subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Yürüyeceğimiz En Güzel Yol


Başlangıçtan itibaren gelecek konusu insanların kafasını meşgul etmiş, zaman zaman çeşitli kimseler bu konuyu işlemişler, çözmeye çalışmışlardır. Bu arada kendilerine medyum denilen, falcı denilen kimseler, insanların bu tecessüsünü kullanma yoluna gitmişler ve muhtelif istismar yolları bulmuşlardır. Bir zamanlar bu konuda medyada çeşitli tipler boy göstermişler, ceplerini doldurmuşlardır. Ama sürekli olarak çevreden ilgi görmüşler, kendilerini bir şey sanmışlardır. Bunların hepsi, aslında olaylar karşısında nasıl davranacağını bilemeyen şaşkın insanların ortaya koyduğu traji komik durumlardır. İslâm, gayba inananların dinidir. Bizler gaybı bilemeyiz. Arada olağanüstü durumlar ve olağanüstü insanlar çıkmışsa da sonuç değişmez. Öteden beri merak ederim. Bu geleceğini öğrenmek isteyen insanlar, acaba ateşle oynadıklarının farkına varmışlar mıdır? Bana göre, hayatı güzel, anlamlı, çekici kılan biraz da gaybı bilemememizdir sanırım. İnsanın bu merak içinde yaşayanlara, “Kardeşim, öğrenip de ne yapacaksın? Eline ne geçecek?” diyesi gelir. Acaba bizler gaybı kurcalarken biraz da edep hududunun dışına çıkmış olmuyor muyuz? Hemen bütün mutasavvıflar, “Dem, bu demdir, dem bu dem” diyorlar. Önemli olan ânı yaşayabilmek, ona, güzel, renkli, ışık dolu bir anlam verebilmektir. Şimdi güzel yaşayanlar geleceklerini de sağlama bağlamış olmuyorlar mı? Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde; “Ve bir an yaşıyorum, bütün bir ömre bedel” diyor. Sürekli dünle, yarınla meşgul olanlar, ânın güzelliğini, ihtişamını yakalayamazlar ki. Bazı insanlar görürsünüz. Sürekli, vaktiyle kaçırdıkları fırsatların yasını tutarlar. Ah, derler, o arsa kaçar mıydı, keşke önüme kadar gelen o fırsatı tepmeseydim. Keşke, keşke diye ömür boyu dövünüp dururlar. Ama onlar, ânın güzelliğini kaçırdıklarını, o kaçan pırlanta zamanların bir daha gelmeyeceğini düşünüyorlar mı? Bazı kimseler sürekli geleceğe ait hayaller kurarlar. Bugünü yaşamıyorlardır. Akılları fikirleri şöyle yapacağım, böyle edeceğim hayalleriyle doludur. Bir düşünseler ki, yarına çıkacağımızı kim garanti edebilir? Dikkât ettim, hayatta mutlu, huzurlu ve başarılı olanlar, hep dünün pişmanlıklarıyla oyalanmayan, geleceğin parlak hayalleriyle kendilerini avutmayan, ama ânını yaşayıp, onu değerlendirmeye çalışan kimselerdir. Bugünler, yarınların tarlası gibidir. Bugün ne ekersek yarın onu biçeriz. Bugünümüzü dürüst, temiz, faydalı ve hayırlı geçirmekle aynı zamanda geleceğin de temellerini atmış olmuyor muyuz? Resulullah Efendimiz, “Bir insanı sevdiğin zaman onu hemen söyle, yarına bırakma. Yarın ikinizden biri için çok geç olabilir” buyuruyor. Bu durum fertler için olduğu gibi, toplumlar için de böyledir. Sonuç değişmez. Japonya İkinci Cihan Harbi’nden yeni çıkmıştı. Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombaları Japon insanının ruhunda derin yaralar açmıştı. Ama o insanlar ahü vah edip sızlanmadılar, ağlamadılar. Olan olmuş, biten bitmiş dediler. Biz bundan sonrası için ne yapabiliriz? Kolları sıvadılar. Her bir Japon, vatanın kurtuluşu için canla başla çalıştı. Arka arkaya hamleler yaptılar. Ve hepsinde başarılı oldular. Bizim gençliğimizde saat denince akla İsviçre saati gelirdi. Dakik, muntazam, dikkâtli insanlar için “İsviçre saati gibi adam” derlerdi. Ama Japonlar öyle bir aşkla işe başladılar ki, İsviçre saatinin pabucunu dama attılar. Bu iş öyle zorla, dayatmayla değil, kendiliğinden oldu. Japonların piyasaya sürdükleri saatler hem daha zarif, daha güzel, daha ince yapılı, hem de İsviçre saatinden daha hassas, daha dakiktiler. Ne ileri gidiyor, ne geri kalıyorlardı. Dakikası dakikasına doğru zamanı gösteriyordu. Bu zaferlerinden sonra daha da artan enerjileriyle otomotiv sanayiine geçtiler. Çok kısa bir sürede Japon arabaları bütün dünyada ün kazandı, beğeni kazandı, takdir topladı. Bugün Amerika’da bile, yollarda daha çok Japon arabalarını görüyorsunuz. Hayat böyle efendim. Hep daha iyiye, daha güzele, daha mükemmele gitmek için, önce içinde bulunduğumuz zaman dilimini değerlendirmek gerekiyor.


