Tasavvuf kelimesinin bugüne kadar o kadar çok tarifi ve tavsifi yapıldı ki, bunların hepsini sıralayacak olsak, elinizdeki kitabın sayfaları yetmez. Birkaçını görelim.
Tasavvuf “Güzel ahlâktır, bizi en güzel ahlâka götüren yoldur.” Tasavvuf “Edeptir, inceliktir, zarâfettir.” Tasavvuf “Yâr olmak, bâr olmamaktır.” Tasavvuf “Bizi Allah aşkına götüren en güzel yoldur.” Tasavvuf “Hiç almayı düşünmeden, Allah rızası için hep vermek, vermek, vermektir.” Tasavvuf “Kendi şahsında çekil aradan, kalsın Yaradan sözünü, bütün boyutlarıyla uygulamaktır.” Tasavvuf “Allah rızası için, Aşk-ı Muhammedî için bir gönüle girmektir.” Tasavvuf “Kur’an-ı Kerim’deki “Ne yana bakarsan bak, Allah’ın vechi oradadır.” Âyet-i Kerimesini kendi özel hayatında bâtıni ve zâhiri olarak bütün nüanslarıyla yaşamaktır.” Tasavvuf “Muhammedî potada benliğinden bir zerre kalmayıncaya kadar erimektir.” Tasavvuf “Hepisinden iyisi bir gönüle girmektir” diyerek bütün hayatını ilâhi aşk, şiir, güzellik içinde yaşamaktır.”
Mısrî Niyazi ne güzel söylüyor;
Ben sanırdım halk içinde hiç bana yâr kalmamış
Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyâr kalmamış.
Yunus Emre “Bir çeşmeden akan su, acı tatlı olmaya” der. Gerçek tasavvufu yaşayanlar, bu mısraı kâl ile değil, hâl ile yaşayanlardır. “Nârın da hoş, nûrun da hoş” diyenler, diyebilenler, bunu resmî ve özel yaşantıları ile söyleyebilenler ne güzel, ne mübarek insanlardır.
Yunus en güzel şiirini “Sev, Sevil” diye bitirir.
“Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” derken, mânevi güzelliği yaşamanın hazzını iliklerine kadar hisseder, bütün varlığında duyar.
Nobel edebiyat armağanını kazanan Fransız yazar “Başkaları cehennemdir.” diye feryat ederken, büyük mutasavvıf Sümbül Sinan Hazretleri:
Gül alırlar, gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar
diyerek aşkını ilân ediyordu. Bir pazara gittim; kapısı gül, yolları gül, terazisi gül, dirhemi gül, alanlar gül, satanlar gül diyerek bütün kâinatı bir gül bahçesi gibi gördüğünü söylüyordu.
Aman Yarabbi bu ne ürpertici bir çelişki idi. En büyük edebiyat ödülünü alan bir yazar, hayatı ve insanları bir cehennem gibi görürken, acaba kendi kafasındaki ateist, inkârcı ruh halini mi söylüyordu. Eğer Sümbül Sinan Hazretleri, kendi kafasında ve kalbinde bir güzelliği yaşamasa, ilâhi aşkın yüceliklerinde dolaşmasa, dünyayı bir gül bahçesi gibi görebilir miydi?
