subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Önemli Olan Olaylar Değil,Olaylar Karşısında Takınmış Olduğumuz Tavırlardır


Nedir hayata karşı tavır almak? Neden önemlidir? Hayat karşısında alınacak en güzel ve gerçekçi tavır ne olmalıdır? Önce sohbetimizi bununla açalım.


İnsanoğlu istese de istemese de, iradesi dışında yeryüzüne gönderiliyor ve derhal çevresi birtakım sosyal ve psikolojik olgularla çevriliyor. Önce bir aile içinde yaşıyor. Anne, baba, akrabalar, komşular derken, yıllar geçtikçe bu çevre genişliyor, büyüyor. Okul, mahalle arkadaşlarına askerlik, sonra da meslek arkadaşları katılıyor. Yurt dışına seyahatler yapıyor, iş, gezi v.s. orada yeni dostlar ediniyor ve çevre mütemadiyen genişliyor. Belli sayıdaki aile fertlerinin yerini, yeni ilişkiler gittikçe gelişip büyüdükçe, sayısını kendisinin de bilemeyeceği yepyeni kimseler alıyor. İşte bu psikolojik çevrenin yanısıra çocuk yavaş yavaş dünyayı tanıdıkça, yollar, büyük binalar, ibâdet yerleri, okul, stadyum, sinema, gökdelenler, büyük devlet daireleri ve mahkemeler v.s... bir çember gibi çocuğu sarıyor. Onun kafasında sorular, bitmek tükenmek bilmeyen sorular başlıyor akın etmeye. Geceleri gökyüzüne bakıyor, aya, yıldızlara, Samanyolu’na bakıyor, ürperiyor. Hayatın kozmik ve trajik oluşumu karşısında titriyor. Cevap arıyor sorularına. Ama o güzelim düşünceler, o tertemiz, o eşi olmayan ürpertiler, ne yazık ki ertesi gün, hayatın bir zift sağanağı gibi boşalan gerçekleri karşısında eriyip kayboluyor. İnsanın, o güzelim insanın, o yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak gönderilen eşref-i mahlûkatın o en yüce, o en güzel yönü, –korunması için– sabun köpüğü gibi dağılıveriyor. Gazeteler, ruhun katili, güzelliğin ve asâletin, edep ve hayânın, zarafet ve inceliğin düşmanı olan gazeteler, geceleri en temiz ürperişlerle dolan insan gönüllerine katran döküyor...


O her gün en alçakça cinayet filmleri ile, ruh hastası, rezil ve aşağılık, mâbudu para ve menfaat olan insan ruhunun düşmanlarıyla dolu dizi filmlerle, kadını alçaltan et teşhiri reklâmları ile, baş belâsı televizyon, iyi, güzel, temiz ve asil ne kaldıysa hepsini silip süpürmeye memur yedibaşlı canavar televizyon, insan gönüllerine katran döküyor ve her gün yüzbinlerce insan, tertemiz kalplerine rağmen, kafasızlıkları, kültürsüzlükleri, aşk ve iman zâfiyetleri, taktik ve strateji bilmedikleri için, şerre âlet olup, insan gönüllerine katran döküyor.


Ve daha neler ve nelerle, ruhu ve kafası bir zift sağanağı karşısında kalan insanoğlu, ama soylu, ama asil insanoğlu, hayat karşısında nasıl bir tavır takınmalı ki, bütün bu pisliklerin etkisinde kalmadan, hayat yolunda, sağlam adımlarla, insanca, efendice, varoluş amacına uygun olarak yürüyebilsin. İşte şimdi çağımızın en önemli meselesi karşısında bulunuyoruz. Hep beraber bu hususu inceleyerek, günlük hayatımızda yararlı olacak, pratik, somut, işe yarar sonuçlar bulmaya çalışalım.


Her şeyden önce, insanın ayağının yere değmesi gerekir. Nice insanlar vardır ki, bir ömür boyu havalarda uçar. Gelir geçer, ayağı yere değmez. Bitmek tükenmek bilmeyen hayalleriyle, hem kendilerini, hem çevrelerini aldatırlar. Kendilerine gerçek dünya içinde ikinci bir hayal dünya kurmuşlardır. Bir türlü gerçeği göremezler. Çünkü, görmek istemezler. Başarısızlıklarının nedenlerini hep çevrede ararlar. Suç ya falancanındır ya da toplumundur. Sürekli itham ederler. Hiçbir zaman, ben şu konuda hatalı adım attığım için kabahat benimdir diyemezler. Kendilerinde en ufak bir noksanlık olduğunu düşünemezler bile... Tabi sonuçta kaybeden kendileri olurlar. Dış dünyanın gerçekleri ister istemez kendilerini kabul ettirirler.


