Devlet-Millet İlişkilerindeki Hassas Nokta
Yüzyıllarca önceydi, o zamanki başkent İstanbul’da her hafta Salı günleri “Kubbealtı Toplantıları” yapılırdı. Padişahın riyasetinde sadrazam, vezirler ve devletin ileri gelenleri, bu toplantılarda hazır bulunurlardı. Bu toplantılar herkese açıktı. İnsanlar şimdiki gibi yapayalnız, kimsesiz değillerdi. İcabında rüşvet alan bir kadıyı, zamanın padişahına bir çöpçü, bir hamal bile rahatlıkla şikâyet edebilirdi. O zaman devletle millet arasına şimdiki gibi birtakım asalaklar girmemişti. Vatandaş hakkını yiyen, zulüm gördüğü, kötülük gördüğü, ihânet gördüğü insanları zamanın devlet büyüklerine anlatabilirdi. Sonuna kadar dikkâtle, edeple, incelikle, saygıyla dinlenir, gereken yapılırdı. Ama atlatarak değil, çocuk kandırır gibi onun izzet-i nefsiyle oynanmadan gereken yapılırdı. O günler güzel, hoş, temiz günlerdi. Ve onlar mert, samimi, içi dışı bir, yalansız, riyâsız güzel insanlardı. Sonra olanlar oldu, devletle millet arasındaki bağlar koptu, millet halk olmuştu. Halk artık sadece seçim zamanlarında oy almak için kandırılan aptal, geri zekâlı insanlardı bazı kimselerin gözünde. Onlara her türlü yalanı söylemek mübahtı, asla gerçekleşmeyecek işler rahatça söyleniyor, inşallahla, maşallahla işler hallediliyordu.
Bugün kimin ne haddine cumhurbaşkanıyla, başbakanla, bakanla, bir milletvekili ile, bir müsteşar ile, bir genel müdür ile görüşmek? Deneyin isterseniz, ben ezbere konuşmuyorum. Geçenlerde anlattılar, bir vatandaş (65-75 yaşlarında bir vatandaş) bakanla görüşmek ister, özel kaleme gider. “Hayır” derler, “Sen bakanla görüşemezsin.” Vatandaş, “Öyleyse” der, “Bakan danışmanıyla görüşeyim.” Kendisine sorarlar; “Sen nerelisin?” Vatandaş cevap verir; “Ben Kızılcahamam’lıyım.” “Hayır” derler, “Sivas’lı olmadıkça bakan danışmanıyla da görüşemezsin.” Yaşlı adam üzülür, başını önüne eğer ve “Ben bugüne kadar Kızılcahamam’lı olmanın bir suç olduğunu bilmiyordum” der ve ağlayarak uzaklaşır. Bir emekli banka müdürü hanımefendi, sadece ama sadece memleket kültürüne hizmet etmek için bir milletvekilini sayısız defalar aradı, ama hiçbir arayış cevap vermedi. Bu örnekleri yüzlerce, binlerce çoğaltabiliriz. Sonuç hep aynı, birtakım insanlar, birtakım yerlere gelince halkla ilişkilerini kesiveriyorlar. İtirazları işitir gibiyim, bizim dinlenme hakkımız yok mu? Kuzum siz çalıştığınızı mı sanıyorsunuz, ne dinlenmesi. Bir tarihte, bir televizyon kanalında konuşmalar yapıyordum; açık açık ilân ettim, derdi olan, sıkıntısı olan, sorunu olan herkes beni 24 saat arayabilir dedim. Ben bu çağrıyı sadece Allah rızası için yaptım, hiçbir konuşmamdan on para ücret almadım. Hiçbir karşılık beklemedim, Allah şahittir. Ama birtakım kirli eller, o konuşmaları kestiler, ne zaman Kızılay’a çıksam kadın-erkek, genç-yaşlı birçok insanlar görüyorum, ağlayarak ellerime sarılıyorlar. Siz diyorlar, bizim gönlümüzü dile getiren tek insandınız, kim sizi bizden ayırdı ise, Allah’ından bulsun.
