben bunu sana anlatamam ki.” Sonra anladım ki, babaannem riyazet yapıyordu. Yere düşürdüğü bir tek pirinç tanesini bile mutlaka arar bulurdu. Bir gün yine böyle düşürdüğü bir pirinç tanesini ararken “Amaan babaanne,” dedim, “niye bir pirinç tanesi için kendini bu kadar yoruyorsun?” O güne kadar beni hep seven, okşayan babaannem birden sertleşti, “Ooo, küçük beyimiz sobanın yanında oturmuş ahkâm kesiyor. Sen hiç pirinç üretilirken gördün mü, ne kadar zorluk çekiyorlar haberin var mı?” dedi. O kadar utanmıştım ki. Yıllar sonra “Acı Pirinç” filmini seyredince, pirinç işçilerinin çilesine tanık olunca babaannemi daha iyi anladım.


Onun birçok sözleri hâlâ hatırımdadır:


“Allah, kara gecede kara taşın üstündeki kara karıncanın bile rızkını düşünür.”


“Kış kışlığını, puşt puştluğunu yapar.”


“İt tekkeyi (takkeyi) ne yapacak, dingilderken düşürür.”


“Yağ yiyen köpek, tüyünden belli olur.”


“O kırk puşttan kırk muşta yemiş.” (hayat tecrübesi çok olan kimseler için)


“Bir elin âsâ, bir elin kese olsun.” (kızdığı kimselere)


“Kuyruğu tava sapına dönmüş” (bir işten çok keyif almış kimseler için)



Babaannem, anneme çok büyük saygı gösterirdi. O içeri girince oturduğu yerden ayağa kalkar, “Buyur, Sebihanım” derdi. Annem de babaannemi çok sever, “Anneciğim, lütfen rahatsız olmayın, ben siz ayağa kalkınca çok rahatsız oluyorum” derdi. Babaannem, “Ah yavrum, ben gelinime ayağa kalkmayacağım da kime kalkacağım” diye cevap verirdi. Annem, babaannem için “O benim annem” derdi. Annem kendi annesini altı yaşında, ablalarını yedi yaşında kaybetmişti.


Ben, ne annemle babaannem arasında, ne de kendi eşimle annem arasında gelin-kaynana kavgasına şahit olmadım, çok şükür.


– Efendim, sizin ilk öğretmenleriniz babaanneniz ve anneniz olmuş, hâl diliyle örnek olmuşlar size. Peki ilkokula başladığınızda neler hissettiniz? Aradıklarınızı bulabildini z mi okulda?


Hayır. Çünkü ben ilkokula başladığımda bir kitaplık dolusu kitap okumuştum. Öğretmen tahtaya harfleri yazdı. Ben gülmeye başladım. Hoca, “Madem öyle, gel bu kitabı oku bakalım” dedi. Meğer o aralar Shakespeare’in “Venedik Taciri” adlı eserini okuyormuş. Başladım okumaya. Hoca şaşırdı, “anlaşıldı,” dedi, “biz ders yaparken sen şöyle otur, istediğini oku. Bu kitabı tiyatro sanatkârları bile bu kadar akıcı okuyamazlar” dedi. O zamanlar sınıf atlama yoktu, mevzuat uygun değildi.


Okul hayatım hep bu şekilde devam etti. Bir gün lisede sömestr tatiline girmeden, hoca, “Tatilde Fransız İhtilâlini kitaptan çalışın gelin, dönüşte anlattıracağım” dedi. Ben gittim, Albert Sorel’in üç ciltlik “Fransız İhtilâli” adlı eserini aldım, okudum. Sömestr tatili bitti. Hoca derste sordu, kimler hazırlandı diye. Herkes başını önüne eğdi. Ben el kaldırdım. Tahtaya çağırdı. “Fransız İhtilâline geçmeden önce” dedim, “bu ihtilâli hazırlayan sosyal, siyasal ve ekonomik sebeplere bir göz atalım.” Bunu duyunca hoca şaşırdı. Laz Hayri derlerdi, çok iri bir adamdı. Sınıfa önce göbeği, biraz sonra da kendisi girerdi. “Yavrum” dedi, kürsüyü gösterdi, “ayakta kalma, gel buradan anlat, senin yerin burası.” Tam dört saat konuyu anlattım. O zaman daha lise ikideydim. Hukuk Fakültesinde de durum değişmedi. Genel sınavlar yapılırdı, tek tek sözlü sınav için jüri önüne çıkılırdı. Herkes salonun dışında elinde kâğıtlarla telâş içinde ezber yaparken, ben cebimden şiirler çıkartır, onları okurdum.


– Henüz ilkokuldayken bile arkadaşlarınızın dertlerine çare arar mışsınız?


Evet, meselâ gelirlerdi, “babam çok dövüyor, ne yapayım?” derlerdi. Dertlerini anlatırlardı. Ben de onlara ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini anlatırdım.


– Çocuk yaşlarda olmanıza rağmen bu nasıl oluyordu?


Çok küçük yaşlardan itibaren çok iyi bir gözlemciydim. Annem beni alır misafirliğe götürür, bir sandalyeye oturturdu. Onlar sohbet ederken, ben oradan bütün hanımları etüd ederdim: “Bu hanımın mutfağı nasıldır, evi temiz midir, güzel yemek yapar mı, kocasıyla ilişkileri nasıldır...” Tabi bunları kimseye anlatmazdım... Bu bir ömür boyu devam etti.


Beş yaşındaydım. Arkadaşlarla sokakta oynuyorduk. Komşumuzun kızına görücü gelecekti. Yanımızdan geçtiler, eve girdiler. Damat adayını hiç gözüm tutmadı. Bakışları hoşuma gitmemişti, bir tuhaftı. Görücü gelen kızın annesi, kocasına “Bey, bir de komşunun oğlu Sabri’ye sorsaydık, damat adayı hakkında ne düşünür diye” demiş. Adam da “Kafamı kızdırma hanım, kız verirken elin beş yaşındaki çocuğuna mı danışacağız” diye kadını azarlamış. Annemle akşam konuştuk. “Anneciğim,” dedim, “o evlilikten hayır gelmez. Çünkü o adam sapık.” Hakikaten de kız altı ay sonra adamdan boşandı, sapık diye. İşte şimdi bunu akılla izah etmeye kalksanız, akıl orada durur.


Yeni evliydik. Bir gün eve geldim, Rânâ’nın arkadaşları vardı salonda. Kısa bir süre salona bir şey almak için girip çıkmam gerekmişti. Sonra akşam Rânâ sordu, “Nasıl buldun arkadaşlarımı?” dedi. “Hangisini?” dedim. “Meselâ köşede oturan” deyince, ona tam üç saat o hanımı anlattım. Rânâ şaşırdı, “Önceden onunla bir tanışıklığın mı vardı yoksa” diye sordu. Oysa o hanımı sadece bir kez görmüştüm, o içeri giriş çıkış sırasında. Halen de ilk gördüğüm insanı hemen tahlile başlarım.


– Bir de çok yardımsevermişsiniz çocukken?


Ha, evet. Mahallemizde Karyağdı Türbesi’nin yanına belediye hurda bir otobüs bırakmıştı. Orayı ispirtocular ikametgâh yapmışlar. Ben harçlığımla onlara simit alır götürürdüm. Bir gün baktım birisi üşütmüş. O günlerde daha okula gitmiyorum. Yakında da sünnet olacağım. Annem bana çok özel bir Avrupa kumaşından yorgan diktirmişti, o benim üzerime örtülecek. Çok güzel pembe bir yorgan. Daha onun kumaşı kadar güzel bir kumaş hiç görmedim. Hemen eve geldim, yorganı kaptığım gibi ispirtocuya götürdüm. Üstünü örttüm. Sonra harçlığımdan aspirin aldım, adama içirdim. Posta Caddesi’nde Başkent Eczanesi vardı o zaman. Adam sonra iyileşmişti. O akşam evde olanları bir bir anneme anlattım. Annem bana baktı, “Aferin yavrum” dedi. Eğildi, beni alnımdan öptü. “Çok iyi etmişsin. Yalnız, bu yorgan işini baban duymasın. Evde olay çıkar. Biz gidelim, başka bir yorgan yaptıralım” dedi.


