Börekçi Hafız Ağa
Altmış yıl önceydi. O zamanların Ankara’sında bir mahallede oturuyorduk. Bugün özlemle, saygıyla hatırladığım mahallemizdeki komşularımızdan biri de Börekçi Hafız Ağa idi. Uzun boylu, geniş omuzlu, temiz yüzlü nezih bir insandı Hafız Ağa. Küçücük bir evde oturur, börek yapıp satarak hayatını kazanırdı. Hafız Ağa herkes tarafından sevilen, sayılan bir insandı. Börekleri en iyi malzemeden, tertemiz tereyağı ile yapılır, satışa çıkar çıkmaz tükeniverirdi. Hafız Ağa, efendi bir insandı. Az konuşur, müşterisi kim olursa olsun ona saygıyla davranırdı. Günü olan hanımlar, misafiri gelecekler Hafız Ağa’nın böreklerini konuklarına itimatla, güvenle sunarlardı. Herkes yemezden evvel bu börek Hafız Ağa’nın mı, diye sorar, evet cevabını alınca zevkle, iştahla yerdi. Bir kere onun böreklerinden alıp da pişmanlık duyan, nadim olan kimse çıkmadı. Uzaktan Hafız Ağa’yı seyreder, çocukluk günlerimin o tertemiz, o sımsıcak heyecanı içinde ona sevgi, saygı ve hayranlık duyardım. Hafız Ağa ev hayatında da eşine çok saygılıydı. Mahallede hiç kimse onların evinden kavga, gürültü, münâkaşa sesinin çıktığını duymadı. O mübârek insan, bir melek gibi yaşadı ve bir melek gibi Hak’ka göçtü. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti, Peygamber’in şefaati üzerine olsun.
Bir gün, bir televizyon izleyicisi, Kızılay’da yanıma yaklaştı. “Sabri Bey” dedi. “Ben sizi televizyondan her sabah dinliyorum. Geçen gün bir mahalleyi anlattınız. Börekçi Hafız Ağa’dan bahsettiniz. Benim de o güzel insana ait bir anım var, müsaadenizle söyleyebilir miyim?” “Hay hay efendim, buyurun” dedim. Anlattı. “Çocuktum” diyor. “Bir gün karnım çok acıkmıştı. Hafız Ağa böreklerini satışa getirmişti. Uzun bacaklı, dört köşe camekân tezgâhındaki börekler, gözüme inanılmaz güzellikte görünüyordu. Almak istedim ama cebimde param yoktu. Yutkundum. Nasıl baktım bilemiyorum, o mübârek insan bunu hissetmiş olmalı ki, bana döndü, büyük bir sevgi ve saygıyla, yavrum dedi. Bereket olur, sana bir börek vermek istiyorum, kabul eder misin? Utandım, kıpkırmızı oldum, o sırada Hafız Ağa böreği sarıp elime uzatmıştı bile. O böreğin güzelliğini ve Hafız Ağa’nın asil hareketini bir ömür boyu unutamadım. Ne zaman iyilik yapmayı düşünsem, aklıma Hafız Ağa gelir. Allah’ım derim, bana da onun gibi asil, vakarlı, ince davranmayı nasip eyle.” Sonra birbirimizle vedalaştık, demek ki benim gibi o televizyon izleyicisinin de gönlünde börekçi Hafız Ağa unutulmaz izler bırakmıştı.
Ne garip, hayatta hiçbir şey unutulmuyor. İyilik de, kötülük de. Çocukluğumuzun çok küçük yaşlarından itibaren her şey bizde derin izlenimler bırakıyor ve bir ömür boyu devam edip gidiyor.
Zaten bilinçaltı denilen o büyük bilinmeyen, hep bu izlenimlerin birikiminden başka nedir? Ne olur biz de hep hayır işlesek, hayır konuşsak, hayırla hareket etsek. Söylediğimiz her sözde, yazdığımız her kelimede günlük hayattaki irili ufaklı bütün davranışlarımızda hep Allah rızasını gözetsek ne kaybederiz? Günümüz insanları sanki iki tanrılı bir dine sahipler. 1- Paraya tapmak, mala tapmak. 2- Kendi çocuklarına tapmak. Kur’an-ı Kerim’deki “Biliniz ki malınız ve evlâdınız, sizin için fitnedir.” yani imtihandır, Âyeti Kerime’sini, her gün karşılaştığım olaylar defalarca bana hatırlatıyor. Nice ana-baba görüyoruz ki, resmen kendi çocuğunun kulu kölesi. Önlerinde secde ediyorlar. Onların şımarıklıkları, kaprisleri, edepsizlikleri, şirretlikleri yerine gelsin diye akla hayale gelmeyen, havsalaya sığmayan fedakârlıklar yapılıyor. Evler satılıyor, borçların kaldırılmaz yükü altına giriliyor, sağa sola olmadık yüz suları dökülüyor. Bütün bunların acaba sebebi nedir? Bana sorarsanız, uzun söze hiç gerek yok, tek sebep var. Allah’tan uzaklaşmak. Ne kadar Allah’tan uzaklaşırsak, o kadar rezil, aşağılık durumlara giriyor, şerefimizi ayaklar altına alarak şeytanın maskarası oluyoruz.
