subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VI                                                                          Sabri Tandoğan

 

Rainer Maria Rilke

1958 kışının çok soğuk bir günüydü. Yedek subaydım. Eği­timden dönmüştük. Birden Nurettin Özdemir’i gördüm karşımda. Her zaman ki gibi sevgi dolu, sıcak ve samimi hâli ile yaklaştı, “Sabri” dedi, “Gidelim, hem çaylarımızı içelim, hem de biraz sa­nattan, edebiyattan konuşalım.” Ve bana Rilke’yi anlattı o ak­şam. Malte’den ezbere bölümler okudu. Çok heyecanlanmıştım. İlk fırsatta gittim aldım Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı. Bir daha da bırakamadım. Özellikle gecenin ilerlemiş saatlerinde çevrede tam bir sessizlik varken, uzaktan, derinden gelen bekçi düdüklerine köpek havlamaları karışırken, elimde Rilke, kendimi mutluluğun da ötesinde, sınırsız hazlar ve heyecanlar içinde bulurdum. Kendimi garip, yalnız, kimsesiz hissettiğim zaman­larda, elim kendiliğinden Rilke’ye uzanırdı. Okudukça açılır, fe­rahlar; içim iyi, güzel, tertemiz duygularla dolardı. Rilke en yakın dostum, arkadaşım olmuştu artık... Sorunlarımı çözen, yürüye­ceğim yolu gösteren, gözyaşıma ortak olan, düşüncelerimi pay­laşan bir dost...


Bana Rilke’yi tanıttığı için, o ışıklı evrenin kapılarını araladığı için Nurettin Özdemir’e ne kadar teşekkür etsem azdır... Keza, başarılı çevirisiyle Malte’ı dilimize kazandıran şair Behçet Necatigil’i “Genç Bir Şaire Mektuplar” çevirisiyle Rilke’yi sev­memde en büyük etken olan Prof. Melâhat Özgü’yü, Rodin’i çe­virirken dil ve anlatım güçlüklerini yenmesini bilen Esat Nermi’yi ve yıllardır Rilke’yi şiirleriyle Türk okuruna tanıtabilmek için çırpınan Turan Oflazoğlu’nu, burada minnet, şükran ve saygı ile anarım. Yazıdaki alıntıları da bu kitaplardan yaptım.


Rodin, ün kazanmazdan önce yapayalnızdı. Ulaştığı ün ise, onu belki daha da yalnızlaştırdı. Çünkü ün dedikleri de, alt tarafı yeni bir ad etrafında toplanan, bütün yanlış anlaşılmaların top­lamıdır. Böyle diyor Rilke, Rodin için. Ne var ki, biraz biraz da kendini anlatmış oluyor. Rilke de ömrü boyunca kendi büyük yalnızlığını yaşadı. Yaşamının büyük bir bölümü değil, kendisi oldu yalnızlık... Kendi yüreğinin sesini dinleyenler için, bundan doğal ne olabilirdi? Madem ki o, kendi ruhu ve eşyanın ger­çekliği ile başbaşa kalmış bir insandı...


Rilke, “Yalnızlık” isimli şiirinde “Akar yalnızlık ırmaklarla” derken de kendi yalnızlığının yoğunluğunu vurgular. Her yere beraberinde götürür yalnızlığını. O, Duino Şatosunda yaşarken de yalnızdır, Paris’in göbeğinde yaşarken de...


Genç Şaire Mektuplar’ında bakın ne diyor:


“İçinize dönün, hayatınızın kaynadığı derinlikleri yoklayın; onun kaynağında siz, yaratmanız gerekiyor mu sorusunun kar­şılığını bulacaksınız. İçinizdeki ezgileri size seslendikleri gibi alın. Belki sanatçı olarak doğduğunuzu tanıtlar. Boyun eğin o zaman alın yazınıza, yükünü ve büyüklüğünü de dıştan ge­lebilecek bir karşılık beklemeden taşıyın. Çünkü yaratıcı, başlı başına bir dünya olmalı ve her şeyi içinde bağlandığı tabiatta bulmalı.


Ama belki, içinize, yalnızlığınıza bu inişten sonra da, gene şair olmaktan vazgeçmek zorunda kalırsınız (dediğim gibi, yazmamak için) insanın yazmadan da yaşayabileceğini duy­ması yeter. O zaman da gene sizden dilediğim, bu içe dönüş boşuna değildir. Hayatınız, o andan başlayarak öz yollar bula­caktır.”


Malte Laurids Brigge’nin notlarında:


“Ve kimseniz yoktur ve hiçbir şeyiniz yoktur, elinizde bir valiz ve bir kitap sandığı, bir tecessüs bile duymadan, dünyada dolaşır durursunuz.” Diyerek, sanki ileride yaşayacağı yılların da bir özetini vermiş oluyor.


Ömrü yalnızlık ve yolculuklarla geçen Rilke, 4 Aralık 1875’te Prag’da doğdu. Babası orta halli bir memurdu. Annesi zengin bir ailenin kızı idi. Rilke’nin doğumundan 9 yıl sonra, annesi ve babası ayrıldılar. Çocuk, annenin yanında kaldı. Aile yapısı, Rilke’nin duygulu kalbinde bir ömür boyu üzerinden atama­yacağı izlenimler bıraktı. Anne, baba ayrı dünyaların insanı idiler. Anlaşamıyorlardı. Baba Jozef Rilke daha duygulu, dün­yası daha geniş, içli bir insan. Prag, o zamanlarda Avustur­ya’nın egemenliği altında. Almanlar azınlıktalar. Jozef Rilke, Avusturya ordusunda subay olmak istemiş, yükselemeden ay­rılmış. Demiryollarında müfettiş olarak çalışıyor. Hayatı olduğu gibi kabullenen, rahat, sâde bir insan. Anne tam karşıt. Tutkuları sınırsız, mağrur, hırçın ve kaprisli. Oğlunun subay olmasını istiyor. Belki tutkuları, doyumsuzluğu oğlunun parlak rütbele­rinde yeni olanaklar arayacak...