Bir gün de geldim baktım, mahallenin çocukları toplanmışlar, aralarında para toplamışlar, o ispirtocuya “Eğer bize biraz oynarsan bu paraları sana veririz” demişler. Etrafını çevirmişler. Adamcağız hem oynuyor, hem gözlerinden akan yaşları siliyor, ne hallere düştük diye. Hemen cebimde ne kadar harçlığım varsa çıkardım, çocuklara dedim ki “Bu para sizinkinden fazla.


Alın, adamı rahat bırakın.” Sonra adamı otobüse geri gönderdim.


Bir gün annem bana “Oğlum, kalk seni gezmeye götüreceğim, ayakkabılarını boyat” dedi. Hemen boyacıya koştum. Ayakkabılarımı boyattım. “Ne vereceğim?” dedim. Adam, “Ağalığına kalmış beyim” dedi. Ay bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti. Çıkardım, cebimde ne var ne yoksa adama saydım.


İşte böyle. Benim çocukluğum bir film gibiydi. Bakarsınız bir gün bir senaristin eline geçer de bunlardan bir film yapar.


– Annenizin sizin eğitiminizde çok büyük yeri var değil mi efendim? Meselâ o yorgan olayında gösterdiği asil davranış ne güzel. Bugün kaç anne bunu yapabilir?


Öyle. Annem edebiyat öğretmeniydi. Kendi kendini yetiştirmiş bir insandı. Beni de çok küçük yaşlardan itibaren hayata hazırladı. O benim kendi ayakları üzerinde durabilen bir insan olmamı istiyordu. Beni ona göre yetiştirdi. Beş yaşındaydım, “Haydi oğlum” dedi, “sen artık delikanlı oldun, kendi kahvaltını bundan sonra kendin hazırla.” Bu söz bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti. O günden sonra kendime sabahları tereyağında yumurta yapar, bal tenekesinden bir tabak bal çıkarır, çorba kaşığıyla yerdim. İlk çorbamı beş yaşındayken yaptım. Pirinç çorbası; domatesli, maydanozlu. Tadı hâlâ damağımdadır.


Annem bana geceleri saat onikide tahta fırçasıyla merdiven fırçalatırdı. Sabaha tertemiz kurumuş olsun diye. Evin bütün işlerine bakardım annem okula gidince. Temizlik, alışveriş, odun kırma, yemekler için ön hazırlık... Komşular “Aman Sabiha Hanım niye o küçücük çocuğa eziyet ediyorsun?” derlerdi. O da “Siz benim işime karışmayın, ben oğlumu hayata hazırlıyorum” diye cevaplardı.


Bir gün sofraya bamya geldi. “Ben bamya yemem” dedim. Sandım ki annem bana başka bir şey hazırlar. Ama annem öyle yapmadı. “Sen bilirsin,” dedi, yemeği önümden aldı. Onlar afiyetle yediler. Ben kaldım aç karnına. Akşam da bir şey yiyemedim. Sonra gece el ayak çekilince dolaptan bamya tenceresini çıkardım, bamyaları mideye indirdim. O günden beri en sevdiğim yemek bamyadır. Annem orada bana çok büyük bir ders vermişti. Çocuk ailenin şartları neyse ona uyması gerektiğini bilmeli. Annem de bu düşünceyle hareket ediyordu.


Yıl sonunda, ilkokulda sınıf birincisi olmuştum. Gururla geldim, anneme söyledim. Beni bu halde görünce şımarmayayım diye hiç yüz vermedi, “Ne yapalım,” dedi, “birinci olduysan, karın sevinsin.”


Bir gün beni tek başıma lokantaya yemek yemeğe gönderdi, orada da usûl öğreneyim diye. Gittim, oturdum. Alaburus tıraşlı bir garson geldi. “Ne yiyeceksin bakalım” dedi. Ben de “kuru fasulye istiyorum” dedim. Getirdi. Sonra yemek bitince geldi. “Doydun mu?” dedi. “Doymadım” dedim. “Ne getireyim?” dedi. Bu sefer de taze fasulye istedim. Garson iki elini birbirine vurdu, “İşte,” dedi, “parmak kadar çocuğu tek başına lokantaya gönderirsen böyle olur. Hiç taze fasulyeyle kuru fasulye aynı anda yenir mi?” Ben gayet sakin “Niye böyle söylüyorsunuz,” dedim, “taze fasulyenin tadı ayrı, kuru fasulyenin tadı ayrı.”


Bir gün de annem beni pazara gönderdi. “Git,” dedi, “bir kilo domates al gel.” Gittim, aldım, geldim. Annem açtı baktı, hepsi çürük, yalnız nasılsa bir tane küçük sağlam domates koymuş adam. Ben kıpkırmızı olmuştum ama annem hiç kızmadı, o küçük sağlam domatesi yıkadı, “Bak oğlum,” dedi, “eğer bundan sonra alışveriş yaparken çok dikkâtli olursan, bütün domatesleri bunun gibi alabilirsin.” Sonra o domatesi gidip misafir teyzelere gösterdi, “Bakın” dedi, “benim oğlum ne güzel domates almış. Bundan sonra hep böyle alacak.” O günden sonra tek başıma pazara gider, evin alışverişini en güzel şekilde yapardım. Bakkalın, manavın, kasabın benden ödü kopardı. Bozuk mal satanları karakola bizzat gider şikâyet eder, dükkânlarını birer ay kapattırırdım. Komşu teyzeler “Yavrum,” derlerdi, “sen bizden daha iyi alıyorsun, misafir gelecek, haydi şunları şunları bize alıver.”


– Çocukken de etrafınızdaki güzel insanlara, davranışlara dikkat eder miydiniz?


Evet, tabi. Meselâ beş yaşındaydım. O zamanlar Ankara’da odun kırıcılar olurdu. Sokaklardan bağırarak geçerlerdi, “Odun kıran, odun kıran” diye. Bir gün babam böyle bir adam çağırdı kışlık odunları kırdırmak için. Adamın yanında küçük bir oğlu vardı. O gün hep adamı seyrettim. Öyle güzel bir odun kesişi vardı ki. Hepsi aynı boyda. Yunus’un dergâha taşıdığı odunlar gibi... Oğlu o arada bir kavgaya karışmıştı. Onu kenara çekip uyarışı hâlâ gözümün önündedir.


Bir gün de yine annem beni bakkala kibrit almaya gönderdi. İçeri girdim, “Bir kutu kibrit istiyorum” dedim. Adam kızdı, “Veremem” dedi. Şaşırmıştım. “Niye?” dedim. Dedi ki “Çünkü sen içeri girerken selâm vermedin. Ben selâm vermeden girene mal vermem. Şimdi çık, biraz dolaş. Sonra gel, selâm ver, isteyeceğini ondan sonra söylersin.” Çok utanmıştım. Kıpkırmızı oldum. Hemen dediklerini yaptım. Biraz dolaşıp geri geldim. Bu sefer içeri girerken önce selâm verdim. “Hah, şöyle” dedi. Kibriti verdi, bir de yanında çikolata vardı. “Bu da selâm vererek girdiğin için benim sana hediyem” dedi. Onun bu hareketi beni çok etkilemiştir. Yıllarca üzerinde düşündüm. Bana çok büyük bir ders vermişti bakkal amca. Allah ondan razı olsun.


