subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Gerçek Şahsiyet


On yedinci Amerika Cumhurbaşkanı bir konuşma yapmak için kürsüye gelir. Akıllı, dengeli, ne söylediğini bilen bir insandır. Tane tane, yumuşak bir sesle, akıcı bir üslupla konuşmaya başlar. Bir süre sonra, küstah, kendini bilmez, saygısız bir milletvekili, alaycı bir ifadeyle kürsüye lâf atar. “Sen,” der, Cumhurbaşkanına, “biraz da terzilik günlerinden bahset.” Cumhurbaşkanı hiç efendiliğini, olgun tavrını, kibarlığını bozmaz. Sesin geldiği tarafa döner; “Evet,” der, “ben cumhurbaşkanı olmadan evvel terzilik yaparak ekmeğimi kazandım. Çoluk çocuğuma dikiş dikerek helâl ekmek yedirdim. Ama ben onurlu, haysiyetli, ciddi ve dikkâtli bir terzi idim. Bir gün bile, gerek elbise provalarında, gerek teslim günlerinde aksama olmadı. Günü gününe, saati saatine işimi yaptım. Bununla da iftihar ediyorum. Gurur duyuyorum. Asıl utanç duyması gerekenler, kirli işlerden para kazanarak çoluk çocuğuna haram ekmek yedirenlerdir.” Meclise bir sessizlik çöker. Deminki terbiyesiz ve saygısız çıkışı yapan adamın yüzü kıpkırmızı olur. Bu, tarihe geçen, ibret verici, düşündürücü, örnek alınması gereken güzel davranışlardan biridir.


Çin’de ihtilâl olmuş, Maocu güçler imparatorluğa son vermiş, idareyi ellerine almışlardır. Son imparator tahtından alınmış, kendisini küçük düşürmek amacıyla bahçıvan yapılmıştır. Bir gün ağaçların dibini çapalarken kızıl muhafızlardan biri gelir. Alay etmek ister imparatorla: “Ooo İmparator Hazretleri, bu ne düşüş böyle. Dün Çin tahtında oturan bir imparatordun, bugün çapa yapan bir bahçıvan...” İmparator bu çirkin hitap üzerine çapasını bırakır, büyük bir edep ve saygıyla; “Sayın muhafız,” der, “ben sizin gibi düşünmüyorum. Olaya sizin gibi bakmıyorum. Evet dün imparatordum. Tahtta kaldığım sürece görevimi en iyi yapmaya çalıştım. Bugün bahçıvanım. Görevim ne ise yine onu en iyi yapmaya çalışıyorum. Dün milletime muhatap oluyordum, bugün ağaçlara. Şimdi ağaçlarla konuşuyor, onlara faydalı olmaya çalışıyorum. Onlarla arkadaşlık yapıyorum. Dün imparator olarak mutluydum. Bugün bahçıvan olarak mutluyum. Saygılarımı sunarım.” Bu cevap üzerine kızıl muhafız utanır, yüzü kızarır ve koşar adımlarla oradan ayrılır.


Efendim, bu iki tarihi olay da bize şunu gösteriyor: Mal, mülk, mevki, makam sahibi olmak başka, şahsiyet sahibi, efendi karakterli, medeni insan olmak yine başkadır. Bugün ne yazık ki birtakım kimseler, lâyık olmadıkları makamlara çıkıp, lâyık olmadıkları ünvanları kazanınca kendilerini bir şey sanıyorlar. Ama insanlık, ama efendilik onlardan o kadar uzak ki. Abuk sabuk konuşmak, firavun gibi hareket etmek onların başlıca özelliği. Çok rahat kalp kırıyor, gönül yıkıyorlar. Ve bu kaba davranışlarından bir nevi gurur duyuyorlar. Geçenlerde televizyonda utanç duyarak böyle bir rektörün konuşmasını dinledim. Evet, rektör olmuş ama adam olamamış. İnsanlıktan, efendilikten, memleket sevgisinden, insan sevgisinden o kadar uzak ki, çok rahat bir şekilde İmam Hatip Okullarının kapatılmasını istiyordu. Hayretler içinde kaldım. Gençlik yıllarımı düşündüm. Hep şu terane tekrarlanırdı; “Efendim, Türkiye’nin geri kalmasına cahil imamlar sebep oluyor. Ne zaman onları okutursak Türkiye kurtulacak.” İşte İmam Hatip Okulları açıldı. O okullardan memlekete birçok kıymetli gençler yetişti. Sayın rektör şöyle deseydi, yine ona olan itimadım bu kadar sarsılmaz, bu kadar kırılmazdım. “Efendim,” deseydi, “Bu İmam Hatip Okulları iyi güzel de, şu tarafları noksan. O noksanların tamamlanması gerekir. Yahut şu tarafları fazla, ifrata gidiyorlar, aşırıya kaçıyorlar. Bu yönlerinin törpülenmesi gerekir.” Evet her müessesenin kendine göre zaman zaman birtakım artıları veya eksileri oluyor. Elbirliği ile efendice, saygılı bir şekilde bunları itidal çizgisine getirmek hepimizin görevi. Ama böyle yapmayıp da köküne dinamit koymak, onu havaya uçurmak, işte burası bana akıl dışı, ilim dışı, insanlık dışı gibi geliyor.


