Hayat Karşısında Tavır Almak
Modern heykel sanatında bir tür var. Adına “mobil” diyorlar. Küçücük parçalar çok ince bir şekilde ucuca ekleniyor ve herhangi bir yerine dokunduğunuz zaman hepsi birden titreşiyorlar. Ben, bugünkü içinde yaşadığımız toplumu, biraz buna benzetiyorum. İnsanlar her gün, hatta her saat yeni bir titreşimle sarsılıyorlar. Eliniz bir gazeteye gitmeye görsün. Aman Ya Rabbi... İlk satırından son satırına kadar insanı ürperten, sarsan, üzen, yoran, bunaltan, daraltan haberler, küfürler, hakaretler, acı sözler. Acaba hiç düşünüyor muyuz, bir insan bedeni bu kadar sarsılmaya, bu kadar ıstırap içinde kalmaya müsait mi? Bir çocuk ruhu, bir genç kızın, bir delikanlının iç dünyası, orta yaşa gelmiş, hayatın bin bir acısıyla yoğrulmuş bir annenin, bir babanın ruh dünyası. Acaba ateşle oynadığımızın farkında mıyız? Geçenlerde bir arkadaşım anlattı. Eline kumanda cihazını almış, televizyonun karşısına geçmiş. Başlamış kanalları gezinmeye. Ama en ufak şekilde de olsa sesi açmamış. “İnanır mısın Sabri Bey” dedi. “O televizyondaki bakışlardan, konuşmalardan, jestlerden, mimiklerden ürperdim. Şöyle sakin sakin konuşan kimse yoktu. Hep kin dolu, hep nefret dolu bakışlar, hep karşısındakini itham eden tarzda el kol hareketleri. Bakışlardan sanki alev fışkırıyor. Çok üzüldüm” dedi. Bir toplum ki, gazetesi böyle, televizyonu böyle, sineması böyle, tiyatrosu böyle. İster istemez insanın dudaklarından Necip Fazıl’ın mısraları dökülüyor:
“Bıçak soksan gölgeme
Sıcacık kanım damlar.
Gir de bir bak ülkeme
Başsız başsız adamlar.
Ağlayın su yükselsin
Belki kurtulur gemi.
Anne seccaden gelsin,
Bize dua et emi.”
Sokakta, caddede yürüyorsunuz. Yumruklar sıkılmış, dişler kenetlenmiş, çehrelerde sıkıntının, stresin, bunalımın çıkardığı sert ve derin çizgiler. Nice evlerde hep aynı dram oynanıyor. “Yemek hazır mı?” veya “Yiyecek ne var?” Hep bu sözleri işittiğimde aklıma Kâinatın Efendisinin tavrı gelir. Bir gün eve gelir. Selâm verilir, hâl hatır sorulur. Hz. Ayşe validemize acıktığını söyler. Müminlerin annesi, “Ya Resulullah, kusura bakma. Misafirler geldi, yemek hazırlayamadım” der. O zaman kâinatın en büyük, en yüce, en güzel insanı, “Önemi yok” der. “Mutfağa bak, ne varsa getir.” Hz. Ayşe seslenir; “Biraz sirke ile, bir parça kuru ekmekten başka bir şey yok.” Peygamberimiz getirilmesini söyler, ekmeğini sirkeye batırarak yer ve “Allah’ım sana şükürler olsun, sirke ne güzel katık” buyurur. Her zaman söylerim, yazılarımda, konuşmalarımda usanmadan belirtirim. Önemli olan hayattaki olaylar değil, o olaylar karşısında takınacağımız tavırdır.
