subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VI                                                                          Sabri Tandoğan

 

Devlet-Millet İlişkilerindeki Hassas Nokta

Yüzyıllarca önceydi, o zamanki başkent İstanbul’da her hafta Salı günleri “Kubbealtı Toplantıları” yapılırdı. Padişahın riyasetinde sadrazam, vezirler ve devletin ileri gelenleri, bu top­lantılarda hazır bulunurlardı. Bu toplantılar herkese açıktı. İn­sanlar şimdiki gibi yapayalnız, kimsesiz değillerdi. İcabında rüş­vet alan bir kadıyı, zamanın padişahına bir çöpçü, bir hamal bile rahatlıkla şikâyet edebilirdi. O zaman devletle millet arasına şimdiki gibi birtakım asalaklar girmemişti. Vatandaş hakkını yiyen, zulüm gördüğü, kötülük gördüğü, ihânet gördüğü in­sanları zamanın devlet büyüklerine anlatabilirdi. Sonuna kadar dikkâtle, edeple, incelikle, saygıyla dinlenir, gereken yapılırdı. Ama atlatarak değil, çocuk kandırır gibi onun izzet-i nefsiyle oynanmadan gereken yapılırdı. O günler güzel, hoş, temiz gün­lerdi. Ve onlar mert, samimi, içi dışı bir, yalansız, riyâsız güzel insanlardı. Sonra olanlar oldu, devletle millet arasındaki bağlar koptu, millet halk olmuştu. Halk artık sadece seçim zaman­larında oy almak için kandırılan aptal, geri zekâlı insanlardı bazı kimselerin gözünde. Onlara her türlü yalanı söylemek mübahtı, asla gerçekleşmeyecek işler rahatça söyleniyor, inşallahla, maşallahla işler hallediliyordu.


Bugün kimin ne haddine cumhurbaşkanıyla, başbakanla, bakanla, bir milletvekili ile, bir müsteşar ile, bir genel müdür ile görüşmek? Deneyin isterseniz, ben ezbere konuşmuyorum. Ge­çenlerde anlattılar, bir vatandaş (65-75 yaşlarında bir vatandaş) bakanla görüşmek ister, özel kaleme gider. “Hayır” derler, “Sen bakanla görüşemezsin.” Vatandaş, “Öyleyse” der, “Bakan da­nışmanıyla görüşeyim.” Kendisine sorarlar; “Sen nerelisin?” Vatandaş cevap verir; “Ben Kızılcahamam’lıyım.” “Hayır” derler, “Sivas’lı olmadıkça bakan danışmanıyla da görüşemezsin.” Yaşlı adam üzülür, başını önüne eğer ve “Ben bugüne kadar Kızılcahamam’lı olmanın bir suç olduğunu bilmiyordum” der ve ağlayarak uzaklaşır. Bir emekli banka müdürü hanımefendi, sa­dece ama sadece memleket kültürüne hizmet etmek için bir milletvekilini sayısız defalar aradı, ama hiçbir arayış cevap ver­medi. Bu örnekleri yüzlerce, binlerce çoğaltabiliriz. Sonuç hep aynı, birtakım insanlar, birtakım yerlere gelince halkla ilişkilerini kesiveriyorlar. İtirazları işitir gibiyim, bizim dinlenme hakkımız yok mu? Kuzum siz çalıştığınızı mı sanıyorsunuz, ne dinlen­mesi. Bir tarihte, bir televizyon kanalında konuşmalar yapıyor­dum; açık açık ilân ettim, derdi olan, sıkıntısı olan, sorunu olan herkes beni 24 saat arayabilir dedim. Ben bu çağrıyı sadece Allah rızası için yaptım, hiçbir konuşmamdan on para ücret almadım. Hiçbir karşılık beklemedim, Allah şahittir. Ama bir­takım kirli eller, o konuşmaları kestiler, ne zaman Kızılay’a çık­sam kadın-erkek, genç-yaşlı birçok insanlar görüyorum, ağla­yarak ellerime sarılıyorlar. Siz diyorlar, bizim gönlümüzü dile getiren tek insandınız, kim sizi bizden ayırdı ise, Allah’ından bulsun.


