Bir Gül Gibi Olmak
İnsan hayata çeşitli pencerelerden bakıyor. Eğer varsa, görebiliyorsa, gözleriyle bakıyor, gazeteyle bakıyor, kitapla, dergiyle bakıyor, radyoyla, televizyonla bakıyor, gözlemledikleri, tanık olduklarıyla bakıyor. Sonuç hep aynı. Yıllar, yıllar evvel Âkif ne güzel anlatmış;
“Nazarlardan taşan mânâ
İbâdullahı istihkâr.”
İşittiklerimiz, gördüklerimiz, şahit olduklarımız bizi sevgisi, saygısı, şefkâti, merhameti, inceliği ve zarâfeti kalmayan bir toplum teşhisine götürüyor. Acaba içimizde aksini düşünen bir kişi çıkar mı diye düşünüyorum. Ne kadar inkâr etsek, görmemezliğe gelsek, durum ortada. İçimizde öyleleri var ki, onlara hayvan desek, onlara hakaret olur; belki de yarın bizden dâvâcı olurlar.
Peki neden böyle oluyor. Neden insanca, efendice, medenice yaşayamıyoruz. Neden Kur’an ifadesiyle “Belhum Adal” olmak yolunda, hayvandan aşağı bir hayat tarzını seçiyoruz. Önemli olan mertçe, yiğitçe, erkekçe bu soruyu sorabilmek ve bunun cevabını araştırmak. Artık mâhut bazı kişilerin, insanı tiksindiren nutuklarına karnımız tok. O tür söylemler, sadece midemizi bulandırıyor, bizi iğrendiriyor. Ortada bir hastalık var, bunun süratle teşhisinin konulması lâzım. Herkes kendi hesabına bunun cevabını bulmakla yükümlü. Efendim, ben sadece kazancıma bakarım demek, benim başıma saman yüklü bir torba bağlayın, beni yalnız o ilgilendirir demekle müsâvi.
Bundan uzun yıllar önce şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah” isimli bir şiir kitabı çıkmıştı. Orada değerli şair:
“Çocuğum dua et geceleri,
İnsan uzaklaşabilir Allah’tan” diyordu.
Gerçek ortada, lâfı eveleyip, gevelemeye, sündürüp uzatmaya hiç hacet yok. Biz Allah’tan uzaklaştık. Biz mânâ âleminden, ışıktan, güzellikten, incelikten uzaklaştık. Madde adına, para adına ve sözde yetiştirdiğimiz çocuklar adına, bütün mânevi değerleri çiğnedik. Sonuç ne oldu? İşte ortada. İnsanı utandıran, kahreden çirkinliklerde, rezillikte her gün yeni rekorlara gidiyoruz. İçkide, sigarada, uyuşturucuda, cinsî sapıklıklarda, edepsizlikte, kabalıkta, her gün insanlıktan, efendilikten biraz daha uzaklaşarak “Belhum Adal” olmak yolunda süratle ilerliyoruz. Artık bazı gazetelerimiz, genelev albümü gibi çıkıyor. Bazı televizyon kanallarımız, sokağa düşmüş zavallı kadınların reklâmını yapmak, fiyatlarını arttırmak için birbirleriyle yarışıyor. Artık bir “ikinci Necip Fazıl” yok ki “Durun kalabalıklar durun! Bu yollar çıkmaz sokak/ Haykırsam kollarımı makas gibi açarak” desin. Artık bu ülkede, bütün dürüst, temiz, hassas, ince ruhlu asil insanların, hanımefendilerin, beyefendilerin boyunları bükük, onlar garip, yalnız, çaresiz. Onlar, muhtaç oldukları sevgiyi, saygıyı, ilgiyi en yakınlarından bile göremiyorlar. Öyle yalnızlar ki, bazen göz yaşlarını bile içlerine akıtmak zorundalar. Karşılarında mâneviyat adına, kültür adına, insanlık adına her şeylerini ama her şeylerini kaybetmiş bir gürûh var. İthamlar başlıyor. Yobaz, gerici, mürteci, çağdışı ve daha neler neler. O tertemiz, o pırıl pırıl, o kirlenmemek için canlarını dişlerine takan insanlar, göz yaşlarını içlerine akıtarak, ıstırap içinde şunları söylüyorlar:
“Beni kimsecikler okşamaz mâdem;
Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!”
