subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Eğitim Adına Sahtekârlık


Sabah kahvaltısına oturmuştum. Birden telefon çaldı. Açtım, “Buyurun efendim.” dedim. Telefondaki ses, “Efendim,” dedi. “Sizi İstanbul’dan arıyorum. Ben bir hastanede çocuk mütehassısı olarak görev yapıyorum. Sizi yıllardır tanıyorum. Yazılarınızdan, kitaplarınızdan, televizyon konuşmalarınızdan, internetteki sitenizden yıllardır sizinle görüşüyorum. Bugün bir hususta fikrinizi almak istedim. Lütfen beni aydınlatır mısınız? Acaba ben mi yanlış düşünüyorum. Kızım lise son sınıfta. İstanbul liselerinin birinde okuyor. Dün okuluna gitti. Kapıda müdür karşılıyor. Niye geldin, diyor. Okulda ne bir tek öğretmen, ne bir tek öğrenci var. Gelmenin sebebini anlayamadım. Kızım; Hocam, diyor, okula gelmezsem devamsızlıktan sınıfta kalırım. Müdür; daha öğrenemedin mi, diyor. Bütün arkadaşların para verip sahte rapor alırken, senin aklın neredeydi. Sen de git, sahte rapor verecek bir sahtekâr doktor bul, raporunu al, devamsızlıktan kurtul.” Doktor hanım bunları anlattıktan sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Efendim,” dedi, “bu ne biçim iş. Bu ne biçim doktorluk. Bu ne biçim okul, bu ne biçim okul müdürlüğü. Olay beni fevkalâde müteessir etti. Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz? Dershane sahipleri milyoner, trilyoner olacak diye Milli Eğitim kendi kendisini yok ediyor, zelil bir duruma düşürüyor, farkında değiller mi? Biz kendi ellerimizle daha okullarımızda yarının sahtekârlarını yetiştiriyoruz. Para için rapor yazan doktor, sağlam bir insana, aslan gibi bir delikanlıya, pırıl pırıl bir genç kıza hasta raporunu verirken elleri titremeyecek mi? O aldığı para ona zehir zıkkım olmayacak mı? Yarın Allah’ın huzuruna çıktığı zaman acaba bunun hesabını nasıl verecek? Acaba Milli Eğitim Bakanlığı bu iğrenç durumu öğrendiği zaman tahkikat için müfettişler gönderecek mi, yoksa görmezden mi gelecek? Yoksa bazı müdürler, bazı öğretmenler dershanede görev alarak ceplerini mi dolduracaklar? Lütfen beni bu konuda aydınlatın. Yanlış düşünüyorsam yanlışımı gösterin. Saygılarımla.”


Sayın doktor, telefonda söylediklerinize tamamen katılıyorum. Aynı fikirdeyim. Yerden göğe kadar haklısınız. Bu durum Türk eğitimi adına, insanlık kültürü adına utanç verici bir durum. İnanın siz telefonu kapattıktan sonra bir süre ağladım. Memleketim için, o gencecik pırlanta çocuklarımız için, yıkılan Türk ailesi için, unutulan İslâm ahlâkı için hüngür hüngür ağladım. Ve bu âdeti ilk çıkaranlar için beddua ettim. Benim havsalam almıyor. Kendi ellerimizle çocuklarımızı sahtekârlığa, yalancılığa itiyoruz. Bütün bunlar niçin? Bir diploma için bu kadar yalancılık, samimiyetsizlik, sahtekârlık aklın alacağı bir husus değil. Benim oğlum, kızım doktor olmuş, hukukçu olmuş, mühendis olmuş ama sahte rapor veriyor, yaptığı işin malzemesinden çalmayı doğal görüyor. Ama rüşvet alınıp verilmesini tabi karşılıyor, hatta aracı oluyor. O zaman benim yetiştirdiğim çocuğun ne kıymeti kaldı. Oğlum bakkal olmuş, manav olmuş, kızım terzi olmuş, ama onurlu, ama insan, ama dürüst. Sorarım size, deminki sahtekâr insanlardan daha iyi bir evlât yetiştirmiş olmaz mıyım? Nedir bu diplomaya düşkünlük? Sokaklar yüzbinlerce üniversite mezunu işsizle dolu. Yıllardır bu böyle sürüp gidiyor.