Anadolu’da bir atasözü vardır, çok kullanılır: “Bir kere tökezledi diye bir atı vurmazlar.” denir. Genellikle bu çağdışı, idrak dışı davranışlar, maalesef toplumumuzda çok sık görülüyor. Yazık günah değil mi? Yüce Peygamberimiz; “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır” buyuruyor. Bize düşen görev, fert olarak, toplum olarak, her gün, her saat, hatta her dakika daha iyiye, daha güzele, daha mükemmele gitmek değil midir? Bir söz vardır. Hatasız kul olmaz derler. Hepimizin hataları var, hepimizin artıları, eksileri, noksanlıkları veya fazlalıkları var. Önemli olan, elbirliği ile bunları itidal çizgisine çekmek olmalı. Peygamberimiz bir Hadisinde; “Hayatta hiçbir konuda itidal dışına çıkmayın. İfrat veya tefritlere gitmeyin. Daima orta yolda kalın” buyuruyor. Cemaatten biri; “Ya Resulullah hepsi iyi güzel de, ibadette aşırı gitsek daha iyi değil mi?” diyor. Peygamberimiz cevaben; “Siz siz olun, ibadette dahi aşırıya gitmeyin. Çünkü sizden evvel gelen nice kavimler dinde ifrata gitmek yüzünden helake uğradılar.” buyuruyor.


İtidal çizgisini, ben medeniyetin, efendiliğin, edebin, saygının, güzelliğin ilk harfi olarak görüyorum. Çünkü, insanlık kültür tarihi baştan itibaren incelenecek olursa, hep insanların başına ne geldiyse, ifrata veya tefrite gitmeleri yüzünden geldiğini görürüz. Hayatın bir genel çizgisi var, işleyiş kanunları var. Tek başımıza onları değiştiremeyiz. Altında kalır, eziliriz.


Yıllar önceydi. Olimpiyat müsabakaları yapılıyordu. Televizyonlar müsabakaları günü gününe yayınlıyorlardı. Sıra haltere gelmişti. O günün Bulgar şampiyonu Vasilevski önce Bulgaristan, sonra Avrupa, sonra da olimpiyat rekorunu kırdı. Hakem, yaşlı, tecrübeli bir zattı. Vasilevski’ye döndü. “Bırakalım mı artık?” dedi. Vasilevski, kırdığı rekorların sarhoşluğu içinde; “Hayır,” dedi, “devam edelim.” Bu sefer hakem çok az bir rakam ilâve edilmesinde Vasilevski’yi güçlükle ikna etti. Bulgar şampiyonu itiraz etti. Mütemadiyen; “Daha” diyordu. “Daha çok koyalım. Ben onu da kaldırırım. Ben güçlüyüm.” Hakem çok güçlükle Vasilevski’yi durdurdu. “Gel,” dedi, “çok azdan başlayalım, yavaş yavaş çıkalım.” Biraz sonra o çok az ilâve edilen rakamla Vasilevski halterin başına geçti. Önce zorlandı, zorlandı, sonra birden yıkılıverdi. Bir türlü o koca halterci yerinden kalkamıyordu. O konulan küçücük bir ağırlık Vasilevski’yi perişan etmeye kâfi gelmişti. Hayat böyle efendim. Hepimizin kaldıracağımız bir yük var. Taşıyacağımız bir ağırlık var. Haddimizi bilelim. Efendiliğimizi bilelim. Ölçümüzün dışına çıkmayalım. Güzel başlayalım, güzel bitirelim. Ömer Hayyam bir şiirinde;


“Sevginle gireceğim toprağa,


Sevginle çıkacağım topraktan”


diyor. Bizler de hayatımızı nezih, temiz, efendice yaşayalım, iman içinde çene kapayalım ki, sonumuz da hayırlı gelsin. Allah bunu bize de, yeryüzündeki bütün insan kardeşlerimize de nasip etsin.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]