subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VI                                                                          Sabri Tandoğan

 

Sabır ve Şükür İçinde Yaşamak

Radyodan dinledim, bir hanım anlatıyordu. Vefat eden ko­cası Bağ-Kur emeklisiymiş. Kiramı da verdikten sonra diyor, elime çok az bir para kalıyor. O para ile ancak iki günde bir şişe süt alabiliyorum, iki günde bir belediye ekmeği alıyorum, kim­seye muhtaç olmadan karnımı doyurabiliyorum. Beni kimseye muhtaç etmediği için Allah’ıma nasıl teşekkür edeceğimi bile­miyorum. Ya Rabbi, sana sonsuz şükürler olsun, bana verdiğin bu saltanatı cümleye de nasip et.


Nice zamandır bu hanımın konuşmasını düşünüyorum, beni duygulandırıyor, bazen ağlatıyor. Ya Rabbi, o ne muhteşem bir kanaatkârlık, o ne güzel bir teslimiyet, hayatı olduğu gibi kabul ediş, itiraz yok, şikâyet yok, sızlanmak yok, sadece edep, incelik ve güzellik. Bir Hadis-i Şerifi hatırlıyorum, Yüce Resulümüz buyuruyor:


“Allah şükredenin rızkını arttırır, şikâyet edenin derdini çoğaltır.”


Çevreme bakıyorum, şükreden ama gerçekten şükreden, sadece diliyle değil, kalbiyle de şükredebilen insanlar ne kadar az. İşittiklerimiz hep şikâyet, sanki insanlar şikâyet etmekten, şikâyet dinlemekten zevk alıyorlar. Acaba kaç insan, yediği yemek, giydiği elbise, oturduğu ev için, görebildiği için, yürü­yebildiği için, işitebildiği için Rabbine şükrediyor. Kendimizi ne sanıyoruz, acaba bizler yediğimiz ekmeğe, içtiğimiz suya lâyık mıyız? Bir düşünsek, acaba Allah’a lâyık olmak için, İslâm’a lâyık olmak için, Yüce Peygamberimize lâyık olmak için ne yapıyoruz? Hep Hz. Ömer’in sözünü hatırlarım: “Bugün Allah için ne yaptın?” Bu söz bazen beni ağlatır; titrer, ürperirim…


İnsan olmak ne kadar zor. İstisnasız hepimiz dünyaya bunun için gönderilmedik mi? Her insanın en büyük amacı, Hz. İnsan makamına ulaşmak değil midir? Hepimiz şöyle bir düşünsek, bunun için ne yapıyoruz? Bir gün Resulullah Efendimiz, bir konuşma yapıyor ve İslâm ordusu için Müslümanların yardım etmelerini istiyor, herkes gücü nispetinde bir şeyler getiriyor. Sıra Hz. Ebubekir’e geliyor, mübârek sultan kalkıyor, neyi var neyi yoksa gidip getiriyor. Kendisine ne kaldığını Yüce Resu­lümüz sorduğunda, o erişilmez bir incelik ve edep içinde: “Ya Resulullah, bana senin aşkın kaldı” diyor. Önemli olan, o za­râfete ulaşabilmek. Burnu büyüklük yapmak kolay, kendini bir şey sanmak kolay, sağa sola saldırmak kolay ama Allah’ın ve Resul’ün yolunda yürüyebilmek, müeddep bir insan olabilmek, sabır, şükür ve kanaat potasında eriyebilmek kolay iş değil. Gerçek bir Müslüman olabilmek, hiç kolay değil. Bir gün Rabia Sultan, namaz kılmaktayken, evine bir hırsız girer, sağı solu araştırır, dolapları açar kapar, alınacak bir şey bulamaz. Canı sıkılır, söylenerek çıkar gider. O sırada Rabia Sultan’ın namazı bitmiştir. Hemen seccadesini toplar, koltuğunun altına alır, hır­sızın arkasından yürümeye başlar. Bir köşede hırsızı yakalar ve ona hitaben: “Efendim, herhalde bir ihtiyacınız vardı, belki bir hastanız vardı. Bir şeyler almak ümidiyle evime girdiniz ama ben çok fakirim, evimde bir testimden ve bir seccademden başka bir şeyim yok, bu seccadeyi geçen yıl birisi bana hediye etmişti. İpektir, satılırsa iyi para eder, bunu lütfen kabul buyurun, belki bir ihtiyacınızı giderir.” Bu yaklaşım şekli ve konuşma tarzı, hırsızı çok duygulandırır, hüngür hüngür ağlamaya başlar. Ve Rabia Sultan’ın ayaklarına kapanır: “Anacağım beni affet, kur­tulmam için dua buyur.” der. O günden itibaren Rabia Sultan’ın hizmetine girer, talebesi olur ve ölünceye kadar ona bağlı kalır. Hayat hiç kimse için bütün imkânlarını tüketmez. Her insan, yaptıklarına pişman olup, samimi olarak, ihlâsla tövbe ederse, iyi, güzel, temiz bir insan olabilir. Önemli olan aşkla, inançla, ihlâsla İslâm’ın yoluna girebilmektir. Kimse yaşadığı hayatı, ken­di keyfine göre, nefsaniyetine göre, bitirmeye mezun değildir.


Bu hayata, değil her gününü, her saatini, her dakikasını değerlendirmek üzere gönderildik. Bu yerdeki karıncadan, gök­teki yıldızlara kadar ihtişamla dolu hayat boşuna kurulmadı. Yarın Cenab-ı Hak soracak. Ey kulum diyecek, ben seninleyken sen kiminleydin? Resulullah Efendimiz gece yatarlarken, dua ederlermiş; “Allah’ım, beni bir an, bir andan da kısa bir zaman nefsime bırakma” diye. Bu imtihanlar dünyasında, temiz bir hayat yaşayıp, emâneti tertemiz teslim edebilmek için, son derece dikkâtli olmamız gerekiyor. Yunus Emre “Tehi gör­me kimesneyi, hiç kimesne tehi değil” der. Bir tek Âyet-i Kerime’yi, bir tek Hadis-i Şerifi yaşayabilmek, günlük hayatında uygulayabilmek öyle güzellikler kazandırıyor ki, “Önce inandım de, sonra dosdoğru ol” âyetini, “Ya hayır söyle, yahut sus” Hadisini yaşayabilen insanlar, kalplerinde ve kafalarında, akıl­larının ve havsalalarının alamayacağı doruklara ulaşırlar. Gün­lük hayatlarında stres, bunalım, sıkıntı sözlerini dillerinden dü­şürmeyenler, bir de incelikler, güzellikler âlemine yani İslâm’a bir uzanabilseler, iç dünyalarının güzelliklerle dolduğunu fark ederler, o zaman karanlıklar ışıkla dolar, zulmetin yerini nur alır. Âşık Veysel bir şiirinde: “Yumma gözün kör gibi” der. “Gö­renedir görene; köre nedir köre ne” sözünde, ne büyük incelikler var. Kur’an-ı Kerim’de “Ne yana bakarsan bak, Allah’ın vechi oradadır” buyuruluyor. Yunus Emre ne güzel söyler: “Cümle yerde Hak nâzır, göz gerektir göresi” ve ilâve eder “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” diye... Hayatın her köşesi, her ânı bin bir güzelliklerle doludur. Ne olur, bir güzel, bir hoş edep duygusu içinde, hayatı ve insanları seve­bilsek, birbirimize ellerimizi sevgiyle, saygıyla uzatabilsek, Yu­nus Emre gibi, “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” diyebilsek...

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]