İdeal olan, asil, büyük ve yüce olan devletle millet arasındaki bağın tertemiz, pırıl pırıl devam etmesi. Evet, vatandaş gün olacak vatanı için, bayrağı için gidip şehit olacak. Vatandaş zamanı gelince gidip vergisini kuruşu kuruşuna ödeyecek. Vatandaş kendisinden istenilen hizmetleri harfiyen yerine getirecek, kabul. Ama bu ilişki karşılıklı olacak. Vatandaş daraldığı zaman, bunaldığı zaman, ıstıraptan kahrolduğu zaman derdini söyleyecek hiçbir kimse, hiçbir makam bulamazsa, yalnızlık ve kimsesizlik içinde hastalanıp ölürken kimseler derdine eğilmezse, ondan birtakım fedakârlıklar beklemeye hakkımız olur mu? Nutuk havasında, vatandaş şunu yapmalı, bunu yapmalı, şöyle olmalı, böyle olmalı diye konuşmak kolay. Ama bazen o adama sorarlar, sen hiç vatandaşın elinden tuttun mu; sen hiç vatandaşının gözyaşını paylaştın mı? Hz. Ömer, devlet adamı olmanın büyük sorumluluğunu hisseder, o yüce insan gece sabahlara kadar dolaşırmış, acaba aç olan var mı, hasta olan var mı, ıstırap çeken var mı, gözyaşı döken var mı? Zaman olurmuş, fakir bir eve un çuvalını sırtında götürürmüş. Lisede okurken bir tarih hocamız vardı; Enver Behnan Şapolyo. O anlatmıştı. Gençliğimde diyor, merak ettim, acaba Sultan İbrahim’e niçin Deli İbrahim diyorlar. Arşiv dairesine gittim, araştırmalar yaptım. Bulduklarım beni dehşet içinde bıraktı. Sultan İbrahim Kubbealtı toplantılarında vatandaşın dertlerini dinlerken bir hırsızlık, bir rüşvet olayı işittiği zaman, büyük bir hüzne kapılır, hüngür hüngür ağlamaya başlarmış. Allah’ım dermiş, ben padişahım ve benim zamanımda rüşvet alınıyor, hırsızlık yapılıyor. Yarın senin huzuruna çıktığım zaman, bunun hesabını nasıl vereceğim? Birtakım kalemler, onun bu asil, bu temiz duygularını delilikle nitelendirmiş ve mübârek sultanın adını Deli İbrahim koymuşlar. Gene aynı kalemler, büyük devlet adamı Sultan Abdulhamid’e Kızıl Sultan dememişler miydi? Devlet-millet ilişkilerinde çok hassas, çok ince bir nokta var, evet hiç şüphe yok ki, vatandaş devletine sevgi duyacak, saygı duyacak, bağlılık duyacak ve gerektiği zaman her fedakârlığı yapacak, ama karşılığını da bulacak. Günlük hayatta da sevgi, saygı tek taraflı olmaz. Ben günlük hayatta da tek taraflı sevgiye inanmam. Aynı durumu burada da görüyoruz. Nasıl vatandaş devleti için gerektiğinde canını bile verecekse, devlet adamı da her türlü nefsânilikten, küçük duygulardan uzak, gecesini gündüzüne katarak çalışıp, gerekirse son nefesine kadar vatandaşı uğruna kendini feda edecek. Ben yaparsam sevap, sen yaparsan günah düşüncesi, çok çirkin bir iştir. Ve şunu unutmayalım, insanların parlak nutuklara, ateşli söylevlere değil, güzel örneklere ihtiyacı vardır. Önemli olan, görevimiz ne olursa olsun, daima sevgi, saygı, hizmet üçlüsünü hayatımızın odak noktası yapabilmektir.
|