Oysa Rilke yedi aylık doğmuş, cılız bir çocuktur. Sophia, oğlunu altı yaşına gelinceye kadar kız gibi büyütmüştür. Kız gibi giydirmiştir. Çünkü Sophia’nın ilk çocuğu kızdır ve doğduktan kısa bir zaman sonra ölmüştür. Sophia, Rilke’de ölen çocu­ğunun anılarını ve özlemlerini yaşamaktadır. Onun ölümüne, yıllar geçtikten sonra da bir türlü alışamamıştır.


Rilke’cik St. Pölten’deki askerî okula verilir. Ve onun masum, tertemiz dünyası kapkara bulutlarla kapanır. Acı dolu, sıkıntı ve bunalım dolu yıllardan sonra, Rilke okuldan ayrılır. Kendisi, sonradan bu yılların cehennemden farksız olduğunu söylemiştir. Öyle bir an geldi ki, sabrı tahammülü tükendi. Ailesi de, onu oradan alıp, Linz’deki Ticaret Okuluna verdiler. Beş yıl süren uğraşmalar sonunda, özel dersler alarak lise öğrenimini ta­mamlar. Rilke’nin amcası, saray noteridir. Amca mesleğini sür­dürmesi istenir. Hukuk Fakültesine girer. Babası Jozef Rilke, oğlunun hiç olmazsa avukat olmasını istemektedir. Ne var ki, bu çabalar da olumlu bir sonuca ulaşamaz.


Ama o dünyaya bir sanatçı olarak gelmiştir. Ve bu yazgıyı değiştirmek, kimsenin elinde değildir. Kim ne derse desin, Rilke, kendi dünyasına çoktan dalmıştır. Çılgın gibi çalışmakta, bir yandan kendi içinde derinleşirken, bir yandan da şiirler, oyunlar yazmakta, yazdıklarını Alman ve Avusturya sanat dergilerinde yayınlamaktadır.


Rilke, ilk şiirleri ve yazılarıyla bile dikkâti çekmeyi bilmiştir. Ünü yavaş yavaş yayılıyor. Sevilen, beğenilen, takdir edilen bir imza olmaktadır. Fakat o, bunlara önem vermez. Derinleşmek, bir tutku olmuştur onda. Eşyada ve insanda derinleşme iste­mektedir. Çağının insanlarına, kaybetmiş oldukları iç zengin­liğini yeniden kazandırmak istiyordu. Bu döneminde yazdığı şu şiir ne kadar anlamlıdır:


BUDUR BENİM ÇABAM


Budur benim çabam, bu:


adanmak özlem çekerek


dolaşmaya günler boyu.


Güçlenip genişlemek derken,


binlerce kök salarak


kavramak hayatı derinden


ve ortasından geçerek acının


olgunlaşmak hayatın tâ ötesinde,


tâ ötesinde zamanın!


Rilke, sadece gözleriyle değil, bütün varlığı, bütün hücreleri ile görmek istiyordu. Gördüğü her şey onda heyecan uyan­dırıyor, görünenin arkasında gizlenen görünmeyeni bulmak, ele geçirmek, yaşamak, kendine katmak istiyordu. Beklemek ve özlemek, en sevdiği kelimelerdi. En uzaktakinin olduğu kadar, en yakınındakinin de özlemini duyuyordu. Her yerde, her şeyde, sırların sırrını, Allah’ı arıyordu. Güneşin doğuşu, kuşların ötüşü, derelerin ezgiler söyleyerek akışı, ormanlar, kır zambakları, geceleyin yıldızların görünüşü, onu biraz daha Allah’a yaklaş­tırıyordu. Yine bu döneminde yazdığı bir şiir:


BAYILIRIM KIR ZAMBAKLARINA


Bayılırım kır zambaklarına, uzak,


Çaresiz hep birini bekleyip duran;


Ve kızlara, saçlarına çiçek takarak


Issız pınarların orda düşler kuran;


Ve güneşte şakıyan çocuklara,


Yıldızlara bakıp bakıp da şaşan;


Bana şarkılar getiren günlere sonra;


Ve gecelere, çiçeklerle dolup taşan.


İşte bu sıralarda, Rilke, ölümüne kadar sürecek olan yol­culuklarına başlıyordu. Kleist, Nietzsche, Hölderlin gibi Rilke de yalnız adam olarak yaşamını sürdürürken, yazgısı onu Alman edebiyatının güncel yaşantısının dışında bırakacaktı. Ne var ki, Goethe’den sonra Alman dilinin ve Alman ruhunun dorukla­rından biri olarak sonsuza dek yaşayacaktı.


