subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VI                                                                          Sabri Tandoğan

 

Öğrenmek ve Yaşamak

Vaktiyle bir adam, kendini arıtabilmek, temizleyebilmek, ebe­dî doğruları ve güzellikleri öğrenebilmek için bir rehber arar. Bir gün, samimi olduğu, kişiliğine inandığı bir arkadaşına açılır. Ar­kadaşı onu saygıyla ve edeple dinler, sonra “Bak kardeşim” der. “Filân mekânda, çevresinde çok sevilen, çok sayılan, herkesin elini öptüğü, müşküllerini açtığı, duasını almak istediği bir zat var. Ona git, merâmını anlat, neticeyi bana bildir.” O şahısla tanışır, elini öper. Şehrin kenar semtlerinden birinde, küçücük bir dükkânda kundura tamirciliği yaparak ekmeğini kazanmak­tadır. Hâlini anlatır, yardım ister. O günden sonra aralarında çok nezih, çok temiz, sevgiye ve saygıya dayanan hoca-talebe iliş­kisi kurulur.


Bir gün, o şehre münâdiler gelir. Halka ilân ederler. “Filân gün, filân saatte Çarşı Camiine bir Hadis âlimi gelecek. Duyduk duymadık demeyin. Siz de dinlemeye gelin.” O gün ikindi namazından sonra ders başlayacaktır. Bizim kundura tamircisi ezanla beraber camiye gider. Namazını kılar, tespihini çeker, duasını eder, sonra dersi dinlemeyerek camiyi terk eder. Ca­midekiler hayret içindedir. Bizim bunca yıldır elini öptüğümüz, müşküllerimizi hallettiğimiz, duasına inandığımız bir insan, nasıl olur da böyle kıymetli bir Hadis âliminin dersini dinlemeden çıkar gider. Cemaatten biri der ki, “Arkadaşlar, hepimiz bu zatın iyiliklerini gördük. Gıyabında konuşup onu incitmeyelim. Dersten sonra dükkânına gidelim, kendisine soralım. Belki de bilme­diğimiz bir hikmeti vardır.” Öyle yaparlar. Ders biter, dükkâna giderler ve kendisine sorarlar. Kunduracı gelenleri saygıyla, edeple, incelikle dinler ve sonra kırk yıldır unutamadığım, sık sık hatırlamaktan büyük zevk aldığım şu cevabı verir:


“Efendim” der. “Bundan yıllarca önceydi. Bu Hadis âlimi yine şehrimize geldi, ders verdi. Sonunda arkadaşlar dedi. Size on Hadis emanet edeceğim. Bunları günlük hayatınızda yaşamaya çalışın. Aile hayatınızda, iş hayatınızda, sosyal hayatınızda bunları elinizden geldiği kadar, gücünüzün yettiği kadar yaşa­maya ve gerçekleştirmeye çalışın. Artık iş o hâle gelsin ki, o Hadisler sizin varlığınızın ayrılmaz bir parçası olsun. Onlarla yatın, onlarla kalkın. O Hadisler sizin hayatınıza renk versin, ışık versin. O Hadisler ve onların yaşanması feyzinizi, bereketinizi, huzurunuzu artırsın.”


“İşte Efendim” der, kundura tamircisi. “O günden sonra bu Hadisleri yaşamaya, uygulamaya, gerçekleştirmeye çalıştım. Ama ne yazık ki, aradan bunca yıl geçti, hâlâ ben o Hadisleri bütün nüanslarıyla yaşadığıma inanamıyorum. Şimdi hâl böy­leyken, hangi yüzle aynı mübârek zatın huzuruna çıkıp, yeniden ilim talep edeceğim?”


Bu olayı kırk yıl önce okumuştum. Aradan bunca yıl geçti. Hep kafamın içinde, o kundura tamircisinin sözlerini hissettim. Zaman zaman beni ürpertti, zaman zaman ağlattı. Bu küçük hikâyede, kâinat çapında bir hakikat gizli gibi geliyor bana. Hele günümüzde birçok insan, bu gerçeğin o kadar çok dışında yaşıyorlar ki...


Sık sık işitiriz. O kitap bende var, o kitabı ben de okudum. Acaba kaç insan işittiğini, okuduğunu, gördüğünü hayatında yaşamak, tatbik etmek yoluna gidiyor? Tamam kardeşim, o kitap sende var, var ama ne olmuş? Oradaki gerçekler, gü­zellikler yaşanmadığı sürece, hayata geçmediği sürece, kitap hamallığı yapmak, bilgi hamallığı yapmak kime ne kazandı­rıyor? Ne yazık ki toplumumuzda bu düşünce insanlara veril­miyor. Nice insan, birtakım kitaplara sahip olmakla, bazılarını okumakla her şeyin halledildiğini sanıyor. Zaten en büyük hata­mız da burada oluyor. Okunanlar, bilinenler yaşanmadıkça neye yarar? Bilgi hamallığı yapmakla elimize ne geçecek? Şair ne güzel söylemiş;


Onlar ki verirler lâf ile dünyaya nizâmat,


Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde.