Bir gün de annem bana “Ayakkabılarını hemen boyat, gel. Misafirliğe gideceğiz.” dedi. Hemen mahallemizdeki ayakkabı boyacısı Osman Efendi’ye koştum. “Acele boyar mısın?” dedim. Yağız bir Anadolu insanı idi Osman Efendi. Başını kaldırdı, yüzüme baktı. “Kusura bakma beyim ama boyayamam” dedi. Fazla para istiyor sandım, “İki katını vereyim, boya” dedim. “Gene olmaz” dedi. “Niye peki?” dedim. “Ben acele iş yapmam. Sonra boyacı Osman Efendi’nin boyadığı ayakkabı bu muymuş derlerse, benim intihar etmem lâzım” dedi. Bu hareket de beni çok etkilemiştir. Hayat boyu bana ışık tuttu Osman Efendi’nin bu davranışı. İşini güzel yapan insanlara her zaman için hayranlık duymama neden oldu bütün bunlar...


– Yunus Emre’ye hayranlığınız da çocukluğunuzda mı başlamıştı?


Evet. Bir gün babamın bir arkadaşı bize misafirliğe gelmişti. Elini öptüm. Bana beş kuruş verdi. Beş kuruş iyi paraydı o zaman. Hemen kitapçıya gittim. Rafta bir kitap dikkâtimi çekti. Aldım. Yunus Emre’nin şiirleri vardı o kitapta. Okudukça okudum, okudum. Doyamadım. Hâlâ da Yunus’dan mısralar okumadığım bir tek günüm yoktur. Yunus benim için en güzel bir arkadaş oldu. Onu çok, ama pek çok sevdim. O bana göre dünyanın en büyük şairi. Bir mısrada öyle büyük hakikatleri özetliyor ki, hayran olmamak mümkün değil.


– Çocukluğunuzla ilgili başka anılarınız var mı?


Henüz okula gitmiyordum. Bir gün rahmetli Emin Amcamla hayvanat bahçesine gitmiştik. Bir yerde mis gibi kokular saçan mısır satılıyordu. Amcamdan bir tane almasını istedim. Aldı, ama sanki biraz sıkıntılı gibiydi. Ben mısırımı yerken eve dönme zamanı geldi. Ancak amcam bir türlü gelen otobüslere binmek istemiyordu. O otobüsler de pekâlâ eve yakın bir yerden geçtiği halde bekliyorduk. Uzaktan, gelen otobüslere bakıyor, “bu değil” deyip geri çekiliyordu. Nihayet bir otobüs geldi, şoför tanıdığıymış meğer Emin Amcamın. Bindik. İşi o zaman anladım. Ben o mısırı aldırınca cebinde dönüş parası kalmadığı için tanıdığı bir şoför geçene kadar otobüse binememişti. O gün öyle üzüldüm ki... Hâlâ o gün bu gündür mısır yiyemem, hep aklıma rahmetli Emin Amcam gelir.


Babam o zamanlar cumartesileri pastırmalı, yumurtalı pide yaptırırdı. Pideler fırında pişerken, biraz aşağıda Şarki Karaağaç helvacısı vardı. Orada cumartesi günleri taze helva çıkarırlardı. Oradan sıcak helva alırdı. Benim çocukluğumda cumartesileri yarım gün çalışılırdı, tam gün tatil değildi. O gün okulda aklım hep evdeki pidede olurdu, son iki derste kafam sanki çalışmazdı. Öğlen evde toplanınca hep birlikte babamın getirdiği sıcak pidelerle helvayı yerdik. Yemeye doyamazdık, başlarken derin bir nefes alır, pide bitince nefesimizi verirdik...


(uzun uzun gülüyor Sabri Baba…)


– İyi bir harçlık alır mıydınız çocukken?


İlkokuldayken yaz tatillerinde gazeteden kesekâğıt yapardım. Buğday ununu su ile pişirirdim, yapıştırıcı olarak kullanırdım. Sonra o kesekâğıtlarını dolaşır, bütün mahalle esnafına satardım. Her gün kazandığım parayla arkadaşlarımı Ulus’ta Osman Nuri’de dondurmalı tavuk göğsü yemeğe götürürdüm. Her yıl göğüslük ve yakamı, defter, kalem ve kitaplarımı da o parayla alırdım.


Lise yıllarımda annem bana haftalık harçlık verirdi. Otobüs param, öğle yemeği paramı oradan karşılardım. Bir hafta nasılsa annem harçlığımı vermeyi unuttu. Anneme “Bana bu hafta harçlık vermeyi unuttun” diyemedim. O hafta okula Yenimahalle’den Cebeci’ye, Cebeci’den Yenimahalle’ye vıcık vıcık çamur içinde yürüyerek gidip geldim. Öğlenleri aç kaldım. Ama anneme söyleyemedim. Bu durumu komşular görmüşler, “Sabri niye okula yürüyerek gidip geliyor?” demişler. Annem o zaman hatırlamış, çok üzüldü, “Neden böyle yapıyorsun?” dedi. Oturup ağladı. Oysa ben annemi o kadar çok seviyordum ki, olur da kırar mıyım diye isteyememiştim harçlığımı.


– Efendim, lise yıllarınızla ilgili başka neler var hatırınızda?


Hayatımda bir tek kez bir kıza lâf attım, sonra yıllarca ıstırap çektim. Denizciler Caddesi’nde oturuyorduk, orada bir lise vardı. Liseden kızlar çıkıyor. Birinin ayağında o zamanlar kabara denilen ve ayakkabıda çok kaba duran bir tabanlık vardı. Ayakkabısında kabara olan bir kız geçiyordu, ona ayakkabısını ima ederek lâf attım. Sanırım çok üzüldü. Belki de fakir bir ailenin kızıydı. Sonra bu beni çok etkiledi. Yıllarca ıstırap çektim. Eğer yarın âhirette benden davacı olursa, nasıl hesap vereceğim bakalım?


Bir de liseyi bitirip üniversiteye başlayacağım yıl, yaz tatilinde bir esnafın yanında çalışmaya ve yeni tecrübeler edinmeye karar verdim. Hâl’de gıda maddeleri satan bir yere gittim, “Ben, tüccarlığın sırlarını öğrenmek istiyorum. Yanınızda çalışabilir miyim?” dedim. “Ne vereceğiz sana?” dedi. “Bir ücret istemem, yalnız bir şartım var, dükkânda yapacağım yenilik ve değişikliklere karışılmayacak” dedim. Adam razı oldu. O gün dükkânın bütün raflarını indirdim. Yeni kaplama kâğıtları aldım, onlarla bütün rafları kapladım. Dükkânda birçok su şişeleri vardı. Onları güzelce yıkadım, bazılarına su, bazılarına turşu suyu koydum, dolaba bıraktım. Oradan soğuk olarak her gelen müşteriye, o sıcak yaz günlerinde ikram etmeye başladım. Meselâ şişman bir hanım gelmiş, kan ter içinde, ona “Efendim,” derdim, “size su mu ikram edeyim, turşu suyu mu? Ne içersiniz?” Bir tane içtikten sonra “Bir daha vereyim mi?” diye kibarca sorardım. Kadın iyice rahatlamış olarak başlardı, “şunu da ver, bunu da ver” demeye. Eee, ticaret böyle yavrum. Her adam ticaret yapamaz. Böyle bir gün, bir hanıma kamyon tutmak zorunda kaldık satın aldığı şeyler için. Başka bir gün de bir hanım geldi. Birçok paketler vardı elinde. “Efendim,” dedim, “verin o paketleri size tek bir pakette toplayayım.” Ambalaj kâğıtları arasından bir tane çektim. O arada dükkân sahibinin gözleri faltaşı gibi açıldı, bir kâğıt boşa gidecek diye. Oysa o ticaretin inceliklerini bilmiyordu. Ticarette en önemli husus, müşteriyi hoşnut etmektir her şeyden önce. Bunun için bazı şeyleri önceden düşüneceksin. Sonra onlar bir şekilde geri döner. Kadının paketlerini aldım, güzelce tek paket yaptım, üstüne de bir fiyonk attım. Kadın o kadar mutlu oldu ki. Başladı alışveriş yapmaya. O gün birçok şey satın aldı. Ve böyle böyle ne oldu biliyor musunuz? Dükkânın cirosu o yaz iki katına çıktı. O arada iki de evlilik teklifi aldım. Etrafın zengin işadamlarından ikisi bana “Gel delikanlı” dediler, “seni kızımızla evlendirelim, bizim ortağımız ol. İşlerimizin başına sen geç.” Onlara “Hayır efendim,” dedim, “ben okumak istiyorum. Çok teşekkür ederim.” O yaz tatilinde birçok tecrübeler edinmiştim böylece.