1897 yılında, Rilke, Münih’te Lou Salome ile karşılaştı. Bu Rilke için son derece önemlidir. Lou, Rilke’den on dört yaş büyüktür ve çok ilginç bir kadındır. Rus Çarı II. Aleksandre zamanında genel kurmay başkanı olan general Von Salome’nin kızıdır. Lou ev içinde çok sevilmektedir. İyi bir eğitim görmüştür. Birkaç yabancı dil bilmektedir. 1873 yılında Petersburg’daki Hollanda Elçiliğinin protestan papazlığına atanan Hendrik Gillot çok kültürlü, güzel konuşan, yakışıklı bir kimsedir. Lou’ya bir süre ders verir. Onun gösterdiği kavrama gücüne, en çetin felsefe sorunlarını yorumlamada vardığı aşamalara hayran olur. Bu hayranlık, giderek aşka dönüşür. Evlenmek ister. Fakat Lou olumsuz cevap verir. Çünkü Gillot evlidir. İlişki kopar, Lou ıstıraplar içinde kalır, hastalanır. Ailesi, onu Zürih’e götürür. Bu­rada hem tedavi görür, hem de teoloji profesörü Biedermann’ın derslerini izler. Lou, yine bütün varlığıyla kendini kitaplarına ve derslerine verir. Yine sağlığı bozulur. Roma’ya giderler.


Bu sırada Nietzsche de hastadır. Arkadaşı Malvida, onu Roma’ya, konağına çağırır. İşleri olduğu için bir süre geç kalır. O sırada Malvida’nın arkadaşı Paul Ree ile Lou Salome, konakta tanışırlar. Paul, Lou’ya hayran olur. Evlenme teklif eder. Lou reddeder. Bu sırada Nietzsche çıkagelir. Lou’ya büyük bir tutkuyla bağlanır, içini döker. Kadınların en zekisi der Lou için. “Onda bir kartalın keskin bakışı, bir aslanın yürekliliği var” diye yazar kız kardeşine. Ama bu büyük sevgi de yarıda kalır. Lou, Nietzsche’yi de istemez. Bu, filozofu cinnetin, deliliğin uçuru­muna kadar götürecek olayların başlangıcı olur.


Lou, elli yaşındayken, Freud da onu tanır ve hayran olur. Lou, güzel cazibeli bir kadın değildir. Ama üstün zekâlı, yete­nekleri gelişmiş, gerçekten kültürlü bir kimsedir. Olağanüstü in­sanlarla tanıştığında, onların içindeki dehayı uyandırmakta, gün ışığına çıkarmakta, sonra sessizce aradan sıyrılmakta, onları kendi uğraşları ile başbaşa bırakmaktadır.


Lou, 1899 ve 1900 yıllarında, Rusya yolculuğuna çıktığı za­man, Rilke’yi de beraber götürdü. Rilke bu yolculukta, Tolstoy’la ve ressam Leonid Pasternak’la tanıştı.


Rusya yolculuğu, Rilke için yepyeni ufuklar açıyordu. Dün­yası değişiyordu. Anılarında şöyle anlatır, Rusya izlenimlerini:


“Rusya, benim için gerçekleşti, aynı zamanda da beni ger­çeğin uzakta bir şey olduğuna ve ancak sabırlı olanlara yavaş yavaş yaklaştırdığına inandırdı.


Rusya, insanların, yalnızlık içinde yaşayan insanların diya­rıdır. Her birinin içinde dağlar kadar karanlıklar var; her biri te­vâzu ile içlerinin derinliklerine gömülmüşlerdir; korkmadan eği­lirler, bunun için dindardırlar.”


Rusya, sert ve vahşi iklimi, uzayıp giden stepleri, sınırsız ufukları, alabildiğine girift ve derin, dindar ve çilekeş insanları ile genç Rilke’yi büyüledi adeta. 21.1.1920’de Schözer’e yazdığı mektubunda, “...Rusya’ya neler borçlu değilim ki... Bugünkü var­lığımı ona borçluyum. Kafamın vatanı, benliğimin kökü ora­dadır...” diyordu. Rilke’nin fakirlere, dilencilere, zavallılara ve hastalara karşı duyduğu merhamet, yakınlık Tolstoy’un etkisi ile başladı.


Rusya, Rilke için yalnız yaşayanların ülkesi idi. Yalnızların içinde, derin karanlıklar vardır, diyordu. Bu karanlıklar içinde onlar, alçak gönüllükleriyle kendi içlerinin derinliklerine inerler.


Rilke, Rusya gezisinden dönerken, yüreğinin tekmil pence­relerini mistik duygulara ve zihnini mistik düşüncelere açmıştı. Ondan sonradır ki, Rilke’de mistik duyuş ve şiir el ele verdiler ve bir denge meydana getirdiler.


Rilke, hep fizikötesi kuvvetlerin etkisi altında yaşadı, dü­şündü, çalıştı. Rilke kadar dindar çok az sanatçı vardır. Sa­natına Allah fikrinin hâkim olması da, bu inancının sonucuydu.


Rilke’nin ağaçlarda, çiçeklerde, nehirlerde ve dağlarda bul­duğu öz, üzerinde gerekli derinlikle düşünülebilirse, bir din ha­line gelebilecek güçtedir. Algının kapıları aralandırılırsa, her şey, insana, gerçekte olduğu gibi, sonsuz görünecektir.


Rilke durmaksızın düşünüyor, sorular bir burgu gibi kıvrı­lıyordu kafasının içinde...


İnsanın esas meselesi, kendisini anlamak değil miydi? Ken­dimize, iç dünyamıza ayıracak zaman ve olanak bulamadıkça, nasıl tanıyacaktık gerçek varlığımızı?


Çevrenin sahte değerleri içinde yaşadığımız sürece, gerçek varlığımızdan uzaklaşmış, harcanmış olmayacak mıydık?


Yaşamak, gerçek boyutlarıyla, ancak yalnızken elinde değil miydi insanın?


