subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VI                                                                          Sabri Tandoğan

 

Olgun İnsan Kimdir?

İnsanlık kültür tarihinde, olgun insanın nitelikleri ve özellikleri araştırılacak olursa, pek çok ortak noktalar bulunur. Çağlar de­ğişiyor, medeniyetler değişiyor, bakış açıları değişiyor ama ol­gun insanın nitelikleri çok zaman aynı kalıyor. Demek ki insanlık kültüründe müşterek olan pek çok yön var. Bugün de, içinde yaşadığımız toplumun çeşitli katmanlarında yapılacak sosyolojik araştırmalar ve incelemeler, bize aynı şeyi gösterir. Şimdi sıra­sıyla olgun insan kimdir, özellikleri nedir, bu nitelikler nasıl ka­zanılır, onu görelim.


Olgun insan denince, akla önce aklı başında, dengeli, had­dini bilen, edepli, hoşgörülü, içi sevgi ve saygı dolu, insanlara hizmeti bir aşk haline getirmiş, güvenilir, itimat edilir, dürüst, temiz, efendi bir insan geliyor. Olgun insanlar, hayatın üç aslî unsurunun; sevgi, saygı ve hoşgörü olduğuna inanırlar. Onlar olmadan hangi çağda, hangi ülkede yaşarsa yaşasın, bu in­sanların olgun sıfatını kazanabileceklerine inanmıyorum. Bugün toplumun bütün kesimlerinde ortaya çıkan kavgalar, dövüşler, çirkin ve kaba münâkaşalar, lüzumsuz çekişmeler, dargınlıklar, küskünlükler, boşanmalar incelenecek olursa, hep aynı gerçekle karşılaşılır: Sevgiden, saygıdan ve hoşgörüden yoksunluk. Ol­gun insan, bir nevi ekmekteki maya, yapıdaki harç gibidir. Ha­yata renk veren, ışık veren, güzellik veren, bütün acılara ve ıstıraplara rağmen hayatı yaşanılır kılan, hep o güzel insan­lardır. Bir tek olgun insanın yaşadığı aileye, çalıştığı işyerine, oturduğu mahalleye, bulunduğu şehre derece derece yayılan sayısız faydaları vardır. Sonradan müslüman olan değerli Fransız bilim kadını Profesör Eva Hanım: “Çay içerken, çay fincanının tabağa çarpmasından çıkan ses, biraz sonra en uzak galaksilere duyulur” der. Yaşamak, adına olgun insan dediğimiz o değerli kimselerle, hanımefendilerle, beyefendilerle onların hayata kattıkları, varoluşa getirdiği edepler, incelikler, güzel­liklerle bir ihtişam kazanır. Hayatı güzel, inanılmayacak kadar güzel hâle getiren onlardır. Onların bazen incelik dolu bir jesti, insan ruhlarında ürpertiler uyandıran güzel bir sözü, nesilden nesile intikâl eder. Bir gün Kâinatın Efendisi müslümanlardan orduya yardım ister. “Herkes” der, “İmkânları nispetinde yardım yapsın.” Derhal yardımlar başlar, insanlar imkânları nispetinde güçleri oranında bir şeyler getirirler; sıra Hz. Ebu Bekir’e gelir, o güzeller güzeli, inceler incesi büyük insan kalkar, neyi var neyi yoksa, a’dan z’ye her şeyini getirir. Herkes hayret içindedir. Peygamber Efendimiz sorar: “Ya Ebu Bekir, sana ne kaldı?" Cevap müthiş! Ne zaman okusam yüzümün rengi değişir, titrer, ürperir, heyecanlanırım, bazen ağladığım olur. Mübârek başını kaldırır: “Ya Resulullah! Bana senin aşkın kaldı, başka ne is­terim?” Bu müthiş söz, kıyamete kadar nice gönüllerde ürpe­rişler uyandıracak.