– Peki kızlarla aranız nasıldı bu gençlik günlerinizde?


Aslında ben heyecanları çok fazla olan bir gençtim. Hatta bu heyecanlarımın azalması için doktora bile gitmiştim. Ama doktorun önerdiği, benim aradığım çözüm değildi. Çünkü ben tertemiz bir hayat yaşamayı baştan kafama koymuştum. Bir gün izlediğim bir film bana ilham verdi, o filmde bir nehrin deli dolu sularından elektrik enerjisi üretiliyordu. O gece sabaha kadar düşündüm ve bir enerjinin başka bir enerjiye dönüşümü metodu ile içimdeki bu enerjiyi kendimi yetiştirme aşkına dönüştürmeye karar verdim. Okudum, sürekli okudum, gece gündüz okudum. Araştırdım, inceledim. Ve sonunda ne oldu? Bugün Türkiye’nin en kültürlü insanıyım, sayılı birkaç büyük kişisel kütüphanesinden birine sahibim. Hâlâ da gece gündüz okumaya devam ediyorum. Hayatı, insanı anlamak, varoluşun sırlarını araştırmak bir aşk halini aldı bende.


Ben çok temiz bir gençlik yaşadım. Ama tertemiz, pırıl pırıl bir gençlik. Bu hep böyle devam etti. Sonunda da Allah karşıma Rânâ isimli eşsiz bir meleğini çıkardı. Bu iş böyle yavrum. Kur’an-ı Kerim’de “Temiz kadınlar, temiz erkekler için; temiz erkekler de temiz kadınlar içindir.” buyruluyor.


– Bu dönemlerde annenizle diyaloğunuz nasıldı? Genellikle gençler bu yaşlarda biraz âsi olurlar.


Annemle arkadaştık. Ona çocukluğumdan beri her şeyimi anlatırdım. Onunla her şeyi açık açık konuşurdum. Meselâ eve gelirken yolda çok güzel bir kız görsem, beğensem, anneme söylerdim. “Yahu, o kızı bir de ben görseydim” derdi. Akşam eve geldiğimde, elimi annemin omzuna koyardım, kanepede beraber oturur, o günkü yaşadığımız olayları onunla yorumlardık. Orada duyduğum lezzeti başka hiçbir şeyde bulamazdım. Sonra bir de Rânâ’nın yanında hissettim aynı duyguyu.


Ergenlik dönemine girdiğim günlerde, bir gün baktım masanın kenarında o dönemle ilgili insan vücudundaki bütün değişimleri anlatan yabancı bir yazarın kitabı duruyordu. Annem oraya benim göreceğimi tahmin ederek bırakmıştı. Alıp okudum, kafamdaki soruların cevapları orada vardı.


Annem her yönden olağanüstü bir insandı. Çok küçük yaşta bir tek babası sağ kalmış. Dedem Rodos savcısı imiş. Onu da Yunanlılar baskın yapıp hapse atınca, annem uzak bir akrabalarının yanında kalmış, ta ki yıllar sonra dedem hapisten çıkarılana dek. O aile de çok cimriymiş. Annem gidermiş, gündüzleri yol kenarlarındaki ağaçlardan karnını doyurur, akşam eve gidince sofraya el uzatmazmış. Dedem hapisten çıkınca Rodos’ta kalmayı uygun bulmamış, Ankara’ya gelmişler, bir mahalleye yerleşmişler. Babam da o mahallede oturuyormuş. Hukukçuydu babam. Annemi işe gidip gelirken görüp, beğenmiş; dedemden istemiş. Evlenmişler. Üç lisan bilirdi annem. Çok kültürlü bir insandı.


İş yaparken yorulsa, uzanırken eline muhakkak bir kitap alırdı. Beni de her konuda çok iyi yetiştirdi. Benim en yakın arkadaşım, sırdaşım oldu. Babamın vefatından sonra Rânâ ile gidip onu yanımıza aldık. Vefat ettiğinde onu sevgiyle yerleştirdim, çenesini bağladım. Hâlâ onu anmadan geçen bir tek günüm yoktur. Nur içinde yatsın, Allah’ın rahmeti Peygamberin şefaati üzerine olsun.


– Efendim, hayatınıza yön veren mânevi büyüklerden birisi olan Ömer Efendi Hoca da lise yıllarınızda tanıştığınız bir kimseydi değil mi?


Evet. Lise birden ikiye geçmiştim. O yaz babamın memleketi Konya Ermenek’e gitmiştik. Orada Ömer Efendi Hoca’yı gördüm. Cildi adeta şeffaf gibiydi. Kıyafetleri çok temiz ve düzenli idi. Çok asil bir duruşu vardı. Süfas Camii’nin imamı idi, gelirdi avluda abdest alır, camiye girerdi. Bir gece kafama koydum. Bütün namaz dualarını ezberledim ve sabahleyin Ömer Efendi Hoca’nın arkasında sabah namazı kılmak üzere camiye gittim. Namazdan sonra tesbihat başladı. Bir ara Ömer Efendi Hoca bana baktı ve gülümsedi. O gülümseme ile içim öyle aydınlanmıştı ki... O günden sonra onu daha yakından tanıdım. Ona pek çok sorular sordum. Aldığım cevaplar hayatıma ışık tuttu, renk verdi. Meselâ bir gün sordum, “Hocam,” dedim, “Klâsik Batı Müziğini dinlemeyi çok seviyorum, ama günah diyorlar. Siz ne dersiniz?” “Yavrum,” dedi, “her ne ki içinde bir güzellik, bir ferahlık, bir huzur hissi uyandırıyorsa, o şey hayırlıdır, güzeldir. Her ne ki seni huzursuz ediyor, içinde bir daralma, bunalma hissi bırakıyorsa, o şerdir, günahtır. Ondan uzak dur.” Onun bu sözü benim için bir genel anahtar oldu. Hayat boyu bu anahtar ile birçok müşkülü açtım. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerine olsun. Ne güzel bir insandı o...


– Hukuk Fakültesi yıllarına geçelim mi? O yıllarda yazdığınız bir şiir var “Bekleyiş” kitabınızda: “Elma Çiçekleri, Sözlü Kız ve ...” diye. Kimdi o sözlü kız?


Fakültede bir kız vardı. Çok ağırbaşlı, hanımefendi, çok çalışkan bir kızdı. Aşk denilemez ama onu beğeniyordum. Onunla evlenmeyi plânlıyordum. Onun bundan haberi yoktu. Bir gün sözlendiğini duyunca biraz sarsıldım. Ve o şiiri o zaman yazdım.


“…


Oysa tertemiz başlamıştı bu sevgi böyle


Beyaz bulutlar kadar güzel ve temiz


Dağ çeşmesi gibiydi ilkin...


Ama bir deli rüzgâr, bir unutuş


Unut diye bakıyordu, unut diye son defa, unut


... Ve sonra sözlü kız oldu adı...”


“Bekleyiş”ten


– Fakültede arkadaşlarınızla genel olarak aranız iyi miydi?