Evet, değer yargılarının alt üst olduğu, birçok çevrelerinde sevginin, saygının, şefkâtin, edebin kalmadığı bir toplumda yaşamak zorunda isek, nasıl bir tavır takınacağız? Davranışlarımızı nasıl ayarlayacağız? Her gün, her saat, her yerde münâkaşa edip, tatsızlık çıkaracak kadar hiçbirimiz güçlü değiliz. İşte işin can alıcı noktası burada. Bir gün, bir pastanede camın önünde oturmuş, çayımı yudumluyordum. Yolun ortasında bir köpek pisliği vardı. Çok işlek bir caddeydi. Binlerce insan mütemadiyen gelip gidiyorlardı. Ama dikkât ettim, hiç kimse o pisliğe basmadı. Herkes kenarından dolaşıyor, ayaklarının ucunun bile pisliğe değmesini istemiyorlardı. İşte diyorum ki, hayat olayları karşısında aynı tavrı takınabilsek, hayat yolunda önümüze çıkan bütün engellere rağmen yine de dürüst, temiz, güzel, efendi olabilsek. O günkü, o anki görevimiz ne ise, sağa sola bulaşmadan, kimseyle dalaşmadan işimizi yapabilsek. Sanırım birçok mesele, bizim için kendiliğinden halledilmiş olacak. Meselâ ben pazara gittiğim zaman, sattığı mal kaliteli de olsa, sinirli, asabi, hırçın, yüzünden melânet akan bir esnafla katiyen alışveriş yapmam. Ve bu gibi durumlarda hep Çinlilerin atasözünü hatırlarım; “Güler yüzlü olmayan dükkân açmasın.” Çünkü, hırçın ve mütecaviz bir esnafla yapılacak alışveriş, eninde sonunda bizi rahatsız edebilir, incitebilir, kırabilir. Ortaokulda Coğrafya öğretmenimiz anlatmıştı. Bazen siklon rüzgârları çıkıyor. Önüne ne gelirse deviriyor. “Yalnız,” demişti hocamız, “bu siklon merkezlerinin ortasında, son derece sessiz, sakin bir tabaka var. Orada her şey huzur dolu, mutluluk dolu, bir sükûnet içinde.” Aradan uzun yıllar geçti, ama ben hocamız Muhsin Bey’in o gün anlattıklarını unutamadım. Ve hep hayatta öyle kalmaya çalıştım. Dışarıdaki şartlar ne olursa olsun, ona uymamak, temiz, nezih, güzel hayatımızı yaşamak. Başkaları kaba konuşuyorsa, sert konuşuyorsa niye onları örnek alalım? Niye Kur’an-ı Kerim’deki Âyetleri hatırlamayalım? Cenab-ı Hak, Hz. Musa’yı Firavun’u Hak’ka davetle görevlendirir. Sonunda; “Ya Musa, Firavun’la konuşurken yumuşak ve tatlı söyle” buyurur. Hayat boyu birçok kavgaların, küskünlüklerin, dargınlıkların bir tek sert bir sözle başladığını gördüm. İnsan sesi o kadar önemli ki, ağzımızdan çıkan sözler, sesimizin yumuşaklığında şekillenmiyorsa, konuşmalarımızın da ne kıymeti kalır? Yunus Emre:
“Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı,
Yağ ile bal ide bir söz”
der. Bazen tatlı, yumuşak, sıcak bir ses tonuyla söylenen birkaç kelime bir kavgayı, hatta bir savaşı önleyebilir. Hepimizin buna ihtiyacımız var. Peki bunu başkalarından bekleyene kadar önce kendimiz yapsak. Başkaları dedikodu yapıyor olabilir, biz yapmayalım. Başkaları yalan söylüyor olabilir, biz söylemeyelim. Mesele çevrenin etkisi altında kalmak değil, o çevreye rağmen kendi efendiliğimizi, güzelliğimizi sürdürebilmektir. “Nâkıs emsal olamaz” diye güzel bir söz vardır. Kendimize negatif örneklerle şekil vereceğimize, tavır alacağımıza, önümüzdeki kâinatın en büyük, en güzel örneğine baksak daha iyi olmaz mı? Resulullah Efendimizin yaşama sanatının en güzel örneği olan Hadis-i Şeriflerini okusak ve sonra onları hayatımızın her bölümünde, meslek hayatında, aile hayatında, sosyal hayatta uygulasak. Bir tek Hadisin bile yaşama geçirilmesiyle, gerek o insanın, gerek o toplumun, pek çok değerler ve güzellikler kazanacağına inanıyorum. Bir tek; “Ya hayır söyle, yahut sus” Hadisinin uygulanması, bir cemiyeti kötü gidişinden kurtarabilir, bir insanı velâyet makamına götürebilir. Bazı kimselerin, “Efendim, çevre böyle istiyor, cemiyetin gidişi böyle, ben istemesem de onlara ayak uydurmak zorundayım” demelerini, ömür boyu asla kabul etmedim. Hep, “Hak bildiğin yola yalnız gideceksin” sözünü rehber edindim. Mâdem ki bu hayat bir sınav yeri, bir er meydanı, savaştan kaçmaya ne haddimiz, ne imkânımız var. Mesele, sonuna kadar yiğitçe direnebilmekte. İyinin, güzelin ve doğrunun yolunda taviz vermeden yürüyebilmekte. Böyle yaparsak başkaları bizi sevmeyecekmiş, beğenmeyecekmiş, bizimle alay edecekmiş. Olabilir. O, kendi bildikleri, bilecekleri bir iş. İslâm’ın ilk müezzini Bilâl-i Habeşi Hazretleri’ne ne zulümler, ne işkenceler yapıldı. Ama o güzel, o mübârek insan hiçbir zaman yılmadı, yolundan dönmedi. Hep Hak bildiği yolda gitti. Gelin, bizler de elâlem şöyle diyor, elâlem böyle diyor saçmalıklarından kendimizi kurtaralım. Yarın din gününde, hesap gününde bizi elâlem değil, Allah yargılayacak. Şimdiden o büyük güne hazırlanalım. Rehberimiz Kur’an, Hadis ve Sünnet-i Seniyye olsun. Biz de sonsuzluk kervanının içinde olalım, dışında kalmayalım. Çünkü dünya ve âhiret saadeti, huzur, güzellik hep orada. Allah bize de, bütün insan kardeşlerimize de bu güzellikleri nasip etsin...
|