subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt V                                                                          Sabri Tandoğan

 

Çocuk Bu Meçhul

Çocuk eğitimi hakkında, yüzyıllardır birçok kimse, kendi bilgilerinden, görgülerinden, tecrübelerinden yola çıkarak, nice şeyler yazdılar, söylediler. İçlerinde doğrusu vardı, eğrisi vardı. Bunların çoğu insanı anlamamış, insana varamamış, insana ulaşamamış kimselerin görüşleri idi. İnsana gidemedikten son­ra, onun eğitimi hakkında ortaya konulan görüşler ne dereceye kadar faydalı olabilir. Hele günümüzde eğitimci geçinen birtakım materyalist kimselerin düşüncelerine katılmak insan adına da, eğitim adına da bir cinayet olmaz mı?


Efendim diyorlar, çocuk yedi yaşına gelinceye kadar hiçbir şey göstermeyin, bir şey öğretmeyin, çocuk ne isterse onu yapsın. Yaksın, yıksın, kırsın, döksün, ne istiyorsa onu yapsın. Çocuğun şahsiyeti böyle teşekkül eder. Sakın ona ilişmeyin. Yarı aydın, çeyrek aydın birtakım insanlar, ne maksatla söy­lendiği henüz belli olmayan, bu eğitimci geçinen yaratıkların saçmalarına hatta cinayetlerine, kendilerini teslim ediyorlar, de­diklerini aynen tutuyorlar. Ortaya ele avuca sığmayan bir it yavrusu çıktığı zaman da, bilgiç bilgiç başlarını sallayarak, ne yapalım efendim diyorlar, eğitimciler böyle istiyor. Bilmiyorum hayatta bundan daha büyük gaflet ne olabilir? Atalarımız bo­şuna mı söylemiş, insan yedisinde ne ise, yetmişinde de o olur. Modern pedagoji, insanın yedi yaşında iken karakterinin ana hatlarının ortaya çıktığını söylüyor. Ondan sonrası fotoğrafçının rötuşu gibi oluyor.


Peygamber Efendimiz, “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar” buyuruyor. Bir gün Resulullah Efendimiz, bir eve misafirliğe gider. Anne babanın gösterdiği aşırı sevgi ve hürmet çocuğu ürkütür. Çekindiği için bir türlü elini öpmeğe cesaret edemez. Bunun üzerine anne, çocuğa hitaben “Yavrum git Pey­gamber Efendimizin mübârek elini öp, duasını al, sana şeker verecek” der. Çocuk şeker sözünü duyunca, Peygamber Efen­dimize doğru yönelir. Kâinatın Efendisi birden yerinden kalkar, “Bana müsaade edin, birazdan geleceğim” der, çıkar. Bir süre sonra ter içinde geri döner. Önce çocuğa şekerini verir, sonra ev sahiplerine dönerek, sorularını cevaplandırır. “Siz çocuğa, Peygamber şeker verecek dediniz, çocuk şeker almak için bana geldi. Yanımda yoktu, veremeyecektim. Dışarı çıktım, çarşıda şeker aradım. Çoğu dükkân kapanmış, buluncaya kadar ara­dım. Eğer veremeseydim, bir daha bana inanmazdı.” Bu olayı elli yıldır düşünüyorum, beni ürpertiyor, bazen ağlatıyor. Aman Yarabbi diyorum. Mânevi güzelliklerden ne kadar uzaklaşıyoruz. Birtakım ne idüğü belirsiz eğitimci geçinen hainlerin palavraları ile kendi gül gibi çocuklarımızın kanına giriyoruz. Çocuklarımız ayağı yanmış it yavrusu gibi, oradan oraya delicesine koşuş­turuyorlar. Rahmetli annem çocukluğumda işlediği birtakım na­kışları, el işlerini gösterirken, bunu derdi, dört yaşımda işlerdim, bu dört buçuk yaşımda, bunu beş yaşımda. Kendi çocukluğumu düşünüyorum, üç buçuk yaşımda iken okuma yazma öğrendim. Dört yaşımda idim, bir gün rahmetli babamın bir arkadaşı, misafir geldi. Misafire hoşgeldiniz efendim dedim. Elini öptüm. Misafir memnun oldu, bana beş kuruş verdi. Beş kuruş o zaman iyi para idi. O para ile kitapçıya gittim, Yunus Emre Divanı’nı satın aldım, okumaya başladım. Bendeki Yunus sevgisi dört yaşında başlar. İlk okula başladığım zaman, hepsi de okunmuş, yüzlerce kitaplık bir kütüphanem vardı. Bugüne kadar bir za­rarını görmedim. Oturduğum evin üst katındaki ailenin altı ya­şında bir kız çocuğu var. Her gün çılgınlar gibi, sabahtan ak­şama kadar, kendini oradan oraya atarak hayatı bana zehir ediyor. Bazen ne okuduğumu anlıyorum, ne yazdığımı. Eminim ki, o çocuğun eline, ne bir iğne verildi, dikiş nakış gösterildi, ne bir harf öğretildi, ne bir boyama kitabı verildi. O çocuk bir tek dua ezberlemeden, bir tek evliyâ menkıbesi dinlemeden bü­yüyor. Bir gün cemiyetin başına belâ olan çağdaş firavunlar, çağdaş nemrutlar da böyle yetişmediler mi? Ne güzel ata­sözlerimiz var, ağaç yaş iken eğilir, diye. Ne verirsen elinle, o gider seninle, diye. Böyle evlât yetiştiren ana babalar şunu iyi bilsinler ki, onlar yarın kabirlerinde de rahat yatamayacaklar.