İnsan kendi gerçeğinden sorumlu değil miydi?


Kierkegaard’ın, 1835’te defterine yazdığı bir sözü anımsı­yordu:


“Uğrunda yaşamak ve ölmek istediğim bir gerçeğe muh­tacım. Fakat o benim dışımda değil, içimde olsun.”


Rilke, kesinlikle inanıyordu ki, biz dikkâtimizi dışarıya, baş­kalarına çevirince, kendi temel varlığımızı unutuyoruz. Kendi­mizi bulmamız için zaman zaman çevreden ayrılıp, içimizden gelen sesi dinlememiz gerekir. Etrafımızdaki eşyanın bilincine erdikçe, yaşamak bir dua olur.


Rilke, dinî anlayış ve kavrayış noktasından, Sören Kierkegaard’a yaklaşmıştı. Dinde önemli olan, objektif bir olay gibi anlaşılan gerçek değil, fakat daha çok fertlerin dinle olan samimi bağlılığı idi. Kierkegaard’ın, “Her şeyi bir kenara itip, düşünce yönüne sığınırım. Sıkı sıkıya sarılırım ona... Tek avun­tum üstün yetilerim, tek sevincim düşünce oldu... İnsanlar artık uzak bana...” sözlerini Rilke, günlük yaşamında kendiliğinden uyguluyordu artık.


Yazmak, yeni bir anlam katıyordu Rilke’nin kişiliğine. O, biraz da yazdıkları ile gelişiyordu. Önündeki beyaz kâğıtlar, bir okyanus oluyordu o yazarken... Kendine, iç dünyasına daha bir yaklaşıyor, daha bir keşfediyordu kendisini... Günlük yaşama­ların biteviyeliğinden, sarartan, solduran, yıpratan etkisinden kurtuluyordu.


Rilke’nin bu dönem yazdığı şiirleri okurken, Allah ile beraber olan insanın yüceliğini görüyoruz. Genellikle insanların istediği kendini unutmak, ciddi konulardan ve düşünceden kaçmaktı. Rilke, insanın kendi üzerinde durup düşünmesini istiyordu. Koca Yunus:


“Bir siz dahi sizde bulun


Benim bende bulduğumu” dememiş miydi?


Rilke’ye göre, din, biraz da duygusal yaşam üzerine kurul­muş bir kurumdu. Neşe ve coşkunluğunu yitirmiş, tümü ile duy­gusal yönü sıfıra indirgenmiş bir kimse, nasıl olur da, dinsel yaşamında erdemli olabilirdi?


İnsan için, duygusal yaşam bu denli önemli olduğuna göre, duygularımızın da yücelmesi, arınması, kişinin en başta gelen sorunlarından biri olmalıydı. Tüm yaşamı ve varlıkları sevmek, düşkünlere acımak, insanlara yararlı olmak için çırpınmak; içi­mizi kin, nefret, haset ve riyadan temizlemek için gücümüz yettiğince çaba harcamalıydık.


Sanatçı, böylece daha bir güçlü, daha bir derin olacak, gerek anlatımı, gerek içeriği, yepyeni, erişilmez boyutlara ula­şacaktı.


İnsanlara anlatacak bir şeyleri olanlar ve anlatmasını bi­lenler, doğadaki her nesneden, kişiye ürpertiler veren, ona ufuk­lar açan büyük, kalıcı “her dem taze” yapıtlar ortaya koya­bilirlerdi.


Rilke, çok iyi biliyordu ki, sevgimiz Allah’a ve kalbe da­yanmadıkça, iyi rol yapan bir oyuncudan farkımız olmayacaktı.


Sanatçı, içinde devcesine büyük, yüce duygular yaşamalıydı ki, onu verebilsin...


Andre Malraux, ilk Sovyet Yazarları Kongresinde “Sanat, bir hâle boyun eğme değildir; fakat o hâli fethedebilmedir.” diyordu.


Rilke, Lou Salome ile çıktığı Rusya gezisinde birçok yerler gördü, birçok insanlarla tanıştı. Lou, Rilke’ye göstereceği kim­seleri, değişik tiplerden ve sınıflardan seçiyordu. Kimi zaman devlet adamı, sanatçı, kimi zaman sessiz, kimsesiz, kendi iç dünyasının derinliklerine gömülmüş, dindar, mütevekkil kimse­ler... Anılarının bir yerinde “Burada insanlar susuyorlar, sustuk­ları için de anlaşılmıyorlar” diyordu. Tolstoy, Rilke’yi öylesine etkilemişti ki, onun eserlerini asıllarından okuyabilmek için Rus­ça çalışmaya başladı. Dönüşte arkadaşlarına gezi izlenimlerini anlatırken, “Tolstoy’un ışıklı yüzünü görebildim.” diyordu. Bu arada şunu önemle belirtmek isterim ki, Rilke’nin gerek Rusya, gerek diğer ülkelere olan gezilerinde asla siyasal bir amaç ve düşüncesi olmadı. Siyasetle ilgili olan her şeyden, hiç kimse onun kadar nefret etmemiştir. Rilke, Rusya’da, içinden deniz gibi nehirlerin aktığı ve üzerlerinde Allah’a kadar sonsuz bir göğün gerildiği, sınırsız ovaları gördü. Oralarda çilekeş, dertli, kahırlı ama inanç dolu köylülerle tanıştı. Onlar Rilke’yi yan­larında toprak üstünde yatırıyor, onunla ekmeklerini paylaşıyor, kendisine kardeş diyorlardı. Yaşlı bir büyükanne, ölümünden önce kendisine bir konuk yollamak lütfunda bulunduğu için Allah’a şükretmişti. Rilke, tamamen Allah’la dolmuştu.