Aslında öğrenmek ve yaşamak, birbirini takip eden, birbirini tamamlayan iki unsurdur. Birini diğerinden ayırt etmek mümkün değildir. Sadece kuru kuruya bilgi sahibi olmak ne ifade eder? Ben onu da bilirim, bunu da bilirim diye, etraflarına tafra yapan insanlar, kendi kendilerini ne kadar aldattıklarının acaba far­kındalar mı? Yaşanmayan bilgi ne kadar gereksizse, bilgisiz yaşamak da bizi aynı sonuca götürmez mi? Yaşamak, ama neyi yaşamak, neyi uygulamak, neyi hâl hâline getirmek? İkisi de bana boş bir çaba gibi geliyor. Önemli olan, adına tevhid denilen o güzeller güzeline, o ışığa, o nûra ulaşabilmektir. Bunu yapamadıktan sonra her şey boş, anlamsız ve değersizdir. Tevhide varamayan insanlar, ne kişisel yaşamlarında, ne aile ve iş hayatlarında kesinlikle huzura, mutluluğa gidemezler. Git­tiklerini sananlar, kendi kendilerini aldatanlardan başkaları de­ğillerdir. Fikret ne güzel söylüyor;


İnan Halûk ezelî bir şifâdır aldanmak


Ama aldanışların en kötüsü, insanın kendi kendisini aldat­masıdır. Çünkü onlar, hayatları boyunca ışığa ulaşamayacak­lardır.


Yunus Emre, “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kal­maz” diyor. En güzel, en mutlu, en huzurlu insanlar bütün in­sanları, bütün hayvanları, bütün bitkileri, bütün eşya ve cemâ­dâtı Muhammedî bir aşkla kucaklayan kimselerdir. Fuzulî ne güzel söylüyor;


Aşk imiş her ne var âlemde


İlim bir kıyl u kâl imiş ancak.


Bir gün, halife iken Hz. Ömer’e sorarlar. “Efendim” derler. “Siz İslâm’ın halifesi olmuş, cennetle müjdelenmiş, güzeller güzeli bir insansınız. Hayatınızda kimin imanına sahip olmak isterdiniz?” Hz. Ömer cevap verir; “Hani” der. “Çöllerde yaşlı, kimsesiz, fukara kadınlar vardır. Geceleri gökyüzüne, yıldızlara bakarak sessizce ağlarlar. Yüce Allah’tan af ve bağışlanma dilerler. İşte ben öyle bir kadının imanına sahip olmak isterdim.” Çocukken bu menkıbeyi babaannemden işitmiştim. Bir ömür boyu beni düşündürdü, ürpertti, heyecanlandırdı.


Rahmetli babaannem de öyle mübârek bir insandı. Okuması yazması yoktu. Hayatında alfabe bile görmemişti. Ama baba­annem zarif, ince, kibar, asil, güzeller güzeli bir insandı. Edebin, asâletin, inceliğin en güzel örneklerinden biriydi. Yirmi beş ya­şında beş çocukla dul kalmış, beşinci çocuğuna hamile iken eşi vefat etmişti. Babaannem çalıştı, didindi, çocuklarını büyüttü, okuttu, evlendirdi. Son olarak da beni yetiştirdi. Annemi görünce saygıyla, edeple ayağa kalkardı. Annem rica ederdi, “Aman anneciğim, ne olur kendinizi yormayın, üzmeyin, ben sizin ev­lâdınızım.” Babaannem “Ah yavrum” derdi. “Ben gelinime ayağa kalkmayacağım da kime kalkacağım.” Yaşadığı sürece bir kere dahi olsun sinirlendiğini, öfkelendiğini, asabileştiğini görmedim. Her zaman edep ve saygı içindeydi.


Bazen işgâl ettiği makamla, mevkiyle, bazen sahip olduğu unvanla övünen çalımlı, cakalı insanları görünce babaannemi hatırlarım ve derim ki; “Hayatta önemli olan hayata, insanlara, varoluşa Muhammedî bir aşkla bakabilmek. Hiçbir kültürde, hiçbir medeniyette görülmeyen o İslâmî zarâfete, edebe bürü­nebilmektir.” O hâli yaşayanlara ne mutlu. Allah onlardan razı olsun. İnşallah bizler de o güzellikleri yaşayabilelim, onların yo­lunda yürüyebilelim.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]