Bana kalırsa, çocuk terbiyesi daha çocuk doğmadan baş­lamalıdır. Hamileliği buhranlı, fırtınalı, gerilim içinde geçen an­nelerin çocukları daha doğmadan acıyı ve ıstırabı yaşamak­tadır. Daha doğmamış çocuğun, olan bitenden nerden haberi olur demeyin. Oluyor. Titreşimlerle çocuk artı veya eksi elektriği hissediyor. Amerika’da nice tecrübeler yapılmış. Anne baba münâkaşa ettiği zaman, çocuk ana karnında çok acı çeki­yormuş. Bu durum, özel fotoğraflarla da tespit edilmiş. Hami­leliği tatlı, uyumlu, saygılı bir atmosferde geçen annenin ço­cuğu, doğduktan sonra da farklı oluyormuş. Bilim adamları öyle söylüyor, tecrübeler bunu gösteriyor. Sevgi, saygı, hoşgörü hayatın, insanca yaşamanın üç temel unsuru. Bunlar çocuğa aile içinde öğretilir. Ama öyle lâfla, palavra ile, nutuk atarak değil. Yaşanarak, tatbik edilerek. Evin içinde, her an Rabbimizin huzurunda olduğumuzun bilinci içinde yaşamalıyız. Yaşamalıyız ki, çocuklarımıza örnek olalım, rehber olalım. Çocuklarda taklit eğilimi çok kuvvetlidir. Çocuk gördüğünü, işittiğini taklit eder. Örnek kötü ise, bütün kabahat çocuğun mu olacak? Anne babanın birbirlerine hitabı bile çok önemlidir. Çocukluk gün­lerimden hatırlıyorum. Yakınlarımız, komşu teyzeler, amcalar birbirlerine isimleri ile değil, bey diyerek, hanım, hatun diyerek hitap ederlerdi. Bunda ne varmış demeyin. Şimdiki insanların aklının almayacağı güzellikler, incelikler var.


Bazı aileler, çocuğa zorla yemek yedirmek istiyorlar. Ne kadar yanlış bir tutum. Bugünkü beslenme bilginleri, zorla ye­dirilen yiyeceklerin çocuğa hiçbir fayda sağlamayacağını söy­lüyorlar. Bir gıda, ancak severek, istenerek, özlenerek yenirse faydalı olur. Bir meydan muharebesi hâline getirilmiş zoraki ye­meklerin, çocuğa fayda değil, zarar getireceğini anne babalar ne zaman öğrenecek. Evde egemen olan hava, edep, sabır, şükür, kanaat değilse, öyle bir evde yetişecek çocuktan ne hayır gelir? Anne baba evinde, ben onu yemem, bunu yemem, is­temem diyen şımarık büyütülmüş bir çocuğun, yarın evlendiği zaman eşinin başına da belâ olmayacağını kim temin edebilir. Çocuğa çok küçük yaştan itibaren güzel itiyatlar aşılanmalıdır. Rahmetli annem üç yaşımdan itibaren, beni kucağına oturtur, şiirler okurdu. O şiirlerden aldığım zevki hâlâ hatırlarım. Sanırım edebiyata olan merakım, o zamandan itibaren başlamıştı. Yine çok küçük yaştan itibaren, çocukta tabiata karşı bir sevgi ve saygı uyandırılmalıdır. Güneşin doğuşu ve batışı, bahar çiçek­lerinin açılışı, sonbahar yapraklarının dökülüşü, ağaçlar, çiçek­ler, kelebekler, bulutlar, çocukla beraber saygı ile ve hayranlıkla seyredilmelidir. Çocuk imkân nispetinde televizyonların zararlı programlarından uzak büyütülmeli, yağan yağmur, kar, gece, yıldızlar, çocuk ruhunda ürperti uyandıracak şekilde ona gös­terilmelidir. Küçük yaşta uyanan tabiat ve sanat sevgisi, ileride bir ömür boyu devam eder, onun hayatına, renk, ışık ve güzellik katar. Belki de büyük bir sanatkârın yetişmesine vesile olur. Güzellik, kâinatın altın anahtarıdır. İyiyi, sanatı ve güzelliği se­venler, ömür boyu mutlu, huzurlu ve başarılı olurlar.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]