Herkesle çok iyi anlaşırdım. Kız arkadaşlar bana “İtimad” adını takmışlardı. Kimseye açamadıkları sırlarını bana açarlar, ne yapmaları gerektiğini sorarlardı. Bu konuşmalar hep aramızda bir sır olarak kalırdı.


– Efendim, siz Rânâ Hanım’dan başka kimseye âşık olmadım, dünyaya bir daha gelecek olsaydım yine ona âşık olurdum diyorsunuz. Peki, size aşkını tek taraflı ilân eden hanımlar var mıydı o yıllarda?


Şimdi bu soruyu cevaplarsam Sabri Bey övünüyor derler. Ama ben evlendiğim zamana kadar bir küçük sandık dolusu aşk mektubu almıştım. Fakülteden eve dönerken kızlar pencerelere dolarlardı. Sonra evlenirken o mektupları yaktım. Rânâ’ya söylediğimde “Ah, keşke yakmasaydın, şimdi beraber okurduk” dedi.


(Bu sırada içeriye bir genç adam ile genç bir hanım giriyor, yan masaya oturuyorlar. Adam daha oturur oturmaz hemen bir sigara yakıyor, tüttürmeye başlıyor. Bunun üzerine Sabri Baba:


- “Ne var o sigarayı yakacak şimdi.” diyor. “İnsanlar neden ânın güzelliğini yaşamazlar... Bak, ne güzel bir hanımla berabersin. Onunla geçirdiğin anların güzelliğini yaşa. Onun gözlerine bak, ona şiirler oku:


“Gözlerin, gözlerime değince


Felâketim olurdu, ağlardım”


Atila İlhan


Sonra tekrar sohbetimize dönüyoruz.)


– Efendim, acaba fakülte yıllarınızda en beğendiğiniz hocanız kimdi?


Valla, doğrusunu söylemek gerekirse, benim fakültede en beğendiğim, takdir ettiğim kimse kapıcı İrfan Efendi idi. Ona hayrandım. Kapının girişinde paltolara bakardı. Gelen mektuplarımızı ondan sorardık. Kimisi sevgilisinden, ailesinden mektup beklerdi. Kimi de benim gibi yazı yazdığı dergilerden. İrfan Efendi, kendine sorulduğu zaman oturduğu yerden edeple ayağa kalkar, ceketini ilikler, eğer gelen bir şey varsa verir, yoksa “Size bugün mektup yok efendim, ama inşallah yakında gelir” der, ümidini de verirdi. Ben ondan daha fazla kimseye saygı duymadım fakülte yıllarımda. Hayat boyu da hep kapıcı İrfan Efendi gibi olmaya çalıştım.


– Fakülte bittikten sonra neler yaptınız?


Henüz stajımı yaparken annemden para istememek için öğretmenlik yapmaya karar verdim. Bir liseye vekil öğretmen aranıyordu. Orada edebiyat öğretmenliği yaptım. Çok güzel, çok değerli öğrencilerim oldu. İsimleri hâlâ hatırımdadır. Meselâ Sumru Ortalan, M. Ceceli, hâlen görüştüğümüz sevgili Mustafa... Zil çalardı, ama onlar “Öğretmenim, nolur çıkmayalım, devam edelim” derlerdi. Hep birlikte şiirler okur, onların üzerinde konuşurduk.


– Askerlik yıllarınızla ilgili neler var hatırınızda?


Yedeksubay olarak askerliğimi yapıyordum. Allah için, çok yakışıklı bir gençtim. Bir gün bir kız yolumu kesti: “Ben,” dedi “tanınmış bir ailenin kızıyım. Mankenim. Sizi hep buralarda görüyorum, çok beğeniyorum. Acaba benimle bir öğle yemeği yer misiniz?” Baktım, iyi bir kıza benziyordu, güzel, zarif bir hanımdı. “Olur” dedim, Çankaya’da RV Restoran için anlaştık. Onun bu teklifini geri çevirmedim. Belki o kızı mankenlikten uzaklaştırabilir, ona farklı bir çıkış yolu bulabilirim diye düşündüm. Benim bu şekilde çıkış yapmasına vesile olduğum birçok kimse olmuştur. Plaja gidenlerden namaza başlayanlar, yanlış yoldan düze çıkanlar olmuştur.


O hanımla ertesi günü buluştuk. Siparişlerimizi verdik. Ama kız ikide birde çantasından ayna çıkarıyor, rujunu tazeliyor, elleriyle habire saçlarını düzeltiyordu. Sonra yine aynı hareketler... Baktım, bir değil, iki değil... Daha fazla beklemeden masadan âni olarak kalktım. “Nereye gidiyorsunuz, daha yemekler gelmedi ki” dedi. “Hanımefendi, kusura bakmayın ama” dedim, “siz kendi kendinizle o kadar dolusunuz ki, bana bu masada yer yok.” Hemen oradan uzaklaştım. O kızın bir başka hale girmesine ihtimal olmadığını anlamıştım. Bunları biraz da şunun için anlatıyorum; herkes aslında bir yerden açık verir. İş onu zamanında tespit edebilmekte ve hemen gereken tavrı alabilmekte.


– Efendim, askerlik dönüşü Danıştay’da mı işe başladınız?


Evet. Milli Birlik Komitesi Danıştay’a yeni baştan hâkim alacaktı sınavla. Gazetede ilânlarını okudum. Sınava girdim. Bin kişi arasında birinci oldum. Bana çalışacağım daireyi söylediler. Ertesi günü gittim, işe başladım.


– Rânâ Anne ile tanışmanız da o zaman oldu değil mi efendim?


Evet. O işe daha ilk başladığım gün, çalışacağım yer olan onaltı kişilik salonun kapısını açtım, tam karşıda Rânâ Hanım oturuyordu. Üzerinde yakasının üst kısmı siyah kadife olan gri bir tayyör vardı. İçinde beyaz bluzu ile adeta bir melek gibiydi. Sanki Allah gökyüzünden bir melek göndermiş, anlaşılmasın diye kanatlarını kırmış...


O anda içimden bir ses “İşte Sabri,” dedi, “senin evleneceğin kız bu.” O güne kadar da etraftaki hoppa, züppe kızları göre göre evlenmemeye kesin olarak karar vermiştim. “Ölürüm de bu kızlarla gene evlenmem” diyordum. Buna rağmen o anda ne olduysa oldu. Kararımı değiştirdim. Çünkü o güne kadar Rânâ Hanım kadar edepli, zarif, ince bir hanımefendi görmemiştim.


(Sabri Baba burada derin bir iç çekiyor...)


Ahh, ne güzel bir rüyaydı o! Kırkdört yıl sürdü…


– O ilk karşılaştığınız anda Rânâ Anne sizin hakkınızda ne düşündü acaba?


Bilmem ki yavrum. Ben ona hiç özel soru sormadım.


– Evlenmeye karar verdiğiniz halde, belli etmeden onu izlemeye devam ettiniz mi?


Evet. Bir yıl boyunca, her gün onun bütün hareketlerini inceledim, ona kafamda notlar verdim. Çünkü aramızda sekiz yaş fark vardı. O benden büyüktü. O farkı kapattıracak, aramızda sorun olmasını engelleyecek bir şeyler bulmalıydım. Onda bunu kaldıracak olgunluğu görmek istedim.


Evlenme teklif etmeden önce bir gün dairede arkadaşlarla oturmuş sohbet ediyorduk. Bir ara bir arkadaş “Rânâ Hanım,” dedi, “sizin babanız kaptanmış, herhalde siz çok balık yiyorsunuzdur.” Rânâ da “Balığı çok severim ama annem balık kokusundan hiç hoşlanmaz, evde de pişirilmesine izin vermez.” deyince hemen fırsatı yakaladım, “Rânâ Hanım,” dedim, “ben size yarın güzel bir balık ızgara yapıp getireyim. Siz de ekmekle helva getirin. Birlikte yiyelim.” O günlerde de palamut mevsimi idi. Ertesi günü öğle tatilinde arkadaşlara “Siz toz olun” dedim. Sonra ben balıkları açtım, Rânâ da getirdiği helva, ekmeği açtı, birlikte afiyetle yedik. Onunla güzel bir sohbet imkânı yakalamıştım; çok güzel anlaşıyorduk.