Rusya dönüşü, Rilke için ıstıraplı oldu. Ruhen ve bedenen sarsıntı geçirdi. Rus ikliminin ve insanının mistik havasından, birden kendisini Paris’te tramvay gürültüleri, telâşla oraya bu­raya koşuşturan insanlar ve onların şamatasıyla dolu bir bul­varda, sıkıcı bir otel odasında yapayalnız buldu.


Artık Rilke için yeni bir dönem başlıyordu.


Goethe’yi İtalya nasıl etkilemişse, Paris de Rilke için öyle olacak, şekli anlama, eşyaya bakma yeteneklerini kazanacak, görmesini öğrenecekti. Çünkü Fransız sanatı, esasen şekle ait bir sanattı.


Bu dönemde iki kişi, Rilke üzerinde olduğu kadar, sanatı üzerinde de etkili oldular. Rodin ve Cézanne...


Rilke, Rodin’i olanca varlığı ile sevdi ve ona eşine az rastlanır bir saygı ve hayranlıkla bağlandı. Rodin’in ölüm haberini aldığı zaman, günlerce odasına kapanmış, kimseyle görüşmek istememişti. Bir dostuna yazdığı mektubunda, “Rodin’in ölüm haberi bütün benliğimi sarstı, onun ölümüyle bir dünya çöküyor.” demişti.


Rilke, Rodin’den, doğada, gerçek olmak koşulu ile, çirkin bir şeyin olmadığını; yaşamın sırlarının doğanın içine gizlendiğini, doğadan uzaklaşmanın, yaşamdan uzaklaşmak olacağını öğ­renmişti.


Rodin, her şeyden önce bir gözden ibaretti. Asıl işi bak­maktı. Bir ağacın önünde sessiz, saatlerce duruyor ve ona, bütün çizgilerini, bütün giriftliklerini, ışık ve gölgelerini, parlak ve koyu taraflarını tamamiyle içine sindirinceye kadar derin derin, bıkmadan, usanmadan bakıyordu.


Bunu yaptıktan sonradır ki, işini gördüğüne kâni, memnun bir halde, oradan ayrılır giderdi. Bazen sabah karanlığında Versailles Parkı’na gider, tabiatın uyanış harikasına derin bir huşû içinde bakardı.


Eşyayı anlamayı amaçlayan bu ön çalışmalardan sonra, herhangi bir esere başlamak isteyince, deneye kadar giden bilimsel bir araştırma devresi başlardı. Balzac’ın statüsünü yap­maya başladığı zaman, onu tanıma çabası yıllarca sürmüştü. Balzac’ın doğduğu yere gitmiş, mektuplarını okumuş, roman­larını inceden inceye etüt etmişti. Balzac’ın tam olarak yedi ayrı heykelini yapmış ve sonra üstlerini, üstadın giydiği rahip cüp­peleriyle örtmek suretiyle, meydana çıkan şekillerin aslı hak­kında edindiği bilgileri doğrulayıp doğrulamadıklarını anlamak istemişti. Yaptığı sayısız çini mürekkebi etütleri de, bu çalış­maların dışındaydı. Böylece bütün bu şeyler üzerinde ve ken­disinde sonuna kadar bilinmeyen, anlaşılmayan, gölgeli bir hu­sus kalmayıncaya kadar didinir dururdu.


Rodin’in sanatı, büyük bir idea üzerine değil, küçük belli gerçekler, erişilebilen şeyler ve bir iktidar üzerine kurulmuştu (Rilke, İnsel, 1930 Cilt 4, s. 310).


Rilke, Paris’te bütün empresyonist sanatkârların yaptığı gibi, görmekle işe başladı.


“Görmeyi öğreniyorum. Her şey içimde daha derinlere gidi­yor ve her şey içimde evvelce sona varmış gibi göründükleri yerde kalmıyor. Evvelce varlığından hiç haberdar olmadığım bir iç âlemim var...” (Rilke, İnsel, 1930 Cilt 5, s. 9) diyordu. O görmenin alfabesini önce, her şeyi beraber yaptığı Rodin’den öğrendi. Sonra bu görme eylemini parklarda, Paris’in cadde ve meydanlarında, Güzel Sanatlar Akademisinin anatomi dersle­rinde, galeri ve sergilerde ilerletti. Resim sergilerini, galerileri, belli başlı müzeleri sayısız defalar gezdi. Cézanne’a hayran oldu.


Bu günlerin anılarını Malte de şöyle anlatır: “Paris, benim dünya görüşümde ve hayatımda bazı değişmelere neden oldu. Bu etki altında bende, her şeyi tamamiyle başka bir şekilde anlayan, bir kavrayış meydana geldi. Burada beni insanlardan, şimdiye kadarkinden daha çok ayıran bazı farklar var. Her şey yeni olduğu için, bu anda biraz zorluk çekiyorum. Yeni haya­tımın acemisiyim.


Görmeyi öğrendiğim için, artık şimdi biraz çalışmaya başla­mam gerektiğini sanıyorum.”


Bu çalışma evvelâ görmeyi, işitmeyi, koklamayı ve dokun­mayı öğrenmekten ibarettir. Bu, görülebilen, işitilebilen, kokla­nabilen ve dokunulabilen her şeyi hakkıyla idrâk etmeyi sağ­layan bir çalışmaydı.


