subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VI                                                                          Sabri Tandoğan

 

İnsan ve Edep

Peygamber Efendimiz’e soruyorlar, “Edep nedir?” Cevap veriyorlar: “Dinin yarısıdır.” Mevlâna’ya göre edep, aklın dıştan görünüşü. İnsanın hayatını dolduran olaylar zincirinin her halka­sında, karşımıza edep çıkıyor. Genellikle toplumda kötü huylu, kötü ahlâklı insanlar, edepsiz diye anılırlar. Edep, insan hayatını güzelleştiren, insan hayatına anlam, renk ve şiir katan muh­teşem bir tavır alış şekli. Edeple insan melekler katına çıkıyor. Bazen onları da aşıyor. Aynı insan, edepsizlikle şeytanın çizgi­sine iniyor. İnsanlık kültür tarihinde hangi uygarlık ele alınıp incelense, yine karşımıza edep çıkıyor. Bundan on yıl kadar önce, altı Amerikalı profesör Japonya’ya gidiyor. Gidiş neden­leri, Japonların ekonomik alandaki olağanüstü başarılarının sırrını araştırmak. Bizim gençlik yıllarımızda otomobil demek, Amerikalıların ürettiği arabalardı, sonra devreye Japonlar girdi. Amerika’ya gidip, orada bir süre kalıp gelenlere sorun, yollarda, caddelerde artık Amerikan arabası kadar Japon arabasına da rastlanıyor. Yine gençlik yıllarımızda iyi, güzel, kaliteli saat denince, akla İsviçre saatleri gelirdi. Dakik, muntazam, düzenli insanlar için “İsviçre saati gibi adam” derlerdi. Sonra saat piyasasına Japonya girdi, kısa bir sürede bütün piyasayı ele geçirdiler. Artık İsviçreliler bile daha ucuz, daha zarif, daha dakik olduğu için Japon saatlerini kullanmaya başladılar. Ben de yirmi beş yıl önce, çok ucuz bir fiyata bir Japon saati al­mıştım, her gün kullanıyorum, daha yarım dakika bile ileri de gitmedi, geri de kalmadı. Amerikalı profesörler çeşitli fabrika­larda, işyerlerinde, atölyelerde incelemeler yapıyorlar, sonra şu sonuca varıyorlar; Japonya’nın kalkınmasının sırrı, Japonların edebinde. Bu öylesine bir edep ki, çalışmayı bir ibadet haline getirmişler. Çalışırken öylesine dikkâtli, öylesine saygılılar ki, top bile atılsa, bomba bile patlasa duymuyorlar. İnsanın kişiliği, yapılan işin türünde değil, onun nasıl yapıldığındadır. Japonlara göre her iş kutsaldır, önemli olan bütün dikkâtini, zekâsını, yeteneklerini toplayarak o işi en güzel yapmaya çalışmaktır. Türkçe’mizde ona “yapılan işe gönlünü koymak” diyoruz. Gö­nülsüz verilen bir buket çiçek bile insanı rahatsız edebilir. As­lında, hayat yolunda bütün insanlar birbirlerinin yardımcısıdır. Hepimiz birbirimize muhtacız. En büyük âlim bile ayakkabısını dikemez, ekmeğini yapamaz. İnsanlara bir bütün olarak baktı­ğımızda, Allah’ın her insana ayrı ayrı kabiliyetler verdiğini gö­rürüz. İnsan vücudu da öyle, her organ sağlığa hizmet eden, insanı ayakta tutan bütünün parçasıdır. Sağlıklı insan demek; organları düzgün, yerinde ve görevini muntazam olarak yerine getiren kimse demektir. Bir organdaki aksama, bir süre sonra diğer organlara da sirâyet eder. Nitekim, çağımızı kasıp kavuran kanser illeti, önce bir hücrede başlar. Hücre bozulur, dejenere olur, diğer hücrelere de atlar. Hayat da böyle. Kötü imâl edilen peynir, o sabah onu yiyen bir öğrencinin bütün durumunu ölünceye kadar bozabilir, bir hâkimin yanlış karar vermesine neden olabilir, bir doktorun ameliyatta hatalı hareket edip has­tanın ölmesine yol açabilir. Her şey ama her şey öyle inanılmaz, öyle akıl almaz bir şekilde birbirine bağlı ki, herkes önündeki iş neyse onu en güzel şekilde yapmaya çalışmalı ki, toplumun düzeninde aksamalar olmasın. İşte diyor, Amerikalı profesörler, Japonlar kendi çocuklarına bu edebi, bu terbiyeyi, bu inceliği verebiliyorlar. Japon kadınları üniversitede profesör bile olsa, sabahleyin erkenden kalkıyor, kocasının kahvaltısını hazırlıyor, ayakkabılarını boyuyor. İlk günden evliliğin son ânına kadar saygıda, incelik ve zarâfette kusur etmiyor. Sabahleyin evinden eşinin sevgi ve saygısıyla ayrılan bir erkek de, bütün imkânları ile işyerinde görevini en güzel yapmaya çalışıyor ve dolayısıyla Japonya kalkınıyor, dev hamleler yapıyor. Edep, iki heceli bir kelime, ama kökeninde sonsuz incelikte sırlar gizliyor. Aile yu­vasında huzur, mutluluk, işyerinde disiplin ve saygı ortaya baş döndürücü gelişmeler çıkarıyor. Vaktiyle bir İngiliz kralı, siyasî bir görüşme yapmak üzere Çin hükümdarını ziyarete gider, görüşmek isteğini bildirir. Bu istek birkaç kere tekrarlanır, bir süre geçtikten sonra, Çin hükümdarı İngiliz kralını kabul eder. Kral biraz kızgındır, niçin bekletildiğini sorar. Çin hükümdarı bü­yük bir edep ve saygı ile krala bakar, efendim der, çay içi­yordum. Çinliler ve Japonlar bir fincan çay içmeyi bile bir tören, bir merâsim, bir ibadet haline getirmişlerdir. Çayın en güzel nasıl yapılacağına dair yüzlerce metod bulmuşlardır. Hayatta hiçbir şey basit ve önemsiz değildir.