Bazı kimseler, kafalarına koydukları, olmasını istedikleri bir iş olmayınca üzülürler. Teessüre kapılırlar. Bazıları daha ileri gidip, sıkıntıdan kendilerini yer bitirirler. Acaba bir an için düşünseler, o iş olsaydı kendileri için hayırlar, güzellikler, mutluluklar getirecek miydi? Yoksa bugünkü durumlarını aratan pozisyonlar mı ortaya çıkacaktı, bilmiyoruz. Oysa bunda da bir hayır var deyip, önündeki işine koyulsa, onu daha mükemmel bir şekilde başarmaya çalışsa durumları daha iyi olmaz mı? Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şiiri hepimiz için ne güzel bir direktiftir;


“Hak şerleri hayreyler,


Zannetme ki gayreyler.


Mevlâ görelim neyler,


Neylerse güzel eyler”


mısralarında ne muhteşem bir gerçek anlatılıyor. Hepimiz bunu günlük hayatımızda yaşayabilsek, uygulayabilsek, huzurumuz, mutluluğumuz daha çok artmaz mı?


Önemli olan, adına hayat denilen çeşitli imtihanlarla dolu şu kısacık zamanda güzel bir ömür sürmek değil midir? Yunus Emre ne güzel söylüyor; “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” Hiçbirimizin ahü vahla geçirilecek bir tek dakikamız dahi yok. Yol uzun. Yük ağır. Bu yükle bu yola dayanamayız. Yüklerden kurtulalım. Hep bir hoşluk, bir güzellik, bir edep ve incelik içinde yaşayalım.


Yıllar önce gazeteci, yazar Oktay Akbal çok sıcak bir yaz gününde Cağaloğlu Yokuşu’ndan çıkmaktadır. Önünde bir hamal, sırtında kocaman bir yük yürümekte, yürürken de türkü söylemektedir. Gazeteci dayanamaz sorar. “Kardeşim,” der, “benim elim kolum bomboş. Ama yine de bu sıcakta yürürken çok zorluk çekiyorum. Sen nasıl olur da bu kadar büyük bir yükün altında türkü söyleyebiliyorsun?” Hamal cevap verir. “Bey,” der, “sen bu işleri anlamazsın. İçim düzgün olunca en ağır yük bile bana vız gelir.” Bunu yıllarca evvel bir gazetede okumuştum. Beni çok etkiledi. O günden beri düşünürüm. Galiba hamal haklı. Mesele, için düzgün oluşunda. İçimiz düzgün olmayınca, gidişimiz Hak yolda, hayır yolunda olmayınca kendimize ne dertler icat ediyoruz. Ve kendimizi ne güzel aldatıyoruz, farkında bile değiliz. Hayatta dertsiz insan olmaz. Tek istisna olmadan hepimiz çeşitli imtihanların süzgecinden geçiyoruz. O sınavlarda başarılı olabilmek için galiba her şeyden önce içimizin düzgün olması gerekiyor. Şuna bir inanabilsek. Bir şeyin olması bizim için mukadderse, onun oluşuna hiç kimse engel olamaz. Eğer mukadder değilse, dünya bir araya gelse yine olmaz. Olayların kendine göre bir hâl dili var. O dili bir çözebilsek, her şey kendiliğinden halledilecek…


Düğümler çözülecek, ama bütün mesele o dili öğrenebilmek, hissedebilmek, yaşayabilmek. Hadiselerin oluşundan önce hiçbirimiz bu bizim için hayır mı getirecek, şer mi getirecek bilemiyoruz. O zaman güzel bir teslimiyetle kendimizi olayların akışına bırakmak daha doğru bir davranış değil midir? Yüzme öğrenmek için deniz kenarında önce korkuları, endişeleri bırakmak, kendimizi yumuşacık bir davranışla denizin sularına teslim etmek gerekmez mi? Çırpındıkça dibe batarız. Halbuki kendimizi bırakıversek su bizi kendiliğinden kaldırır. O zaman korktuğumuz deniz bize güzel bir yatak gibi gelir. Hayat da böyle. Biz adımlarımızı düzgün atalım. İstikametimizi hayra ve güzelliğe çevirelim, gerisi kolay. Kim hayat yolunda başladığı işe Besmele çekerek, “Allah bize yar ve yakındır.” diyerek emin adımlarla yürürse, sonuçta o güzelliklerle kucaklaşır. Mevlânâ; “Hangi tohum zamanında Besmeleyle, güzellikle ve iyi niyetlerle atıldı da yeşermedi?” diye sorar. Çevremizden hep işitiriz. Hayat şöyle değişti, böyle değişti, çevre kötü insanlarla, kötü tuzaklarla doldu diye diye önce kendi moralimizi bozar, şevkimizi azaltır, çalışma gücümüzü kırarız. Peki, eşek arısı var diye, arı bal yapmaktan vazgeçiyor mu? Zaman aynı zaman. Dem bu dem. Bırakalım bu boş sözleri. Her şeye rağmen yine günümüzde de çok güzel, çok değerli, pırlanta insanlar var. Biz de onlardan biri olmak için ne bekliyoruz? Yunus bir şiirinde;“Bu dünya dopdolu kalleş, her birinden bir ses gelir” diyor ama sonunda kendi Hak bildiği yolda giderek; “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” diyor. Ve bize ne güzel bir hedef gösteriyor. Önemli olan Allah’ın ve Resulünün yolunda, o Hak ölçüler içinde emin adımlarla hayat yolunda yürüyebilmek. Yapabilenlere ne mutlu. Allah bizlere de, o temiz yola girmeyi, sonsuzluk kervanında yürümeyi nasibetsin...

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]