Gerçek bu, demin söylediğim o ağzı köpüklü it gürûhunun dışında, kimse aksini söyleyemez. Peki yapılacak nedir? Tek husus var. Allah’a ve Peygamber’e her zamankinden daha büyük bir aşkla, şevkle, heyecanla sımsıkı sarılmak. Kur’an-ı Kerim’de buyurulduğu gibi “Önce inandım de, sonra dosdoğru ol.” Gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerek onun en güzel yorumu olan Peygamber sözlerinde öyle diriltici bir kuvvet var ki, bir tek âyeti, bir tek hadisi yaşayan, onu kâl’den hâl’e geçirenlerde derhal etkisini gösterir. Bir tek hadis bütün nüanslarıyla yaşandığı taktirde, insan hayatında en büyük devrimi yapar. İddia ediyorum. Bir tek “Ya hayır söyle, yahut sus” Hadisini, bütün incelikleriyle iş hayatında, ev hayatında, sosyal hayatınızda uygulayın, durumu görün. O sizi velâyet makamına kadar götürür. İtiraz etmeyin lütfen. “Yeter senden çektiğim ey tersi dönmüş ahmak.” Ramazan ayı olunca malûm televizyonlardan ahkâm kesmeye başlayan malûm şahıslar gibi ukalâlık etmeyin. Sadece başınızı önünüze eğin, edeple, saygıyla denileni yapın. Gerçekten yürekten inanan insanları inceleyin, o güzel insanlarda teslimiyetin, şükrün, sabrın, kanaatin, edep ve zarâfetin ortaya çıkardığı bir hoşluk, bir güzellik, bir incelik görürsünüz. Onlar, hep etraflarına artı elektrik verirler. Onların yanında, kendinizi rahat, huzur, güvenlik içinde hissedersiniz. Onların yanında, sadece sevgi, saygı, edep, incelik, zarâfet bulursunuz. Tek düşünceleri, Allah rızası için hizmet etmek, faydalı olmak, yardımcı olmaktır. Nerede göz yaşı döken varsa, onların ıstırabını paylaşmaya hazırdırlar. Nerede acı çeken, ıstırap çeken insanlar varsa, onlarla beraber olmak isterler. Ellerinde tek servet olarak yarım ekmekleri bile olsa, ihtiyacınız olduğu zaman ortadan ikiye kırıp, buyur kardeşim diye size uzatırlar, ama bu hareketleri öylesine içten, derin ve samimidir ki, onların yanında hayat bütün çirkinlikleri kaybeder. Onlarda her şey aşk ve ihlâs iledir.
Bir velîye sormuşlar, “Efendim” demişler, “Bir caddede gidiyoruz; yanımızdan, yöremizden binlerce insan geçiyor, onların içinden hangisinin Allah dostu olduğunu nasıl anlayabiliriz?” O zat demiş ki; “O on binlerce kuru kalabalık içinde hangi insan sizde Allah düşüncesini uyandırıyorsa, hiç şüpheniz olmasın, o bir Allah dostudur, velîdir.”
Önemli olan hep şikâyet etmek değil, yakınmak değil, bir güzelliği yaşamaktır. Şunu iyi bilelim ki, hep şikâyet, nefsin kendi kendini tekmelemesinden başka bir şey değildir. Bir gülün yetiştiği ortama bakın; o rengiyle, kokusuyla, biçimiyle, duruşuyla gözleri ve gönülleri kamaştıran gül fidanının dibinde ne vardır? Sadece su, toprak ve gübre. Niye biz de bir gül fidanı gibi olmayalım? Kâinatın en büyük kadınlarından biri olan Hz. Asiye validemiz, unutmayalım ki Firavun’un karısı idi. Bir ömür boyu onunla aynı masada yemek yedi. Aynı yatakta yattı. Tebaasını kendisine taptırmak isteyen Firavun, Asiye validemizi etkileyemedi. Önemli olan, şikâyet etmek yerine, Allah’ın, Peygamber’in yolunda gitmek, onların gösterdiği güzellikleri kendi şahsımızda yaşayarak, örnek bir insan olmak değil midir?
Bir gün, adamın biri hamama gider. O devirde, hamamda temizlik kil ile yapılırmış. Hamamcıdan kil alır, temizlenmeye başlar. Üzerine sürdükçe, kilden mis gibi bir gül kokusu çıkar. Sorar, “Ey kil” der. “Sen bir topraksın. Nasıl oluyor da senden böyle mis gibi bir gül kokusu çıkıyor?” Kil cevap verir. “Haklısınız efendim” der. “Ben sıradan bir toprağım. Yalnız bir gün yolum düştü, üç gün gül ile arkadaşlık yaptım, bir kokum varsa ondan geliyordur.” Neden biz de çevremizdeki insanlara her şeye, ama her şeye rağmen bir gül gibi güzel kokular vermeyelim? Neden onlar bizim yanımızda huzura, ışığa, güzelliğe kavuşmasınlar? Yolda bizi gördükleri zaman akıllarına Allah gelmesin?
Aşk yolunda, ihlâs ve güzellik yolunda, Allah cümlemizin yardımcısı olsun.
|