Sonra, duyularının aldığı bütün izlenimleri, en uygun söz­cüklerle anlatabilmek için çalışmalara başladı. Dile, bütün ola­naklarıyla egemen olmak istiyordu. Yabancı dillerden Alman­ca’ya çeviriler yaptı. Tolstoy’u, Jacobsen’i, Valery’i çevirdi. Bu çevirilerinde, sözcükler üzerinde uzun uzadıya duruyor, en ince ayrıntılarına kadar iniyordu. Bıkmadan, usanmadan, olanca gü­cü ve sevgisi ile çalışıyordu.


Rilke, bir yönden bütün duyularını en ince duyguları duyacak kadar eğitirken, öte yandan Almanca’nın derinliklerine iniyordu. Rodin’in yaptığını dilde uygulamak istiyordu. Durmaksızın, her gün biraz daha artan sonsuz bir çabayla çalışıyordu. Eğer dehanın çalışmadan ibaret sanıldığı bir an olmuşsa, bu an Bach gibi Rilke’de de tecelli etmiştir. Kim diyordu Bach, benim kadar çalışsa, o da bir Bach olurdu. Sonunda başardı. Ve bunun meyvesini “Yeni Şiirler”de tattı. Eserini Rodin’e ithaf etti. Bütün konuların hepsi somuttu.


Rilke’nin şiirlerini ağır bir matematik problemi çözüyormuş­çasına, özel bir dikkât ve duyarlıkla okumak gerekiyordu.


Rilke, konularından bütün fazlalıkları atmış ve onları bütün yüklerden kurtarmıştı. Bıkmadan, usanmadan tekrar okumak, okumak gerekiyordu onları. Güzelliklerini birden ele vermiyor­lardı. Yavaş yavaş, duya duya, sindire sindire, içimizde eriyip, kanımıza, varlığımıza geçinceye kadar sonsuz bir dikkât ve özel bir ruh hâli içinde okunmaları gerekiyordu. Ve bütün bunlar, az bile gelirdi onun için. Çünkü Rilke, tabir caizse, onları kanıyla yazmıştı.


1895 yıllarında, Bremen yakınlarındaki Worpswede’de bir sanatçılar kolonisi kurulmuştu. Rilke, burada Clara Westhoff adında bir heykeltıraşla tanıştı. Clara, Rodin’in öğrencisi idi. Zeki, güçlü, iradeli bir kızdı. Güzeldi de. Arkadaşlıkları ilerledi. Evlendiler. Ama, bu evlilik tıpkı, Rilke’nin anne ve babasının evliliği gibi oldu. İki ayrı dünyanın insanları biraraya gelmişlerdi. Öylesine ayrıydılar, öylesine farklıydılar ki birbirlerinden, sonu gelmeyeceği daha başından belliydi. Bir yıl sonra, kızları Ruth doğdu. 1903 yılında Clara ve Rilke, bir türlü birbirine alışa­mayan, ısınamayan bu mutsuz çift ayrılmaya karar verdi.


Fakat, belki de Rilke, kızının geleceğini düşünerek resmen ayrılmadı. Evlilik bağı şeklen devam etti. Ama hiçbir zaman kaynaşamadılar ve birbirlerini sevemediler. Şurası muhakkak ki, Rilke’nin Rodin’i ölesiye sevmesinde, Clara’nın büyük etkisi oldu. Clara, Rodin’in kişiliğinden, sanatına ve uğraşına olan saygısından Rilke’ye uzun uzun anlatmış, onda gıyabî bir saygı ve hayranlık uyandırmıştı hocasına karşı...


Rilke’nin “Rodin” adlı yapıtı, Esat Mermi tarafından Türk­çe’ye çevrildi ve 1968’de yayınlandı.


Rilke’yi Rodin’den sonra en çok etkileyen, Cézanne oldu. O, Rodin’i ve Cézanne’ı tanıdıktan sonra anlamıştı ki, gerçekten yoğun ve anlamlı olmak, sağlam düşünmek, gerçeği görebilmek ve ölesiye çalışmak demekti. Rilke, Cézanne’dan sanatın, duy­gudan, düşünceden kurtulmak, yapacağı etkiyi düşünmemek ve renklerin yalnız kendi içinde oluşabilmesi için sanatın ne ölçüde yürekli olması gerektiğini öğrendi.


Cézanne için, bir tablonun sağlamlığı ve büyüklüğü, yalnız buluşlardan, taslağından ve kuruluşundan değil, aynı zamanda işçiliğinden, her öğenin yüzeyde yerleştirilmiş biçiminden geli­yordu.


Rilke, Cézanne’ın resimlerini seyretmeye doyamıyordu. En çok ressamın mavi rengi onu heyecanlandırıyordu.


Rilke, görme eğitiminde Cézanne’dan çok yararlandı. Çünkü Cézanne, bu konuya bütün ömrünü vermişti. “İnsan gördüğünü sandığı şeyi değil, ancak gördüğü şeyi resmetmelidir.” diyordu. Sanatçıların ilk ve esaslı işleri görmekti. Sanki kendilerinden öncekiler hiçbir şey görmemişlerdi. Onlar eşyaya o kadar uzun, o kadar dikkâtle bakarlardı ki, artık görülmedik hiçbir taraf kal­mazdı.


Kendilerine konu olan eşyayı, doğanın içindeki yerlerinde arıyorlardı. Paletlerini aldıkları gibi her şeyin sun’i olarak dur­madığı ve bundan daha doğal, daha serbest olamayacağı yer­lere, eşyanın bol hava içinde yüzdüğü, sisin nemi ile yıkandığı ve parlayan güneşle oynaştığı açık havaya gidiyorlardı. Örne­ğin, bir ot yığını her yandan başka idi. Sabah başka, akşam başka, bulutlu havada başka, güneşli havada yine başka idi. Bu yüzden Manet, aynı ot yığınını 15 çeşitli şekilde resimlendir­mişti.


