Bugünlerde günün muhtelif saatlerinde aklıma sık sık Yunus Emre’nin “Cümle yerde Hak nazır, göz gerektir göresi” mısraları geliyor. Allah öyle güzel, öyle muhteşem bir dünya yaratmış ki, Kur’an-ı Kerim’deki “Ne yana bakarsan bak Allah’ın vechi oradadır” Âyetini ürpererek hatırlamamak mümkün mü? Her zerrede ayrı bir ihtişam, ayrı bir güzellik. Bazen gözle çok zor görülen, bazen gözle bile görülemeyen küçük, çok küçük bir canlıda yaratılış mucizesini görmek, insanı ürpertiyor. O ufacık canlı görüyor, işitiyor, hazmediyor, aldığı gıdanın işe yaramayan kısmını posa olarak dışarı çıkarıyor. Hareket ediyor, koku alıyor, aklediyor. Aman Yarabbi, insanın hayretten hayrete düşmemesi imkânı var mı? Mikrokozmozdan makrokozmoza uzanan akıl almaz güzellikte bir kâinat. Kur’an-ı Kerim’deki “Düşünenler için ibretler vardır” Âyeti, ne kadar anlamlı. Yunus’un “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” mısraı beni zaman zaman düşündürüyor, hayretler içinde bırakıyor, bazen ağlatıyor. Hayret makamı ne güzel, ne yüce bir makam. Namazdan sonra tespih çekerken “Süphanallah” diyoruz. Bunun bir hayret makamı olduğunun farkında mıyız? Acaba hayatında bir kere olsun, bir yaz gecesi yıldızlara bakarak ürpermeyen, huşû içinde kalmayan, ağlamayan bir insan olabilir mi? Fazıl Hüsnü Dağlarca ne güzel söylemiş;
“Geceler geceler içindesin,
Anlaşılmaz gecelerin teki,
Kimi aşk diyor, kimi ölüm, bu ne ki”
Bir kar yağıyor, milyarlarca kar tanesi yere düşüyor. Fizik bilginleri, bu kar tanelerini özel lâmlara almışlar. Özel fotoğraf makineleri ile fotoğrafını çekmişler. Aman Yarabbi, birbirine benzeyen iki kar tanesi, şimdiye kadar tespit edilememiş. Her zerrede vahdâniyetin ayrı tecellisi. İmza atmasını bilmeyen insanların parmak izleri alınır. Parmak izi, bazıları güler ama bilmedikleri için, hukuk yönünden çok değerlidir. Çünkü bugüne kadar, parmak izleri birbirine benzeyen iki insan yaratılmamış. İmzanın taklidi olur ama parmak izinin olmaz. Hangi konuyu ele alırsanız alın, karşımıza Kur’an-ı Kerim’deki “Allah, her an yeni bir şe’n üzeredir.” Âyet-i Kerimesi çıkıyor.
“Deli eder insanı bu dünya
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç”
Bu çıldırtıcı güzellikteki dünya karşısında, bazen ürpererek, bazen ağlayarak, bazen düşünüp hissederek hayran olmak varken, günümüz insanının içine düştüğü çukur ne kadar üzücü. Sıkıntılar, bunalımlar, stresIer, kavgalar, münâkaşalar, kalp kırmalar, küskünlükler, dargınlıklar, kırgınlıklar, ne oluyoruz Efendiler, nereye gidiyoruz? Kimin malını, kimden kıskanıyoruz? Kime darılıyoruz? Hiç düşündük mü? Şu yaşadığımız hayatın gelip geçici bir misafirhane olduğunu acaba akıl edebiliyor muyuz? Sorarım sizlere, insanın bu hayatta “benimdir, bana aittir” diyebileceği nesi var? Hepimiz misafiriz, hepimiz bir emânetçiden başka bir şey değiliz. Paramız, pulumuz, yatımız, katımız, mevki, makam, rütbemiz hepsi ama hepsi gelip geçici bir emânet. Eski İstanbul terbiyesinde “benim, bana ait” kelimelerini kullanmak cehaletin, görgüsüzlüğün, ilkelliğin bir ifadesi olarak kabul edilirmiş. Meselâ bir köşkün, bir yalının önünden geçerlerken sorarlarmış; “Efendim; bu köşk sizin mi, bu yalı size mi ait?” Adam cevap verirmiş; “Estağfurullah efendim. Şimdilik, emâneten oturuyoruz.”