Bundan kısa bir süre sonra ona evlenme teklif etmeye karar verdim.


– Nasıl oldu?


Rânâ, cumartesi günleri yarım gün olan iş çıkışı otobüsle, şan derslerine gidiyordu. Onu tespit ettim. Bir gün öğlen onu durakta beklemeye başladım. Durakta kimse yoktu. Rânâ geldi. Karşılıklı hatır sorduk. Sonra ona birden “Rânâ Hanım,” dedim, “beni hayat arkadaşlığına kabul eder misiniz?” Rânâ şaşırdı. Elinde kalın bir müzik defteri vardı, “pat” diye defter elinden yere düştü. Hemen defteri aldım, eline verdim.


“Bir düşüneyim Sabri” dedi.


– Evlenme teklif etmek için niye otobüs durağını seçtiniz?


Bilmem, farklı, romantik bir ortam olsun diye...


– Peki, ondan cevap beklediğiniz sürede ya kabul etmezse diye içinizde bir endişe var mıydı?


Hayır yoktu. Benim de bildiğim bazı şeyler vardı yani...


Birkaç gün sonra “Sabri, düşündüm ama aramızda yaş farkı var. Bu ilerde sorun olabilir.” dedi. Ben de bunun üzerine Peygamber Efendimizle Hz. Hatice Annemizin evliliğini örnek gösterdim, “Onların da aralarında onbeş yaş fark vardı ama kâinatın en muhteşem evliliğini yaptılar. Biz neden yapmayalım Rânâ dedim?” Beni dinledi ve ikna oldu.


Evlendik, iki odalı, mütevazı, sobalı bir ev tuttuk. İçeri girerken bir anlaşma yaptık, bu evde ne senin dediğin olacak, ne benim, yalnız Allah’ın ve Peygamberin dedikleri olacak dedik. Ve bu mukaveleye hep sadık kaldık. Bana göre en azından son bir asrın en muhteşem aşkını ve evliliğini biz yaşadık. Çünkü kırk dört yıl hiç kavga etmeyen bir başka çift olmamıştır.


Bizim her ânımız bir ibadet şeklinde geçti. Dedikodu ile, lüzumsuz konuşmalarla hiç vakit geçirmedik. Rânâ, evlendiğimiz gece bir rüya görmüş. Bir pir-i fâni rüyasında ona yaklaşarak “İntibah ve inşirah” demiş ve kaybolmuş. Sabahleyin uyandığında bana sordu, “Sabri, bu rüyadaki sözler ne anlama geliyor?” dedi. Dedim ki, “Rânâ, artık senin için yeni bir hayat başlıyor, tamamen yeni bir hayat. İntibah bu. İnşirah da bu yeni hayattan duyacağın ferahlık ve saadet demek.” Hakikaten de evliliğimiz bir intibah ve inşirah oldu Rânâ için.


Birbirimize hep Allah’ın emaneti olarak baktık. Bir tek gün münakaşa etmedik, birbirimize itiraz etmedik. Rânâ benim için “Sabri, benim mürşidim” derdi.


Evlendiğimiz günlerde hanımlar arasında bir çuval modası vardı. Hiç de estetik olmayan bir kıyafet tarzı idi. Bir akşam otururken çuval modası hakkında ne düşündüğümü sordu. Hiç beğenmediğimi, kadın vücudunu ortaya çıkardığını söyledim. Biraz sonra Rânâ birden ortadan kayboldu. Bekledim, bekledim..., yok. Merak ettim, gittim baktım. Eline makası almış, elindeki iki elbiseyi makasla dilim dilim doğruyor. Meğer evlenirken kendine iki tane çuval elbise almış. Ben öyle söyleyince kimse giymesin diye onları doğramış. Bu olaydan sonra ona olan saygım, sevgim daha da arttı.


Ev almıştık, müteahhide borçlanmıştık bir süre için. O arada başkalarından borç almayalım diye her gün musluk suyu ile ekmek yemek durumunda kaldık. Rânâ, bir tek gün bile şikâyet etmedi, “Ben Danıştay savcısıyım, bu nasıl olur” demedi. Suyla ekmeğimizi yerken birbirimize “Şimdi biz Sheraton’da kahvaltı yapıyoruz, şimdi Hilton’da yemekteyiz” diye takılır, güle oynaya yemeğimizi yerdik. Sonra borcumuz bitti, eski günlerimize geri döndük. Sonra bazı günlerde de nefsimizi terbiye etmek için Rânâ ile kuru ekmek yediğimiz oldu.


Bizim evliliğimiz hep böyle karşılıklı sevgi, saygı, anlayış içinde geçti. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerine olsun.


Ben de kırk dört yıl boyunca ona hep saygı, sevgi duydum, hayranlık duydum. Onda her gün yeni bir güzellik bulurdum. Hiç bir gün ne çekmecesini, ne çantasını açmadım. Bir gün bana “Sabri çantamda ilâcım var, verir misin?” dedi. Tuttum çantayı öylece götürdüm. “Niye açmıyorsun” dedi, şaşırdı. “Kusura bakma Rânâ,” dedim, “ben senin çantanı nasıl açarım?”


– Efendim, ne kadar güzel bir insanmış Rânâ Anne, nur içinde yatsın. İnşallah bu güzel beraberliğiniz öbür dünyada da devam eder...


Efendim, siz bir sohbetinizde kırk mânâ büyüğüne hizmet ettim demiştiniz. Bunların en sonuncusu galiba mânevi hocanız olan Münir Derman Hazretleri’ydi, değil mi?


Evet. Ona gelene kadar birçok velî zat tanıdım. Ama Münir Bey’i görünce ona âşık oldum, hayran oldum. Bazıları yurtdışında olmak üzere beş fakülte bitirmişti. Yedi lisan bilirdi. Onun kadar kültürlü bir insan hiç görmedim. Operatör doktordu kendisi.


– Efendim, Münir Derman Hazretleri ile tanışmanız nasıl oldu?


Münir Bey o zamanlar çıkan “İslâm” mecmuasında her ay yazı yazardı. O yazılara hayrandım. Bir gün dergiyi telefonla aradım, yazar hakkında bilgi istedim. Eskişehir’de operatör doktorluk yaptığını söylediler. Telefonla randevu aldım, Rânâ ile gittik, tanıştık, elini öptük. Bana bir fotoğrafını imzalayarak hediye etti. Ondan sonra her hafta Cumartesi öğleden sonra Rânâ ile Eskişehir’e onun sohbetlerini dinlemeye gider, Pazar günü dönerdik. Münir Bey çok özel bir insandı. Kırklardandı. Ölümünden önce açıklamıştı bunu.


– Efendim, Münir Baba’nın kıymetini sağlığında bilebildi mi etrafındakiler?


Hayır. Ne gezer. Münir Bey’i gerçek anlamda anlayanlar çok ama çok az oldu. Eskişehir’de ona deli doktor derlerdi. Geceleri hastaların durumunu evinden hisseder, pelerinini giyer hastaneye koşarmış. Hemşire uyuyup kaldığı için bunalan hastalara yetişir, altlarına sürgü sürer, idrarlarını gider kendisi tuvalete dökermiş. Münir Bey, her zaman abdestli bulunurdu. Bize de hep sürekli abdestli olmamızı tavsiye ederdi. “Şartlar uygun değilse, yanınızda teyemmüm taşı bulundurun, onunla teyemmüm abdesti alın” derdi.


