Elif Efendi
Millî Eğitim Bakanlığı’nın 1970 yılında ikinci baskısını yayınladığı İbnülemin Mahmut Kemal İNAL’ın “Son Hattatlar”ını okuyordum. 816. sayfada hattat Elif Efendi’nin bir fotoğrafı ile karşılaştım. Birden dünyam değişti, büyülenmiş gibi oldum. Baktım, baktım... Doyamadım bir türlü... Şimdi, asil yüzlü, temiz ifadeli, ince, zarif bir insan görmek, onunla konuşmak istediğim, ama isteyip de bulamadığım zamanlar, açıyorum kitabın o sayfasını... Elif Efendi’ye, o pırıl pırıI, o tertemiz, o güzeller güzeli insana bakıyorum. Birden düşüncelerim berraklaşıyor, duygularım arınıyor, içim ışıyor... Yaşamanın, yani sevginin, dostluğun özünü sezmiş gibi oluyorum. O çehre, o çehredeki ifade bana bütün bir ömrün, aşk, iman, ihlâsla yaşanmış, her ânı değerlendirilmiş, sonsuz bir çaba ile kendini arıtmış, yetiştirmiş, olgunlaştırmış bir ömrün sonucu gibi geliyor. Acıyı da, tatlıyı da aynı gönül hoşluğu ile karşılamadan, o öze, o kıvama ulaşılamaz ki... Boşuna dememiş koca Yunus, “Bir çeşmeden akan su, acı tatlı olmaya” Kimbilir neler çekti Elif Efendi. O sonsuza açılan bir pencere gibi bakan gözleri ile, kimbilir nelere tanıklık etti, neler gördü, neler sezdi...
Bazen düşünürüm, yaşamak güzel derim, sevmek güzel, duymak, anlamak, hayret edebilmek, hayranlık duyabilmek güzel... Sanat yapıtları, doğa güzel... Ama yaşamanın çılgın güzelliğini, yüceliğini, insan olabilmenin, insan olarak yaratılabilmenin yüce hazzını tadabilmek ve ona göre yaşayabilmek... “Kâmil insan” olabilmek... İşte, böyle bir insan her şeyden daha anlamlı, daha yüce, daha görkemli değil midir? Böyle insanların yanında bulunabilmek, onlara, onlardaki o çıldırtan mânevi güzelliklere doyasıya bakabilmek, onlarla konuşmak, o doruğa nasıl erişebildiklerini düşünebilmek, o “ölçüden, âhenkten daha güzel” olanları, bilinmedik bir kıt’a gibi adım adım keşfe çalışabilmek...
Ne olur, şu günümüz insanını kendi öz benliğinden uzaklaştıran, dar, saçma, anlamsız kalıpları parçalayabilsek... Yaşayabilsek, yaşamı bir özsu gibi damarlarımızda dolaştırarak gerçekten yaşayabilsek... “Anlayarak, bir usta kitap gibi, bir sevda şarkısı gibi duyup, bir çocuk gibi şaşarak” yaşayabilsek...
Aslında bir büyük sanat yaşamak. İnsanca, insan onuruna yaraşır bir yaşam sürdürebilmek, çilesiz olur mu hiç? Şekilsiz bir mermer yığınının karşısına geçip, sayısız çekiç darbeleri ile onu yontup form kazandıran, güzellik veren bir sanatçı gibi, kendi kendini bıkmadan usanmadan, en önemlisi başarısızlıklar karşısında yılgınlık göstermeden yetiştirmeye, geliştirip, olgunlaştırmaya çalışmayanlar, nasıl gerçek insan, büyük insan olabilirler?
Soruşturdum, Elif Efendi’nin bazı yakınlarını arayıp buldum, anılarını dinledim. Ondan kalan eşya, kitap ve fotoğrafları inceledim. Bütün ömrünü, dakikalarını bile değerlendirerek geçirdiğini, hiçbir şeyi tesadüfe bırakmadığını, en küçük ayrıntılar üzerinde bile nasıl sonsuz bir duyarlılıkla titrediğini öğrendim.
Yemek yemesinden, giyinmesine, oturup kalkmasından çalışmasına kadar yaşamının her yönü ile herkese örnek olacak kadar ince, zarif, erişilmez insan...
Evet, yemeğin tadını veren tuzdur, ama tuz tadını kaybetmişse ne olacak? Yaşamı güzelleştiren, ona erişilmez bir anlam ve renk katanlar da, Elif Efendiler değil midir? Eğer toplumlar yeni Elif Efendiler yetiştirmiyorsa, o zaman yaşamak, taşınılmaz bir yük, katlanılmaz bir acıdan başka nedir?
|