Cézanne, Manet’nin tabloları önünde saygıyla eğilmiş ve “Manet, gözden başka bir şey olmayan bir mahlûk, fakat Ya­rabbim nasıl bir göz” demişti.


Cézanne’da kalıcılık düşüncesi her zaman ön plâna geçti. O en basit ve en sâde şeyleri bile ebedîleştiriyordu. Cézanne için Profesör Waldmann “O, yirminci yüzyılın yolu üstünde muaz­zam bir kaya gibi duruyordu” diyor. Mânâ âleminden geldiği için, çağın ölçüleri ile anlaşılacak bir insan değildi. Onun için fakir ve kimsesiz bir halde, kendi kendini yiyip kahroluncaya kadar, tanınmadan ölüp gitti.


Cézanne, sanatının zirvesindeyken bile ölesiye çalışıyordu. Louvre’a gidiyor, İngres’den kopyalar yapıyordu.


Rilke, Cézanne’ı tanıdıktan sonra, zaman duygusu veren unsurları yok etmeye, olaylarda ve insanlarda değişmeyen tarafı bulmaya çalıştı. Zaman dışına çıkıp, zamana bağlı olmayan, onun etki ve yıkımından uzak kalan öz gerçeği yakalamaya çalıştı. İnsanı küçülten sanat, hayatın mucizelerine aldırmayan sanattı ve mucizeleri görebilmek için de göz lâzımdı. Görmekse disiplinle, eğitimle, bütün varlığını vererek ölesiye çalışmakla oluyordu.


Hayatın sırrını içinde duyan ve sezen Cézanne, insana ilk bakışta renksiz ve anlamsız görünen bu hayatta, ne kadar güzel renkler ve âhenklerin gizli olduğunu gösterdi.


Ressam John Marin:


“Size (bir temrin olarak) şunu telkin etmek isterdim; bir kere olsun aklınızı ve dostlarınızın aklını evde bırakarak, yalnız iki gözünüzle sokağa çıkınız, öyle şeyler görmeye başlayacaksınız ki, şaşıracaksınız.” der.


Sanatta görme konusunda Emerson’un da güzel bir sözünü anımsıyorum:


“Şair, gören insandır. Güzel, insanın evrensel kaderine ka­rışmıştır. Gerçek gibi güzel de, ancak görülebilen, bütün güzel­liğine râm olana görünür...”


Eşyayı anlamak için sevmek, daha iyi sevebilmek için onları anlamak, anlayabilmek için de görmek gerekiyordu. Cézanne, bir ömür boyu, gözü, beyni ve kalbiyle, yalnız eşyanın karak­terlerini, doğanın formlarını derinden öğrenebilmeye ve görebil­meye çalıştı. Muşambasının birkaç santimetrelik bir yerini renk­lendirmek için, kendini öldürürcesine çalışırdı. Son derece ağır çalışan Cézanne, daha geç buruştuğu ve rengini bütün ince­likleri ile daha uzun zaman sakladığı için, elmaları çiçeklere üstün tutardı. Deha, uzun bir sabır mıdır bilinmez. Ama, sanatın uzun bir sabır olduğu tartışılmaz bir gerçektir.


“Elmalı Natürmort” dört yıllık bir çalışmanın ürünüdür. Na­türmortta yer alan otuzdan fazla elmanın her biri başlı başına bir tablodur.


Çağdaş resim tarihinde, bir resim karşısında Cézanne kadar büyük bir sabırla çalışan ikinci bir sanatçı daha yoktur. Bir anlık izlenimlerini, çarçabuk kâğıda ya da beze geçiriveren çağdaşları yanında, onun bu erişilmez sabrı gerçekten şaşılacak bir şeydir. Cézanne’ın en çabuk yaptığı resim, iki yıl sürmüştür. Bu çileli ve bilgili çalışması ile geleceğin sanatçılarına yepyeni ufuklar aç­mış, günümüze kadar bu etki devam edip gelmiştir. Onun, ba­basından aldığı eğitim, disiplin ve intizam esasına dayanıyordu. Her fırça darbesi bir düşünce ürünü, her leke bir duygunun anlatımı idi. Resimlerinde gereksiz tek noktacık bile yoktu. Rilke, Cézanne için, “birbirleriyle tartışan hatta kavga eden bir sürü renk. Ama her birinin ruhu ayrı ayrı incelenince, aslında çok iyi anlaştıkları görülür. İşte bu renklerin birbirleriyle olan bağları, gerçek resim dediğimiz şeyi meydana getiriyor” demişti.


Rodin ve Cézanne’ın, gerek sanatı ciddiye almaları, gerek çalışma yöntemleri yönünde, gene Rilke üzerinde çok olumlu etkileri oldu.