Münir Bey’in sağ eli geceleri ışık yayardı bir fener gibi. Bu hassasına nasıl sahip olduğunu şöyle anlatmıştı: “Bir gün salgın hastalık başlayan bir köyden çağırırlar. Gider. O sırada tuvalet ihtiyacı olur. Köy tuvaletlerini bilirsiniz, dışarıdadır çoğu, yerden biraz yüksekçedir. Münir Bey girer, bakar bir sinek kuburun içinde çırpınıp duruyor. Bir an bile tereddüt göstermeden elini kuburdan içeri sokar ve sineği oradan kurtarır. Sinek elinden havalanır, uçar gider. O günden sonra kubura soktuğum sağ elim, gece karanlıkta fener vazifesi görüyor.” Derdi.


– Efendim, galiba bir gün de iki şeridi arasında yüksek bariyer bulunan bir yolda yürüyerek karşıdan karşıya geçince, karşıda duran bir polis memuru gözlerine inanamamış. “Efendim,” demiş, “nasıl oldu da o ortadaki bariyerleri aştınız, hâlâ anlayamıyorum.” Münir Bey de gülmüş. “Bilmem ki yavrum” demiş.


Münir Bey çok kerametleri olan bir zattı. Çok heybetli idi. Bir Ramazan günü, iftara eve misafirimizdi. O geleceği zaman dolaba buzlu su koyardık. Yarısı buz, yarısı su olan bardaktan içerdi. Çok az yemek yerdi. Yaz kış ince bir tişörtle dolaşırdı. O akşam içeri girerken gülümsüyordu. “Ne oldu Efendim?” diye sordum. İçeri girince anlattı. Yetmiş yaşlarında bir adamla karşılaşıyor gelirken. Adam iftar saatine çok az bir zaman kalmasına rağmen ağzında sakız çiğniyormuş. Münir Bey çok sinirlenmiş, adama yaklaşmış, dikkâtle yüzüne bakmaya başlamış. Adam terslemeye kalkmış, “ne bakıyorsun” diye. Münir Bey de “Ben hayvanat mütehassısıyım. Et oburlar yukarıdan aşağıya doğru çiğnerler, ot oburlar sağdan sola doğru. Sen hangi cinstensin diye bakıyorum.” Adam bunun üzerine iyice kızmış. O zaman Münir Bey de adama öyle bir bakışla bakmış ki, adam korkup hemen dönmüş. Eğer bakmakta ısrar etseydi, orada yığılıp kalırdı. Münir Bey öyle bir adamdı çünkü...


– Rânâ Anne ile Münir Bey tanışıyorlardı tabi.


Evet, Münir Bey, Rânâ’yı çok severdi. Rânâ’nın elinde egzama vardı. Bana bir gün “Sabri,” dedi, “dua etsen de şu egzamam geçse, çok rahatsız ediyor.” Ben de “Münir Bey’e söyleyelim.” dedim. Eskişehir’e uğurlamak için tren garındaydık. Orada rica ettik kendisinden. Hemen oracıkta parmağını yalayıp, Rânâ’nın elini meshetti. Rânâ’nın eli ondan sonra günlerce gül koktu. Egzamadan eser kalmadı.


– Efendim, Münir Bey’i sağlığında bizzat tanımış bir kimse “Münir Bey ameliyatlarını bıçaksız yaparmış” demişti. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?


Onlar elsiz de ameliyat yaparlar yavrum...


– Efendim, Şemsettin Yeşil Hazretleri’yle de bizzat tanışmış mıydınız?


Evet. Onun İstanbul’da Etyemez’de babadan kalma bir konağı vardı. Orada her hafta sonu sohbet ederdi. Biz de Rânâ ile her hafta gider, onu dinlerdik. Onun sohbetinde bayılanlar olurdu. Çok tesirli idi sohbetleri. Çok önemli eserleri vardır. Çok şık giyinirdi. Bir de çok yakışıklı bir kimseydi. Ben daha ömrümde onun kadar yakışıklı ikinci bir kimse görmedim. Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin soyundan geliyordu. Oradan da Peygamber Efendimize dayanıyordu soyu.


– Efendim, sizin bazı gençlik fotoğraflarınız da Şemsettin Yeşil Hazretleri’ne benziyor.


Orasını bilemem ama bizim de baba tarafından soyumuz Ahmet Yesevi Hazretleri’ne dayanır.


– Ahmet Kayhan Hazretleri’yle de bizzat tanışmıştınız, değil mi?


Evet. O da çok büyük bir insandı. Gençliğinde hamallık yapmış. Vahdettin’in İstanbul’dan ayrılırken bavulunu o taşımış. Onun da evi herkese açıktı. Adeta çağın Mevlânâ’sı idi. Kimseyi ayırmaz, herkese sevgi ve ilgi gösterirdi.


Ahmet Kayhan Hazretleri beni de çok severdi. Ziyaretine gittiğim zaman gözleri parlar, yanına oturtur, çayını bana verirdi. Bir gün beraber oturduk, sohbet ediyorduk. Dışarıda bir patırtı, gürültü duyduk. Hazret sordu: “Nedir mesele?” “Efendim,” dediler, “bir sarhoş gelmiş, sizinle görüşmek istiyor. Biz de engel oluyoruz. Durum bu.” Bundan hoşnut olmamıştı. “Oğlumu bırakın gelsin” dedi. Onu büyük bir sevgiyle karşıladı, “Hoşgeldin yavrum” dedi. Ona sarıldı. Sarhoş da, “Baba,” dedi, “ben senin huzuruna geldim. Tövbe etmek istiyorum. Bir daha içmeyeceğim.” Ve sonra Efendi Hazretleri’nin en yakın talebelerinden birisi oldu.


– Onun için “Zamanının Gavsıydı” demiştiniz galiba bir sohbetinizde?


Evet!


– Edebiyat çevresinden de bazı yakın dostlarınız olmuş. Meselâ Samiha Ayverdi, Cemil Meriç ve Mehmet Kaplan bizzat tanıştığınız ve görüştüğünüz kimselerdi değil mi?


Evet, hepsi de ailecek görüştüğümüz kimselerdi. Samiha Hanım, çok müstesna bir insandı. Ankara’ya geldiğinde misafirimiz olurdu. İstanbul’a gidince biz de onu ziyaret ederdik. Cemil Meriç’e gittiğimde ona kitap okurdum, dinlerdi. Sonraları gözleri rahatsızlandığı için ziyaretine gelenlerden kendisine kitap okumalarını rica ediyordu. Mehmet Kaplan’la da güzel bir dostluğumuz vardı. Nur içinde yatsınlar.


– Böyle güzel ve çok özel insanlarla tanışmak sizin için de, Rânâ Anne için de çok büyük bir nasip olmuş.


Efendim, şimdi biraz da izninizle Danıştay’daki yıllarınıza bir uzanalım mı? Orada kaç yıl hizmet verdiniz?


Otuz dokuz yıl Danıştay’da hizmet ettim. Danıştay tarihinde en çok muhalif kalan üye oldum. Bazı günler evden çıkarken “Bak, Rânâ” derdim, “şimdi üye olarak evden çıkıyorum ama akşama Kızılay’da simit satan bir simitçi olarak geri dönebilirim.” Rânâ gülerdi, “Olsun, Sabri, biz de simitleri beraber satarız.” derdi. Öyle yiğit bir kadındı o! Sonra yaş haddinden emekli oldum.


– Yaş haddine kadar beklemenizin sebebi neydi? Yorulmamış mıydınız?


