subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VI                                                                          Sabri Tandoğan

 

Seyahatler ve İnsana Kazandırdıkları

Beş yaşında bir çocuktum. Bir komşu teyze misafir gelmişti. Annemle sohbet ediyorlardı, ben önümdeki oyuncakla oynuyor, hem de komşu teyzeyi dinliyordum. Bir söz dikkatimi çekti: “Çok okuyan değil, çok gezen bilir.” Günlerce bu sözü düşündüm. Yıllar geçti, hâlâ zaman zaman düşünürüm. Birçok hakikatleri fısıldıyor kulağıma. Gezmek, görmek, görebilmek, müşahede edebilmek, hayata ve insanlara ait birtakım sırları yakalamak. Seyahat etmek çok heyecan verici bir olay, bir nevi hayat ki­tabını okuyabilmek. Allah nasip etti, yurtiçinde ve yurtdışında pek çok yerler gezdim, gördüm; hâlâ da büyük heyecanlar du­yarım yolculuklar için. Her gezi bana bir sırrın ifşası gibi gelir. Ürperir, heyecanlanır, düşünürüm. Günümüzde turizm denilin­ce, sanki gezmek, görmek, yalnız denize gitmek, deniz hayatını yaşamak gibi bir izlenim bırakıyor pek çok insanın kafasında. Güneşin karşısında mütemadiyen kızarmak, sonra da bayılmak derecesinde bunalıp, daralıp denize atlamak. Turizm acente­lerinin reklâmlarında olay hep böyle gösteriliyor. Oysa gerçek durum ne kadar farklı, ne kadar başka. Yeni bir şehir, yeni bir ülke görmek, yeni insanlar tanımak, yeni örf ve âdetler, yaşama üslûpları görmek ne kadar ürpertici bir olay. İnsan ki, kâinatın bütün sırlarının içinde gömülü olduğu yüce varlık... Onu tanı­mak, onu anlamaya çalışmak kadar heyecan verici ne olabilir? Ülkeler değişiyor, insanlar değişiyor, onların hayata bakış açıları değişiyor, varoluşun anlamına getirdikleri bakış açıları değişiyor. Hayatta insanı bu kadar etkileyen başka neler olabilir? Bazı ülkelerde öyle tipler görüyorsunuz ki, sizin günlük yaşamınızda onları görebilme imkânı yok, bulabilme imkânı yok. Onlar bazen bir ömür boyu bilinçaltında kalıyor, sizi etkiliyor. Yerine göre bir jest, bir bakış, bir tebessüm mânâ âleminizde ölümsüzleşiyor. Sanki onlar sizin içinizde yaşıyorlar. Bu kazancın boyutları dur­maksızın yenileniyor. Bazen trende, arabayla geçerken gördü­ğünüz bir ev, o evin bir perdesi, o evin bahçesindeki çiçekler sizi yepyeni güzelliklere götürüyorlar. Bir kimse Louvre Müzesi’ni gezdikten sonra, yaşamına yepyeni boyutlar katılmıyorsa ne denilebilir? Hayat alabildiğine zengin, ihtişam dolu, pırıl pırıl önümüzde uzanıyorken, onun güzelliklerine bigâne kalmak, omuz silkmek, bana ne demek, umurumda bile değil demek ne ile izah edilebilir?


İnsanoğlu bugün var, yarın yok; hayat öylesine kısa ki, halk şairi ne güzel söylüyor: “Dünya bir penceredir, her gelen bak­tı geçti.” Önemli olan, o bakışın güzel, derin, anlamlı olabil­mesi. Güzellikler önümüzde bizi bekliyor, hadi gel diyor, ne du­ruyorsun diyor. İnsan hayatını öyle canlı, öyle renkli, öyle güzel yaşamalı ki, baştan sona ihtişam içinde geçebilmeli. Güzel­liklerle dolmalı, sevgilerle dolmalı. İnsan hayata bakarken; “Se­viyoruz, seviliyoruz, güzelliğimiz bu yüzden” diyebilmeli. Yunus Emre gibi; “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kal­maz diyebilmeli.


Gezdiğimiz ülkelerdeki doğa güzelliklerinin, sanat güzellik­lerinin yanı sıra, o ülkelerin yetiştirdiği büyük adamların kabir­lerini de ziyaret etmeli. Mânâ âleminde onlarla beraber yaşa­manın, onlarla beraber olmanın aşkını, lezzetini ve heyecanını da duyabilmeli. İnsanoğlu hayatta biraz da sevgileriyle, yücelt­tikleriyle beraber olursa, hayat daha bir farklı oluyor. Gezdiğimiz ülkelerdeki dinde, tasavvufta, bilimde, güzel sanatlarda, devlet yönetiminde kâinat çapında hizmet etmiş insanları gördükçe, onları aşkla, coşkuyla selâmladıkça kendi içinde de arındığını, temizlendiğini, yüceldiğini hissediyor. Bir büyüğü sevmek de, ona aşkla, hayranlıkla bağlanmak da, hayatın, varoluşun en asil duygusu değil midir? İnsan âlemde, insanları sevdiği müddetçe yaşıyor. Unutmayalım ki, insanı insan eden, yine insandır. Bir insanın kalbinde yaşayan büyük ve değerli insanlar kadar, o insanın da bir kıymeti vardır. Hayat her an yeniden varoluyor. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde; “Ve bir an yaşıyorum bütün bir ömre bedel” diyor. Önemli olan gezdiğimiz, gördüğümüz yerlerde, o anları olabildiğince çoğaltmak. Onlar öyle çoğalsın, öyle büyüsün ki, bütün hayatımız bir renk, bir ışık, bir güzellik haline gelebilsin. Ve o güzellikler içimizde, mütemadiyen yedi­veren güller gibi açılabilsin. Öyle insanlar vardır ki; bir köy, bir kasaba görürler, hissettikleri güzellikleri bir ömür boyu iç dün­yalarında müstesna bir sanat eseri gibi taşırlar. Öyle insanlar vardır ki; dünyayı gezerler, hiçbir heyecan, ürperti duymazlar. Bütün mesele görmektedir, görebilmektedir. İnsanoğlu yaşadığı sürece, bu görme duygusunu geliştirmeye çalışmalı. Rilke, en büyük eserine, “Görmeyi öğreniyorum” diye başlar. Görme duygusu da, yaşadığı sürece insanla birlikte gelişir, tekâmül eder. “Görenedir görene; köre nedir köre ne?” sözü, ne kadar anlamlıdır. Herhalde hayatta en acı şey, bakar kör ol­maktır. Bu tür insanlar, Kur’an-ı Kerim’de; “Onlar ki, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler, kalpleri vardır hissetmezler.” diye anlatılır. Allah cümlemizi, bütün insan kar­deşlerimizi, bu gibi durumlardan esirgesin. Kâinatın her zerresi bin bir güzellik, bin bir renkle doluyken, aman dikkâtli olalım. Aşık Veysel’in dediği gibi; “Yumma gözün kör gibi” hitabına maruz kalmayalım...

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]