Geçen ay İstanbul’daydım. Bir operasyon geçirdim. Hastanede pansumanımı yaptırmış dönüyordum. Taksi şoförü bir köşkün önünden geçerken “Efendim” dedi, “Sakıp Sabancı’nın Atlı Köşkü.” Ürpererek baktım. Köşk yerinde duruyordu. At heykeli köşkün bahçesinde, ama merhum Sakıp Sabancı gitmişti. Neden bilmiyorum, bu olay beni günlerce düşündürdü. Aslında hepimiz emânetçi olduğumuzun bilincinde olsak, herhalde hayat, yaşamak, varoluş bugünkünden farklı olur. Bir ihtiras ki, gözleri bürümüş, gönülleri sarmış; para ve mal. Öyleleri var ki, onlara Uhud Dağı kadar para, döviz ve altın verseniz, gözleri yine doymaz. Halbuki büyük Yunus ne güzel söylemiş,
“Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi,
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan”
Yarabbi, Yunus’un bir tek mısraı çağımızın problemlerine ne güzel ışık tutuyor.
“Bunca varlık var iken
Gitmez gönül darlığı”
Şehrin büyük caddelerini dolaşın. İnsanların yüz ifadelerine bakın. Sıkılmış yumruklar, kenetlenmiş dişler, alev saçan bakışlar. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde “Adamlar korkunç anneciğim” diyordu.
Gidin hepsini teker teker dinleyin. Hepsi nefsânilikten doğan, incir çekirdeğini doldurmayan minicik meseleler. Yunus boşuna söylememiş; “Seni deli eden şey, yine sendedir sende” diye.
Biz kendi içimizdeki sonsuz kâinattan habersiz, hep sebepleri dışarıda arıyoruz. Mısrî Niyazi ne güzel özetlemiş;
“Ben taşrada arar idim
Ol can içinde can imiş”
Ben Danıştay’da çalışırken, bir odacı Hüsamettin Efendi vardı. Aldığı odacı maaşından başka on para geliri yoktu. Hüsamettin Efendi, hayat boyu kimseden on para ödünç almadı. O maaşıyla beş nüfusa baktı. İki kızına üniversite tahsili yaptırdı. Hanımıyla beraber Hacca gidip geldi. Hiçbir zaman ağzından para, pul kelimeleri çıkmadı. Şikâyet etmedi. Sadece sabretti, şükretti, kanaat etti. Ortaya pırıl pırıl bir şahsiyet çıktı. Çocuklarını da gül gibi yetiştirdi.
Ayaklarını yorganlarına göre uzatmayanlar, hayatta hiçbir zaman mesut ve bahtiyar olamazlar. Bir öğrenebilsek sevgiyle bakırın altınlaştığını. Bir “Sevmek, devam eden en güzel huyum” diyebilsek. Bir Yunus gibi “Aşk gelicek, cümle eksikler biter” diyebilsek. Kafamızın içindeki nefsten doğan kavgalara bir son verebilsek. Nerede sevgi, orada Allah diyebilsek. “Seviyoruz seviliyoruz, güzelliğimiz bu yüzden” diyebilsek. O zaman huzur, mutluluk ve bütün kâinat bize de altın ışıklarını serpecek. O zaman biz de;
“Ben Cihanın altın terazisine
Ağırlığımca sevgi vermişim
Ses edin uzak milletlerin gençleri
Bütün antenlerimi germişim” diyebileceğiz.
Allah bu güzellikleri cümlemize nasip etsin...