Malte de “Bilmem, söyledim mi? Görmeyi öğreniyorum. Evet, başlıyorum. Henüz beceremiyorum, ama vaktimden isti­fade etmek istiyorum. Meselâ, ne çok insan yüzü olduğunun şimdiye kadar hiç farkına varmamışım. Bir yığın insan var, ama çehre daha fazla, çünkü her insanın birkaç çehresi mevcut.” derken, bu etkiler açık olarak belirmektedir. Artık Rilke için görmek, halletmek demek oluyordu. İnsanlar ne biliyorlardı sanki. Bir dağın ne kadar “harikulâde” olduğunu seziyorlar mı? Ellerinde birçok şeyler dönüyor, fakat hepsi susuyorlar. Ancak şairler ve şair gibi duyanlar, çocuklar ve genç kızlar içlerinde çınlayan sesleri işitirler. Ancak, bunlar için, iç ile dış arasında bir sınır yoktur. Bunun için şair, kendisini eşyaya daha yakın hisseder. Onun ruhu, kendisine en yakın bulunanda olduğu gibi en uzak olanda da, yine kendi ruhunu, Allah’ı keşfeder. Muam­malar sevgi ile çözülür...”


Rilke kişiliğini bulmuştu. Üstatlarının gösterdiği yolda giderek kendi kendisi olmuştu artık. Genç Bir Şaire Mektuplarda, “Çok Saygıdeğer Herr Kappus’a” verdiği cevap olağanüstü bir gü­zellik ve görkem taşır:


“Mısralarınızın iyi olup olmadığını soruyorsunuz. Bunu bana soruyorsunuz. Benden önce de başkalarına sordunuz. Onları dergilere gönderiyorsunuz. Başka şiirlerle karşılaştırıyorsunuz. Yazı Kurulları bu denemelerinizi beğenmeyince de canınız sıkılıyor. Peki öyleyse (değil mi ki öğüt vermemi istediniz) size yalvarırım, bütün bunlardan vazgeçin. Siz dışa bakıyorsunuz ve işte asıl bunu yapmamalısınız. Size hiç kimse öğüt veremez, hiç kimse de bir yardımda bulunamaz. Yalnız bir tek yol vardır: İçinize dönün. Size yaz diyen nedeni araştırın. Kökleri, yüre­ğinizin en derinliklerinde dal budak salıyor mu, buna bakın. Yazmanız yasak edilince, artık yaşayamayacak mısınız? Bunu söyleyin. En çok da gecenin en sessiz bir anında, yazmalı mıyım diye kendi kendinize sorun. Buna içinizin derinliklerinden bir karşılık çıkarmaya bakın. Eğer bu karşılık “evet” diyorsa, bu ağırbaşlı soruya, bütün gücünüzle, sadece yazmalıyım diye­biliyorsanız, o zaman yaşamınızı bu ihtiyacınıza göre kurun. O zaman da ilk insanlar gibi, gördüğünüzü, yaşadığınızı, sevdi­ğinizi ve yitirdiğinizi söylemeye çalışın. Aşk şiirleri yazmayın. Her şeyden önce de, bilinen, hiçbir özelliği bulunmayan bi­çimlerden kaçının. Bunlar en güç olanlardır; çünkü bol bol var­dır, sonra da iyileri, hem de çoğu parlak olanların yanında, öz yaratıcılık için büyük, olgun bir güç ister. Bunun için genel konulardan kaçının ve günlük hayatınızdan gelen konulara sı­ğının. Acılarınızı, isteklerinizi, aklınızdan geçenleri ve herhangi bir güzelliğe karşı olan inancınızı anlatın; bütün bunları, içten, usul usul, alçak gönüllülükle, açıkça anlatın; anlatabilmek için de, çevrenizdeki eşyayı, düşlerinizin görülerini, anılarınızın ko­nularını kullanın. Günlük hayatınız size zengin görünmüyorsa, bundan yakınmayın. Kendinizden yakının, zenginliklerinizi göre­cek yeterlikte sanatçı olmadığınızı söyleyin. Çünkü yaratıcı için yoksulluk olmadığı gibi, yoksul, verimsiz bir yer de yoktur. Du­varları, dünyanın hiçbir gürültüsünü duyurmayan bir cezaevinde bile olsanız –gene hiç değilse bir çocukluğunuz, anılarınızın bu değerli, görkemli zenginliği, bu hazineniz yok mudur? Göz­lerinizi oraya çevirin. Bu uzak geçmişin uyumuş duygularını canlandırmaya bakın. O zaman kişiliğiniz sağlamlaşacak, yal­nızlığınız da büyüyecek ve uzaktan, içinde bir yankı bulmadan gelip geçen bir saray olacaktır.– Bu içe dönüşten, bu kendi dünyanıza dalmaktan mısralar doğarsa, o zaman siz, bunların güzel mısralar olup olmadığını sormayı aklınızdan bile geçir­mezsiniz. Artık sanat dergilerini de, sizinle ilgilenmeleri için uğraştırmazsınız; çünkü siz, onlarda, sevgili ve doğal malınızı, hayatınızdan bir parçayı görecek, hayatınızdan bir ezgi duya­caksınız. Sanat eseri, ancak yaratma ihtiyacından doğarsa gü­zeldir. Onun yazgısı, doğuşunun bu türündedir, bunun bir başka yolu yoktur. Bu yüzden çok Sayın Herr Kappus, size şundan başka bir öğüt veremeyeceğim: İçinize dönün, hayatınızın kay­nadığı derinlikleri yoklayın; onun kaynağında siz, yaratmanız gerekiyor mu, sorusunun karşılığını bulacaksınız. İçinizdeki ez­gileri, size seslendikleri gibi alın. Belki sanatçı olarak doğdu­ğunuzu kanıtlar. Boyun eğin o zaman alın yazınıza, yükünü ve büyüklüğünü de dıştan gelebilecek bir karşılık beklemeden ta­şıyın; çünkü yaratıcı başlı başına bir dünya olmalı ve her şeyi içinde, bağlandığı tabiatta bulmalı.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]