Herkes bakar ama herkes göremez. Görmek olayı, üzerinde ne kadar düşünülse yine de az olacak bir muhteşem durumdur. Görmek seçmektir, ayırmaktır, farkına varmaktır. Görmek aşktır. Ancak insanoğlu edep, incelik, dikkât ve aşkla baktığı zaman görebilir, onun dışında görmek, sadece bir zandan ibarettir. İnsan gördüğü kadar insandır, insan hayat yolunda görebildiği kadar tekâmül eder. Bazı kimseler, gözleri açık diye gördüklerini sanırlar ve sürekli kendilerini aldatırlar. Newton’a gelinceye kadar milyonlarca insan elma ağacının altında oturdu ve ağaç­tan elmanın düşüşünü seyretti. Newton da oturdu, elmanın dü­şüşünü gördü ve orada yerçekimi kanununu buldu. Önemli olan görebilmektir. Her an gözümüzün önünde nice olaylar oluyor, nice güzellikler sergileniyor, kaç kişi bunların farkına varıyor? “Görenedir görene, köre nedir köre ne?” sözü ne kadar anlamlıdır. Farkında olabilmek, başlı başına insanı ürperten, he­yecanlandıran muhteşem bir olaydır. Çocukluğumda bir komşu teyzeyi hatırlarım. Eşi terziydi. Gece geç saatte evine gelirdi. Çok titizdi, en ince ayrıntıları bile kendi eliyle hazırlardı. Komşu teyze, kocası gelinceye kadar yemeğini yemez, eşini beklerdi. Her hâli ile her davranışı ile güzelliğin, incelik ve zarâfetin bir simgesi gibiydi. Mahallede herkes onu sever ve sayardı. Bugün adına modern aile, çağdaş aile denen evler, sanki bir pansiyon gibi. Herkes istediği zaman mutfağa giriyor, istediğini alıp yiyor ama ince ince düşünecek olursak aile fertlerinin ellerini yıka­yarak, Besmele çekerek, verdiği nimetler için Allah’a şükrederek birlikte sofraya oturmalarında ne ürpertici güzellikler vardır. Edep, hayatı kaba ve hoyrat bir yaşama şekli olmaktan çıkarıp, ona bir sanat heyecanı verebilmektir. Edep, insanı insan eden en önemli faktördür. Mevlâna; “Gözünü iyice aç da bak, Kur’an’ın bütün mânâsı edepten ibarettir” buyuruyor. İn­sanlık kültür tarihinin en büyük, en yüce insanı Resulullah Efendimizdi. Onun her hâli, her tavrı, her davranışı edebin ta kendisi idi. Bizler de Kâinatın Efendisini kendimize örnek edinip, onun gibi olmaya, onun gibi yaşamaya var gücümüzle, im­kânlarımız nispetinde gayret etmeliyiz. Nasıl yemeğe tadını veren tuz ise, hayatı, yaşamayı güzelleştiren, onu bir renk, bir şiir, bir aşk haline getiren de edeptir. Allah bize de, bütün insan kardeşlerimize de edepli yaşayıp, edepli bir şekilde Hak’ka göçmeyi nasip etsin...

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]