Almanya’da konsolosluk yapan bir arkadaşım anlatmıştı. Bir gün, bir hamal tutması gerekiyor. Yolda beraber gidiyorlar. Arkadaşım mesleğinin dışında çok okuyan, gerçekten kültürlü bir insandı. Hamalla konuşurlarken bir şey dikkatini çekiyor. Hamal Goethe’den bir cümle söylüyor. Arkadaşım hayret içinde. Hamala soruyor; “Bu cümle size mi ait, bir yerden mi aldınız?” Hamal; “Efendim,” diyor, “bu cümle Goethe’nin Faust isimli eserinin filanca sayfasında var.” Arkadaşımın hayreti daha çok artıyor. “Siz nereden biliyorsunuz?” diyor. Hamal; “Efendim,” diyor. “Ben on iki yıldır Goethe ve Faust üzerinde çalışıyordum. Bir kitap hazırladım, basılması için matbaaya verdim. Eğer ilgiliyseniz baskı bittikten sonra size kitabımı hediye edebilirim. Aradan yıllar geçti. Arkadaşımdan dinlediğim bu hatırasını hiç unutmadım. Mesele diploma değil. Acaba bugüne kadar Alman Edebiyatı kürsüsünde profesörlük yapan kaç kişi Goethe ve Faust hakkında bir eser verebildi? Hatta kaç kişi bir makale yazabildi. Efendim, adam olmak için, gerçek kültürlü bir insan olmak için ille de diplomalı olmak şart değil. Benim gençlik yıllarımda edebiyat âleminde gerçekten herkesin çekindiği bir insan vardı: Nurullah Ataç. Profesörler bile Nurullah Ataç ile münakaşa yapamazlardı. Çünkü pek çoğu onun kadar kitaba ve okumaya düşkün değildi. Ama bu Nurullah Ataç, ilkokul mezunu idi. Kendi kendini yetiştirmişti. Türk edebiyatının en büyük romancılarından ve fıkra yazarlarından biri olan Peyami Safa da orta ikiden ayrılmıştı. Hayatı boyunca Peyami Safa ile polemiğe girip de kaybetmeyen bir kişi olmadı. Son devrin büyük velilerinden Mamaklı Ahmet Kayhan Hazretleri hayata hamal olarak başlamış, bahçıvan olarak bitirmişti. Ama ben nice profesörlerin, bakanların, Efendi Hazretlerinin elini öpmek için kapıda kuyruğa girdiklerini gördüm. Hayat bugünkü bazı insanların sandığı gibi paradan, puldan, mevki, makam, rütbeden, diplomadan ibaret değil. Önemli olan insan olabilmek, insan-ı kâmil olabilmek. Hazret-i insan makamına yükselebilmek. Aman dikkatli olalım. Çocuğumuzun diploma sahibi olmasından evvel adam olmasına, bir beyefendi, bir hanımefendi olarak yetişmesine gayret edelim. Bugün öyle servet sahibi insanlar var ki, öyle makam sahibi insanlar var ki, yüzüne tükürseniz, tükürüğünüze yazık olur. Hani herkesin bildiği bir Anadolu hikâyesi vardır. Adam vezir olmuş, sonra babasını ayağına çağırtmış. Bak baba demiş, gördün mü? Sen bana adam olamazsın derdin. Bak gör, ben vezir bile oldum. Adamlarıma emir verdim, seni buraya getirttim. Baba gülmüş. Ah evlâdım demiş. Ben sana vezir olamazsın demedim ki. Ben sana adam olamazsın dedim. Nitekim beni ayağına çağırtmakla bunu ispat etmiş oldun. Hayat bir bütün, bir kompozisyon. Diploma onun bir nüansı.


Nice zaman var ki, biz toplum olarak ne yazık ki nereden geldiğimizi, niçin yaşadığımızı, nereye gideceğimizi bilemiyoruz. Bir belirsizlik, bir müphemiyet, bunun yanı sıra bir şüphecilik ve önyargılar bütün hayatımıza girmiş durumda. Başta aile hayatı olmak üzere, iş hayatı, sosyal hayat sürekli negatifler bombardımanı altında. Medya bu çöküşü, bu yıkıntıyı süratlendirmek için elinden geleni yapıyor. Bazı nezih aileler televizyonlardaki çirkin programlar yüzünden televizyonu açmaya çekiniyorlar. Bir kısmı boykot ediyor, hiç açmıyor. Eğer bir toplumda sahtekârca alınan, çirkin ve kirli raporlar yıllardır devam ediyorsa, o toplumun düşünen kafalarının bir an da olsa başlarını önlerine eğip düşünmeleri gerekmez mi? Şair ne güzel söylüyor:


“Bıçak soksan gölgeme


Sıcacık kanım damlar.


Gir de bir bak ülkeme


Başsız, başsız adamlar.


 


Ağlayın su yükselsin


Belki kurtulur gemi.


Anne seccaden gelsin,


Bize dua et emi.”


İnsanlık ailesinin bugüne kadar yetiştirdiği en büyük insanlardan biri olan Yunus Emre Hazretleri meseleyi ne güzel özetlemiş:


“İlim ilim demektir


İlim kendin bilmektir


Sen kendini bilmezsin


Ya nice okumaktır.”

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]