O halde, ilk yapılacak iş, dış dünyayı –içimizdeki dünya ile ne kadar çelişki içinde olursa olsun– olduğu gibi görmeye, algılamaya çalışmak olmalıdır. Somut gerçekleri, işimize gelsin gelmesin, bütün boyutları ile objektif olarak algılamayanlar, değişik yorumlarla çarpıtanlar, sosyal olguları noksan veya fazla gösterenler, sonuçta ister istemez başlarını gerçeğin kayasına çarparlar, zararları hem kendilerine, hem de çevresindeki insanlara olur. İki kere iki her zaman, her yerde dörttür. Gerçek, kelimelerde değil, somut, yaşanan, canlı varlığın içindedir. Düşünmek demek, hayalleri, varsayımları, kelimeleri aşarak varlığın kendine gitmek, onu olduğu gibi algılamak demektir. Önce kelimelerin boşluğunu anlamak gelir. Büyük iddialar ile hep yükseklerden atan, attığı zaman mangalda kül bırakmayan insanlara bakın, somut gerçeğin ne kadar önemli olduğunu çabucak kavrarsınız. Yaşayışı ile konuşmaları arasındaki çelişkiyi göremeden atıp tutan, palavra sıkan insanlar ne kadar zavallıdır. Kabul de, ya onların dışında yaşayıp da, o çelişkileri görmeden alkış tutanlara ne diyelim. İnsanoğlu, somut gerçeklerden uzaklaşıp da, hayallerinin, kafasındaki fantezilerin esiri olduğu zaman ne kadar zararlı olmaktadır.


Evet, içinde yaşadığımız dünyayı, bütün somut gerçekleri ile, çarpıtmadan, hayallerimiz ile değiştirmeden, oldukları gibi algılamak ilk adımımız olacak. Tabi iş bununla bitmiyor, yeni başlıyor. İkinci adım, bu gerçekler karşısında, müsbet, sağlam, yine hayaller ve fantezilerden sıyrılmış bir tavır almak olacaktır. Doktorun sadece hastalığı teşhisi yetmez. Teşhis ne kadar sağlam, doğru ve gerçekçi de olsa; tedavi cihetine gidilmediği takdirde, hastalık yine devam edecek, belki de hastasının ölümü ile sonuçlanacaktır.


Değerli okurlarım! Hemen her gün yüzlerce defa tekrarlanan bir olay vardır. Birtakım iyi, güzel, temiz, vatansever insanlar bir araya geldiklerinde, söz hemen toplumdaki bozuk, aksayan, bize acı veren, sıkıntı veren konulara geçerler. Kimi başından geçenleri, yediği kazıkları anlatır. Kimi gazeteden edindiği –doğruluğu hiçbir zaman tahkik edilmeyen, edilemeyen– birtakım bilgileri sıralar. Herkes karşısındakini dinlemeden habire kendi bildiklerini söyleyebilmenin telaşı içinde saatler geçer, ayrılma vakti gelir, söz “hayırlı olur inşallah”la bağlanır, sonra vazifesini yapmış insanlara has bir rahatlık ve tatlılık içinde veda ederek ayrılırlar. İşte kendi gerçeğimiz. Kimseye kızmayalım. Öfkelenmeyelim. Hepimiz buyuz. Lâf... lâf... lâf... Dünyamız kelimelerle dolu, kelimelerden ibaret... Sanki yüzüyoruz onların içinde. Gerçeklerden uzak, yaşanan, canlı, gerçek hayattan uzak, kelimelerden meydana gelen bir hayal dünya. Sanki dünyaya lâf üretmek için gelmişiz. En ufak bir harekete teşebbüs etmeden, en ufak bir hareket için öncülük etmeden, sadece şikâyet... İnsanlardan, belediyeden, hükümetten, hayattan, çocuktan, aileden... her şeyden, ama her şeyden şikâyet. Sanki dünyaya bunun için gelmişiz. İnsanlar bir araya bunun için geliyor, bunun için toplantılar yapılıyor, bunun için gazeteler çıkıyor. Kelimelerle besleniyor, keIimelerle yaşıyoruz. Yahut, kelimelerle zehirleniyor, kelimelerle ölüyoruz. En ufak bir hareket bahis konusu olduğu zaman, herkes bir başkasından bekliyor bunu. Öylesine uyuşmuş, öylesine hayattan, gerçeklerden uzaklaşmış bir yaşama tarzı.