Yavrum, bir ara çalışırken çok sıkıntıya düşmüştüm. Emekli olmaya karar verdim. Ama içimde bir tereddüt vardı. Bir velî zata gittim, durumu anlattım. Bana bir olay anlattı: Vaktiyle Selimiye Kışlası’nda çok dindar, mâneviyat ehli bir binbaşı varmış. Günü gelir gelmez hemen emeklisini almış. O gece rüyasında görmüş ki, Peygamber Efendimiz Selimiye Kışlası’nı ziyaret ediyor ama onun bölüğüne uğramadan geri dönüyor. Adam bu rüya üzerine çok üzülmüş, gitmiş bir velî zata danışmış. Velî zat, bu rüyayı yorumlarken “Evladım,” demiş, “genç yaşta, hâlâ daha hizmet verebilecekken işinden ayrılmışsın. Resulullah Efendimizi gücendirmişsin.”


Ben bunları duyar duymaz dersimi almıştım. Eğer yaptığımız işi, o anda bizden daha iyi yapacak kimse yoksa, o işi yapmaya devam edeceğiz yavrum. O nedenle, ben de yaş haddinden emekli olana dek çalışmayı sürdürdüm.


– Efendim, hem çok okuyan ve araştıran bir kimse olarak hem de mesleğinizden dolayı sizin insanı anlama, insan psikolojisini yorumlama konusunda gerçekten büyük bir birikiminiz var. Acaba internet sitenize gelen sorulara cevaplar verirken bu bilgilerinize göre mi, yoksa kalp aynanızdan yansıyanlara göre mi cevaplar veriyorsunuz?


Her ikisiyle birlikte...


– Bazen sitede verdiğiniz cevaplarda benzer gibi görünen durumlar için farklı çözümler önerdiğinizi düşünenler olursa, onlara ne dersiniz?


Yavrum, hayatta hiçbir olay bir diğerinin aynısı değildir. Bir olaya ait çözümü, kalıp gibi alıp benzer bütün olaylara uygulamaya, o kalıba göre her şeyi açıklamaya kalkanlar asla doğruya ulaşamazlar. Her olay kendi içinde farklıdır, her insan birbirinden farklıdır ve her olayın çözümü benzer gibi görünseler de farklı farklıdır. Burada çok dikkâtli olmak lâzım.


Bugün bizim sitemizin dünyada bir eşi, benzeri yok. Var diyen olursa, buyursun göstersin. Bundan sonra da olmayacak. Çünkü bir Sabri Tandoğan bir daha gelmeyecek. Çünkü artık ne onu yetiştirenler var, ne de onun yetişmesine katkıda bulunabilecek o güzel insanlar ve o çevre var.


– Efendim, siz hayatınızın her döneminde, o anda içinde bulunduğunuz durum her ne ise, onun hakkını en güzel şekilde vermişsiniz, olayları ve insanları birbirleriyle kıyaslamadan hayatınızın her ânında güzellikleri dolu dolu yaşamışsınız.


Sizce, bugün hayatını böyle dolu dolu yaşayan, yaşama sanatının ustası olmuş kaç insan vardır?


Yavrum, bugün hayatını adam gibi yaşayan o kadar az insan var ki. Ben hayatım boyunca kimseyle kavga etmedim, kimseye küsmedim. Saçmalıklarla karşılaşmadım mı, karşılaştım. Ölesiye bir mücadele verdim mi, verdim. Ama hiçbir zaman darılıp, gücenmedim. Kendi dünyamı kurdum. Kırk dört yıl evli kaldım, eşimle bir tek gün münakaşa etmedim. Bir tek gün ona “Kalk bana bir su getir” bile demedim. Yanında ayak ayak üstüne atarak oturmadım. Ona yan gözle bakmadım. Her işimi aşkla, şevkle yaparak sevilen, sayılan bir kimse olmaya çalıştım. Nerede güzel olan bir şey varsa, onu araştırdım, inceledim. İnsanları, hayatı etüd ettim. Hayatı ve insanları anlamaya çalışmaktan başka bir ihtirasım olmadı. Bugün yetmiş beş yaşımda bile, bu aynen devam ediyor. Dünyadaki yedi milyar insan benim kardeşim. Hangi düşüncede, inançta, felsefede olursa olsun benim kardeşim. Ben hepsini bağrıma basmaya hazırım. Herkesin derdini paylaşmaya hazırım. Ben şu anda dünyanın en mutlu insanı olarak görüyorum kendimi. İşte hayatı adam gibi yaşamak budur. Yeryüzündeki bir kum tanesinden gökyüzündeki Samanyolu’na kadar insanıyla, hayvanıyla, bitkisiyle, eşya ve cemâdatıyla bütün evreni Muhammedi bir aşkla kucaklamak...


“Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz”


diyebilmek.


“Aşk gelicek, cümle eksikler biter” diyebilmek.


“Her dem taze doğarız, bizden kim usanası” diyebilmek...


Benim hayatta bir tek üzüntüm oldu: O da insanların benden yeterince istifade etmemesi. Bakın bunun için onlara dargınım, küskünüm filân demiyorum, dikkât edin. Ne yazık ki, büyük televizyon kanalları benden istifade etmiyor, buna çok üzülüyorum. Sanki Türkiye’de ikinci bir Sabri Tandoğan varmış gibi bana ilgisiz kalıyorlar. Ve o çok sevdiğim insanlara ulaşmama, onların derdini, ıstırabını paylaşmama imkân vermiyorlar. Acaba bunun hesabını yarın Allah’ın huzurunda nasıl verecekler?


Ama ben her şeye rağmen, sadece Allah rızası için insanlara gece gündüz faydalı olmaya uğraşıyorum. İnternet sitemi de bu amaçla kurdum. Bugün hiç kimse hayatı benim kadar objektif göremiyor, benim kadar güzel sentez yapamıyor. Ben kendimi küçük yaştan itibaren buna hazırladım. İnsanları hep sevdim, çok sevdim. Onlara yalnızca Allah rızası için ayrım yapmaksızın hizmet etmek, benim için yüce bir gaye oldu her zaman için. Daha lise yıllarımdayken yazdığım bir şiirde şöyle dile getirmiştim bunu:


“Hepsinin derdini paylaşmaya hazırım


Ne kadar kederli varsa kâinatta


Sarmak, sarmak ister onları kollarım


Sıcacıktan, kardeşçe, dostça”


İnşallah, Allah bu hizmeti bana son nefesime kadar nasibeder.


– Efendim, sizin hayat hikâyeniz çok anlamlı ve bir o kadar da düşündürücü. İnşallah o televizyon kanalları da, bizler de sizin bu hizmet aşkınızın gereğince farkına varabilir ve sizin sevgi pınarınızdan akan güzellikleri bir özsu gibi yudumlayabiliriz. Siz, bunun için gerekli bütün ortamı ve imkânları bizlere sunuyorsunuz. İnşallah hayırlı ömürler içinde hizmetleriniz nice yıllar daha devam eder. Ve rahmetli annenizin gördüğü rüyada olduğu gibi, hizmet şemsiyeniz ve gönül dostlarınız günden güne bütün dünyayı kaplar... Bizler de bu şemsiye altında olabilmenin güzelliğini lâyıkıyla idrak edebilenlerden oluruz inşallah.


Efendim, sevgi dolu dünyanızın kapılarını bizlere açtığınız için, Hak’ka ve insanlığa hizmete adanmış örnek yaşantınızdan kesitleri içtenlikle paylaştığınız için size çok teşekkürler ediyoruz. Üzerinizde emeği olanlardan Hak’ka göçenlere de Allah’tan sonsuz rahmetler diliyoruz.



 


 


Ve sayın büyüğümüzün “Yaşamak İstiyorum” şiirinden dizelerle tamamlıyoruz sohbetimizi...


“…


Sevmek delicesine, deliler gibi sevmek


Sevgiler içinde yiterek eriyerek


Ta göklere kadar hem


Hem Allah’a kadar sevmek...


 


Sevgiler üstüne kurulmuş dünya


Mayıs akşamları kadar hoş


Madem ki doldurmaya geldik testimizi


Gitmesin elimizde bomboş...”


 


Sabri Tandoğan


“Bekleyiş”

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]