Olgun insanlar, yemeğin içindeki tuz gibidirler, nasıl tuzsuz bir yemek güzelliğinden çok şey kaybederse, olgun insanlardan mahrum bir cemiyet veya olgun insanlara önem vermeyen cemiyet de öyledir, tuzsuz yemek gibidir. Gerek evlilikteki karı-koca ilişkileri, gerek okuldaki öğretmen-öğrenci ilişkileri, gerek toplumun bütün katmanlarındaki sosyal ilişkiler, sevgi, saygı ve hoşgörüden mahrumsa, o tür yaşanan hayatın cehennemden ne farkı kalır ki? Radyodaki sesi unutamıyorum, o mübârek kadını tanısam da mübârek ellerinden öpsem diyorum. Bağ-Kur emeklisi kocasının vefâtı üzerine, aldığı parayla kirasını ver­dikten sonra, ancak iki günde bir şişe süt ve bir belediye ekmeği alabilen kadın, “Allah’ım! Sana sonsuz şükürler olsun. Bana verdiğin bu saltanatı bütün insanlara da nasip et.” diyordu. İşte kemâl, işte olgunluk, işte insanlık. Sahip olduğu nice maddi, mânevi nimetler karşısında şükredemeyen, mutlu olamayan, bir güzelliği yaşayamayan günümüz insanlarına verilecek en güzel cevap. Olgun insanlar, insanlık âleminde, gözün içindeki göz­bebeği gibidirler. İnsanlık ailesi güzellikleri, büyüklükleri, yüce­likleri onlarla görür, onlarla hissederler. İnsanlık kültüründe, on­lar bir yüzüğün üzerindeki en kıymetli taş gibidirler. Yalnız, on­ların sayılarını toplumda artmış görmek istiyorsak, o kimselere lâyık oldukları sevgiyi, ilgiyi göstermek zorundayız. Mağaza­sında en güzel bir malı satan tüccar, müşteri bulamazsa, ister istemez dükkânını kapatmak zorunda kalır. Bir güzel, bir kâmil, bir olgun insanın yetişmesi çok zor ama onu kırmak, incitmek çok kolaydır. Geçenlerde İngiliz televizyonunda gördüm, bir profesör yaş haddinden emekli olur, evine çekilir. Kısa bir süre sonra emekli olduğu fakültenin dekanından bir mektup gelir, mektupta dekan: “Sayın Profesör, sizin için özel bir oda ha­zırladık, emrinize bir sekreter verdik, bir arabamızı size tahsis ettik; ne zaman isterseniz fakültemize gelin, bilgilerinizden, tec­rübelerinizden, yetişmek isteyen gençleri yararlandırın.” diyordu. Bu programı seyrettikten sonra uzun uzun düşündüm; işte İn­giliz toplumunda bir bilim adamına verilen değer ve kıymet. Bir de kendi toplumumu düşündüm, biz emeklilerimize ölü mua­melesi yapıyoruz, onların bilgilerinden, görgülerinden, hayat tec­rübelerinden yararlanmak yoluna nedense gitmiyoruz. Peki bun­dan kim kaybediyor ve daha ne kadar kaybedecek? Yanlış an­laşılmasın, bunun parayla pulla bir ilgisi yok, mevki-makam, siyasetle de ilgisi yok. Bahis konusu olan, sadece ama sadece insana ve topluma hizmet. Bu şekilde sadece hizmet aşkıyla yüreği titreyen nice insanlar var ama inanılmaz bir duyarsızlıkla bütün kapılar onlara kapanıyor. Sen emeklisin, git köşene ölü­münü bekle. Eğer toplumu yönetenler olgun insanlar olsalar, bu böyle mi olur? Kültür, nesiller arasında bir devamlılığı gerektirir, hiçbir nesil sıfırdan başlayarak gerçek kültüre ulaşamaz. Her nesil öncekilerin bıraktığı yerden daha iyiye, daha güzele, daha mükemmele gider, ama bugün nesiller arasındaki kopukluk bü­tün fecatıyla, bütün dehşetiyle devam etmektedir. Yeryüzünde bu kafayla kültüre ve medeniyete ulaşmış bir tek toplum gös­teremezsiniz. Böyle zamanlarda, böyle ortamlarda yetişenler ister bilimde, ister düşüncede, ister güzel sanatlar alanında olsun, kısır, güdük, cüce kalmaya mahkûmdurlar. Yahya Kemal “Kökü mazide olan âtiyim” diyordu. Birtakım ruh cüceleri, bunu da anlayamadılar. Sadece cehaleti, ilkelliği devralanları, son üniversite seçme sınavlarında da gördük. Kırk küsur bin gencimiz sıfır puan aldılar, ama tüyler ürperten, yürek daraltan bu durum aşkını, ruhunu ve özünü kaybetmiş medyamızda en küçük bir yankı bulmadı. Bugün bir İngiliz genci Shakespeare’i, bir Fransız genci Montaigne’i rahatlıkla okuyabiliyor. Ama bizim gençlerimizin içinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Cemil Meriç’i, Mehmet Kaplan’ı, Yahya Kemal’i, Ahmet Haşim’i okuyan kaç kişi var? Doğru dürüst Türkçe bilmeyen bir Orhan Pamuk ne yazık ki baş tacı ediliyor. Onun Türkçe bilmediğini ispat eden Profesör Tahsin Yücel’in başına gelmeyen kalmadı. Bugün böy­le okulları olan, böyle medyası olan bir toplumda, olgun insanın yetişmesini beklemek biraz fazla iyimserlik mi oluyor acaba? Nasıl her toprakta her ağaç yetişmiyorsa, büyük ruhların, cins kafaların yetişmesi için de özel bir mânevi iklime ihtiyaç var. Bir büyük adamın kişiliğini etkileyen sadece onun okuduğu kitaplar, yetiştiği okullar değil ki; içinde yetiştiği aile çevresi, doğup bü­yüdüğü sosyal çevre, komşular, akrabalar, alışveriş ettiği ma­halledeki bakkal, evlendiği eşi, eşinin akrabaları, yetişme çevre­sindeki mânevi büyükler, o güne egemen olan sosyal, siyasal, ekonomik durumlar, okunan gazete, seyredilen televizyon, din­lenen müzik ve daha binlerce etken, hepsi biraraya geliyor, ortaya olgun insan dediğimiz, bir güzellik ve yücelik anıtı çıkıyor.


Bundan elli küsur yıl önceydi; Ankara’da, Yenimahalle’de oturuyorduk. Belediye bir boş alanda çam ağacı yetiştirmek istedi. Kaç kere itina ile ağaçlar dikildi, sulandı, gübre verildi fakat bir türlü tutmadı. Pek çok başarısız tecrübeden sonra, belediye yetkilileri o bölgenin toprağını değiştirdiler, o zaman ağaçlar tuttu. İnsanların yetişmesi için de belli ortamlar gere­kiyor. Ancak belli ortamlarda, belli kişilikler ortaya çıkabiliyor. Ama durum ne olursa olsun, gerek ailede, gerek işyerinde, gerek toplum düzeninde, huzurun ve mutluluğun gülümseyen yüzü ancak olgun, kâmil, yetişkin insanların varlığıyla görüle­biliyor. Dileğimiz o insanların sayılarının artması…


 

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]