Bir gün bir yaşlı akrabamı ziyarete gitmiştim. Gece son otobüsle dönüyorum. Otobüs tenha. Karşımda ben yaşlarında bir yolcu oturuyor. Gazete okumakla meşgul. Birden öfkelendi. Okuduğu gazeteyi büyük bir hiddetle,


– Lânet olsun böyle gazeteye, diyerek buruşturup yere fırlattı. Büyük bir asabiyet bütün vücudunu sarmıştı. Konuşmak, dertleşmek ihtiyacı içinde olduğu her halinden belli oluyordu. Ben, sükûnetle kendisini seyrediyordum. Birden bakışları bakışlarımı aradı, ıslık gibi bir sesle


– Öyle değil mi efendim, dedi ve ilâve etti.


– Aile içine girecek bir gazeteye bu kadar açık bir kadın fotoğrafı koymak, hayâsızlık olmuyor mu? Her halinden cevap beklediği belli idi. Döndüm ve sükûnetle


– Beyefendi, siz bu gazeteyi kaç yıldır okuyorsunuz? dedim.


– Yirmi yıl geçti, diye cevap verdi.


– Kimbilir bu yıllarda daha böyle niceleri yayınlanmıştır. Neden bugün sinirlendiniz. Çünkü o gazetenin temel yayın felsefesi bu. Çıktığı sürece de daha niceleri yayınlanacak. Neden müsbet bir tepki göstermiyorsunuz. Neden bir mektup yazıp, gazete sahibine, yazı işleri müdürüne, şu... şu nedenlerle artık gazetenizi almayacağım. Böyle devam ettiğiniz takdirde, sözümün geçtiği arkadaşlarıma uyarılarda bulunarak onların da aImamalarını söyleyeceğim, demiyorsunuz. Sadece şikâyet etmek, söylenmekle hangi mesele halledilebilir, dedim.


– Aman efendim, diye cevap verdi. Devamla:


– O gazeteyi yüzbinlerce insan okuyor. Bir ben bırakmışım, ne ifade eder. Devede kulak bile olmaz. Nasıl olsa, yine bildiklerini okurlar, dedi. Dayanamadım:


– İşte beyefendi, dedim. Medenilik şuuru denilen, şahsiyet denilen husus o ince noktada başlar. Siz ne yazık ki, oraya gelememişsiniz. Kendinizi hor, hakir, beş para etmez görüyorsunuz. Hatanız burada başlıyor ve zincirleme devam ediyor. Sizin için önemli olan dış âlemde var olan hatalar, yanlışlıklar, edepsizlikler değil, onların sizin sınırınızda durup durmamasıdır. Sizin bir noktada onlara dur demeniz önemlidir. Sizin için önemli olan, o gazetenin yüzbinlerce satması değil, sizin o gazete için,


– Hayır, bu yayın politikası böyle devam ettiği sürece, bu gazete benim evime giremez, diyebilmenizdir. Bunu dediğiniz, diyebildiğiniz anda siz medeni, aklı başında, şuurlu, şahsiyet sahibi bir insansınız.


Hiç sesini çıkarmadan dinledi. Başını öne eğdi. Cevap vermedi. Otobüsten inerken, döndü,


– Teşekkür ederim, keşke bu sözleri daha önce söyleyen biri çıksaydı, dedi.


Hayat karşısında müsbet tavır almanın ikinci şartı, olaylar karşısında, duygusallığa kapılmadan, akılcı yoldan, en güzel şekilde tepki göstermek oluyor. Nedense bizim toplumumuzda tepki göstermek kavramı da yanlış anlaşılıyor. Tepki göstermek demek, hiddet buhranlarına kapılarak, sövüp saymak, vurup dökmek, yakıp yıkmak, çılgına dönerek karşısındakinin gırtlağına sarılmak değildir. Tepki göstermek, karşımıza çıkan meselenin halli için, zamana ve zemine göre en uygun çözüm yolunu bulup, onu uygulamaya geçmek demektir. Bu iş de, öfke ile bağırıp çağırıp yumruk sıkmakla değil, bilâkis son derece sakin bir kafa ile düşünerek, o an için en uygun taktik ve stratejiyi akılcı yoldan bulup uygulamaya geçmekle olur.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]