İdeal olan, asil, büyük ve yüce olan devletle millet arasındaki bağın tertemiz, pırıl pırıl devam etmesi. Evet, vatandaş gün olacak vatanı için, bayrağı için gidip şehit olacak. Vatandaş zamanı gelince gidip vergisini kuruşu kuruşuna ödeyecek. Va­tandaş kendisinden istenilen hizmetleri harfiyen yerine geti­recek, kabul. Ama bu ilişki karşılıklı olacak. Vatandaş daraldığı zaman, bunaldığı zaman, ıstıraptan kahrolduğu zaman derdini söyleyecek hiçbir kimse, hiçbir makam bulamazsa, yalnızlık ve kimsesizlik içinde hastalanıp ölürken kimseler derdine eğilmez­se, ondan birtakım fedakârlıklar beklemeye hakkımız olur mu? Nutuk havasında, vatandaş şunu yapmalı, bunu yapmalı, şöyle olmalı, böyle olmalı diye konuşmak kolay. Ama bazen o adama sorarlar, sen hiç vatandaşın elinden tuttun mu; sen hiç vatan­daşının gözyaşını paylaştın mı? Hz. Ömer, devlet adamı ol­manın büyük sorumluluğunu hisseder, o yüce insan gece sa­bahlara kadar dolaşırmış, acaba aç olan var mı, hasta olan var mı, ıstırap çeken var mı, gözyaşı döken var mı? Zaman olur­muş, fakir bir eve un çuvalını sırtında götürürmüş. Lisede okurken bir tarih hocamız vardı; Enver Behnan Şapolyo. O an­latmıştı. Gençliğimde diyor, merak ettim, acaba Sultan İbrahim’e niçin Deli İbrahim diyorlar. Arşiv dairesine gittim, araştırmalar yaptım. Bulduklarım beni dehşet içinde bıraktı. Sultan İbrahim Kubbealtı toplantılarında vatandaşın dertlerini dinlerken bir hır­sızlık, bir rüşvet olayı işittiği zaman, büyük bir hüzne kapılır, hüngür hüngür ağlamaya başlarmış. Allah’ım dermiş, ben pa­dişahım ve benim zamanımda rüşvet alınıyor, hırsızlık yapılıyor. Yarın senin huzuruna çıktığım zaman, bunun hesabını nasıl ve­receğim? Birtakım kalemler, onun bu asil, bu temiz duygularını delilikle nitelendirmiş ve mübârek sultanın adını Deli İbrahim koymuşlar. Gene aynı kalemler, büyük devlet adamı Sultan Abdulhamid’e Kızıl Sultan dememişler miydi? Devlet-millet iliş­kilerinde çok hassas, çok ince bir nokta var, evet hiç şüphe yok ki, vatandaş devletine sevgi duyacak, saygı duyacak, bağlılık duyacak ve gerektiği zaman her fedakârlığı yapacak, ama karşılığını da bulacak. Günlük hayatta da sevgi, saygı tek taraflı olmaz. Ben günlük hayatta da tek taraflı sevgiye inanmam. Aynı durumu burada da görüyoruz. Nasıl vatandaş devleti için ge­rektiğinde canını bile verecekse, devlet adamı da her türlü nef­sânilikten, küçük duygulardan uzak, gecesini gündüzüne kata­rak çalışıp, gerekirse son nefesine kadar vatandaşı uğruna ken­dini feda edecek. Ben yaparsam sevap, sen yaparsan günah düşüncesi, çok çirkin bir iştir. Ve şunu unutmayalım, insanların parlak nutuklara, ateşli söylevlere değil, güzel örneklere ihtiyacı vardır. Önemli olan, görevimiz ne olursa olsun, daima sevgi, saygı, hizmet üçlüsünü hayatımızın odak noktası yapabilmektir.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]