Bir gün, çalıştığım iş yerine bir telefon geldi. “Efendim,” diyordu telefondaki ses, “Yarın kızımı nişanlıyorum, lütfen siz bir konuşma yaparak nişan yüzüklerini takar mısınız?” O gün beni almaya geldi. İşyerimin önünde siyah bir mercedes bekliyordu. Kapıyı açtı, “Buyurun” dedi. Bindim. Yolda gidiyoruz. Sordum, “Damat bey hakkında, damat beyin ailesi hakkında bir araştırma yaptınız mı?” Bu soru adamın canını sıkmıştı. Döndü, “Efendim,” dedi. “Damadın mercedesi var.” Birden asabileştim. “Lütfen durur musunuz” dedim. Şaşırmıştı. Kapıyı açtım, çıktım. Arabanın açık penceresinden seslenerek. “Sizin” dedim, “Mercedesiniz var, damadınızın da mercedesi var. Ben dolmuşla seyahat eden bir insanım, siz kendinize mercedesli bir kimse bulun da yüzüğü ona taktırın” dedim. Bu küçük olay, bazı insanların, paraya ve mala tapışından başka ne ile izah edilebilir?
Bu madde kesafeti insanları boğuyor, sıkıyor, daraltıyor, bunaltıyor, arkasından kendilerini deli gibi sigaraya, içkiye, kumara, fuhuşa atıyorlar. Bu tıpkı susayan bir insanın tuz yalamasına benziyor. Susuzlukları gittikçe artıyor, artıyor, sonra da son çare olarak kendilerini uyuşturucunun kucağına atıyorlar. Ne yazık ki bazı medya organları bu korkunç gidişi büsbütün körüklüyor. İçinden çıkılmaz hâle getiriyor. Çirkin programlar, çirkin filimler, kötü müzik, adi ve bayağı görüntüler bu zavallıların sayısını her gün biraz daha arttırıyor. Bu madalyonun bir yüzü, bir de öbür yüzü var. Günümüzde hâlâ tertemiz yaşayan insanlar var. Bakıyorsunuz alnının teriyle, yüzünün akıyla kazandığı çok az bir parayla gül gibi yaşayan insanlar var. Allah bereketini veriyor. Onlar pırıl pırıl, ışık dolu, renk dolu bir hayat yaşıyorlar. Yürekleri sımsıcak sevgiyle dolu. Efendilik onlarda, güzellik onlarda, edep, saygı, zarâfet ve incelik onlarda. Onlar, “Beni kimseler okşamaz madem/ Öp beni alnımdan, sen öp seccadem.” diyenler. Güzelin, iyinin, doğrunun, huzur ve mutluluğun yayıcıları, devam ettiricileri olanlar, hep yüzlerinde ilâhi bir tebessüm, sabır, şükür, edep ve tevâzu içinde, tıpkı İbrahim Peygamberin ateşin ortasındaki gül bahçesi gibi hayatlarını yaşıyorlar. Kur’an-ı Kerim’deki “Ne yana bakarsan bak, Allah’ın vechi oradadır.” Âyetini hayatlarında uygulayarak her zerreden zikredenin Allah olduğunu biliyorlar. Onlar tıpkı büyük Yunus gibi “Cümle yerde Hak nâzır, göz gerektir göresi” diyorlar. Onlarda her şey, bir derin sevinç içinde. Onlar almanın değil, vermenin daha büyük olduğunun sırrına ermişler. Onlar, “Paylaşmak ki, o en güzel” diyorlar. Çünkü Allah’a yakınlar, çünkü Allah’la beraberler. Onlar, ancak mutluluğun Allah’ı anmakla mümkün olacağının idrâki içindeler. Yani kısacası, insan günlük hayatı içinde sözleriyle, davranışlarıyla, düşünceleriyle ya Allah’a yaklaşıyor yahut Kur’an-ı Kerim’deki Belhüm Âdâl sıfatına lâyık olacak şekilde Allah’tan uzaklaşıyor. İşte insanoğlu bu iki seçimin ortasında. İnsanoğlu Allah’a yaklaştıkça büyüyor, güzelleşiyor, yüceliyor, melekleri bile gıpta ettirecek bir çizgiye ulaşıyorlar. Allah’tan uzaklaştıkça huzursuz, mutsuz, sıkıntılı oluyorlar, o oranda da şükürden, sabırdan, edep ve tevâzudan incelik ve zarâfetten uzaklaşarak şeytanın maskarası oluyor, hayvandan daha aşağı bir dereceye düşüyorlar. Allah cümlemizi iyilik ve güzelliğin yolundan ayırmasın. Bizleri ve bütün insanları hayrı konuşan, hayır işleyen, hayırla yaşayan güzel insanlardan eylesin...
|