“Seviyoruz, seviliyoruz, güzelliğimiz bu yüzden” diyebilir miydi? Ve her şeyden sonra büyük Yunus “Aşk gelicek, bütün eksikler biter” diyebilir miydi? Tarihe bakıyoruz; kadın, erkek nice güzel insanlar tasavvufun güzelliklerini yaşayarak, içlerine sindirerek pırıl pırıl bir yaşama üslûbuna kavuştular. Renk içinde yaşadılar, ışık içinde Hak’ka göçtüler. Günümüzde de birçok tasavvuf kitapları basılıyor, satılıyor, birtakım kimseler ceplerini dolduruyorlar. Birtakım kimseler tasavvuf toplantıları yapıyorlar, ekranlarda sözüm ona tasavvuf konuşmaları yapıyorlar. Kimisinin isminin başında caf caflı unvanlar, kimisinin çalımından cakasından yanına yaklaşılmıyor. Aman Yarabbi! İnsanın aklına ister istemez Mevlâna’nın sözü geliyor. “Nefs içinde yaşayan bir insan, konuşmaya başlayınca, ağzından çıkan sözler sarımsak gibi kokmaya başlar.” Bu kimselerin hiçbir güzelliği, inceliği, zarâfeti yaşamadıkları, yanlarından bile geçmedikleri o kadar belli ki. Kısa bir süre sonra onlardan yayılan negatif elektrikle içiniz daralıyor, bunalıyor, bayılacak gibi oluyorsunuz. Kalkıp ekranı kapatıyorsunuz. Hoş inançlarını yaşantı hâline getiren güzel insanlara da ekranları yöneten despotlar, Firavun taslakları müsaade etmiyorlar. Bugün gözlerden uzak olan bir husus var. Nedense tasavvufun bir kâl ilmi değil, hâl ilmi olduğu unutuluyor.
Hiç ışık yanmadan, etrafında pervane döner mi? Mânâ âleminin güzelliklerini içimizde yaşamadan, hâl hâline getirmeden, yazsak ne yazar, konuşsak ne yazar. Gönülden gelmeyen bir söz en yakınlarımız da dahil kimi etkiler ki. İsterse saatlerce konuşulsun, isterse yüzlerce sahife yazılsın. İçten gelmeyen her şey boşboğazlıktan, gevezelikten, kafa şişirmekten başka neye yarar. Hâl ilminde öyle ürpertici bir husus var ki o, bir gerçeği, bir güzelliği yaşayanların en küçük hareketlerine kadar yansıyor. O insanların sessiz duruşunda bile kelimelerle ifadesi mümkün olmayan bir güzellik oluyor. İnsanı ürpertiyor, büyülüyor, etki altında bırakıyor.
Bir gün, bir topluluğa, bir zat ders vermeye gelir. “Efendiler” der. “Bugünkü dersimiz sükût.” Edeple yerine oturur, saygıyla başını önüne eğer, zarif bir şekilde ellerini dizlerinin üzerine koyar ve yarım saat hareketsiz o durumda kalır. Sonra kalkar, “Müsaadenizle efendim” der. “Dersimiz bitti.” Bunu anlatan çok değerli bir zat, gözleri dolu dolu bana döndü, “Efendim” dedi. “Sükûtu, bütün nüanslarıyla o gün idrâk ettim.”
Bir de günümüzde, kendi kendilerine ehli tasavvuf diyen bir garip, bir acayip yaratıklar var. Abdest almazlar, namaz kılmazlar, oruç tutmazlar, sağlıkları ve imkânları müsait olduğu halde Hacca gitmezler, ama söz tasavvuftan açılınca, lâfı da kimseye bırakmazlar. Bunlar için yaratık sözünü boşuna kullanmadım. Bu zavallılar şunu iyi bilsinler ki, kendi kendilerini aldatıyorlar bu davranışlarıyla. Ve aldanışların en kötüsü, insanın kendi kendisini aldatması değil midir? Bunlar buz üstüne yazı yazanlardan başkası değillerdir. O kafayla hiçbir yere ulaşamayacaklarını, bir gün avuçlarını yalayarak anlayacaklar ama iş işten geçmiş olacak. Bekleyelim görelim.
Bir gün, bir mânâ büyüğüne sorarlar, “Efendim” derler, “Yoldan geçen bir Allah dostunu, bir velîyi nasıl anlayabiliriz?” O zat, tebessüm ederek cevap verir. “Evlâdım” der. “O zatları gördüğünüz zaman, sizde Allah düşüncesi uyanıyorsa, hükmünüzü verebilirsiniz.” Onlara hayatın her alanında rastlayabiliriz. Hani ne demişler, Allah’ın dostları, bin bir kisve, bin bir görünüş altında gizlidir, ama görene, görebilene. Allah bizleri, bütün kardeşlerimizi, böyle güzellikleri ve incelikleri görenlerden, idrâk edenlerden, yaşayanlardan eylesin.