Örnek Olabilmek
Ankara’nın Karum Çarşısı’ndayız. Gelenler, gidenler, yoğun bir kalabalık. 7-8 yaşlarında bir çocuk, avazı çıktığı kadar bağırıyor. Kulak tırmalayan, insanın içini karartan bir ses kirliliği...
Yaklaştım, “Yavrum” dedim, “Lütfen bağırma, ne istiyorsan bana söyle, bir ihtiyacın varsa alıp getireyim.” O sırada, soldaki bir dükkândan birisi çıktı. Hiddetle, asabiyetle bana dönerek: “Sen benim çocuğuma karışamazsın” dedi. “Sâde sen değil, hiç kimse benim çocuğuma karışamaz. Çocuk bağırır da, çağırır da, yakar da, yıkar da... Ona müdahale olmaz. Çocuk, böyle böyle, bağıra çağıra, yaka yıka şahsiyetini bulacak.” Gereken cevabı verdim, oradan uzaklaştım.
Günlerden beri kafamda bu düşünce var… Çocuğun babasının cevaplarını düşünüyorum.
Bugün, bir kitabevinden içeri girdim. Yeni gelen kitaplara bakıyordum. Bir kitabın ismi, beni ikinci kez ürpertti ve düşündürdü. “Asla Çocuğunuza Müdahale Etmeyin, Karışmayın” Yani, bırakın çocuk bildiği gibi yaşasın. Kırsın, devirsin, yaksın, yıksın. Ne yazık ki günümüzde nice eğitimci geçinen, ana baba geçinen yaratıklar da bu fikirdeler. Bilmiyorum bu kafayla gerek memleket, gerek dünya gençliğinin sonu nereye varacak? Bir hayvan bile bakım istiyor, eğitim istiyor. Uygar ülkelerde atlardan, kediye, köpeğe kadar bakım okulları var, eğitim kursları var. Budanmayan bir ağaç ne hâle gelir, sizler benden daha iyi bilirsiniz. Bakımsız bir çiçek, gereken ihtimam, özen gösterilmediği takdirde, bütün güzelliğini kaybetmez mi? Eşya bile bakım, ihtimam, dikkât ister. Bir süre çalışma masanızın, kütüphanenizin tozunu almayın, bakımını yapmayın, ne hâle geleceğini görürsünüz. Nasıl olur da evrenin en yüce varlığı “Zübde-i Âlem” olan insan, başıboş bırakılabilir? Unutmayalım, atasözünde ne büyük, ne ince bir hakikat vardır. “Ağaç yaşken eğilir”, “İnsan yedisinde ne ise, yetmişinde de odur.” Sözleri, gerçeği nasıl da ortaya koyuyor. Ne demek çocuk okula gidinceye kadar başıboş bırakmak, ona bir şey öğretmemek. Onun ruhunu bomboş bırakmak... Efendim, çocuk ne öğrenecekse öğretmeninden öğrenmeliymiş. Okuldan önce çocuğa bir şey öğretmek, bir eğitim faciasıymış, bir cinayetmiş. Acaba bu saçma sapan düşünceleri, kimler, hangi amaçla, hangi kirli emellerle, bu toplumu bozmak, yıkmak, dejenere etmek için ortaya atıyorlar. Farkında mıyız? Efendiler eğri oturalım, doğru konuşalım.
Kendimden örnek vereyim müsaadenizle...
Üç buçuk yaşında okuma yazma öğrendim. İlkokula başladığım zaman, yüzlerce kitap okumuştum. Kocaman bir kütüphanem vardı. Allah’a şükürler olsun, hiçbir şey kaybetmedim. Daima okul hayatımda çalışkan, sevilen, sayılan, el üstünde tutulan bir öğrenci oldum. Şimdi emekliyim, 69 yaşındayım. Hâlâ sabahleyin uyandığım andan, gece gözlerim kapanıncaya kadar bir şeyler öğrenebilmek için çırpınıyorum.
Yıllar önceydi. Bir dergiden benimle röportaj yapmak için bir arkadaş geldi. Çeşitli sorular sordu. “Efendim” dedi, “Öğrencilik hayatınız nasıl geçti?” Cevap verdim: “Ah efendim” dedim, “Öğrencilik hayatım bitmedi ki… Ben hâlâ öğrenciyim. Allah nasip ederse, son nefesime kadar da hep öğrenci kalmak istiyorum.”
Rahmetli annem, edebiyat öğretmeniydi. Üç dil bilirdi. Kültürlü, mü’min, ince, zarif bir insandı. Anlatırdı. Dört yaşındayken nakış işlemeye başlamış, örneklerini gösterirdi. Şunu dört yaşında, şunu beş yaşında, bunu da altı yaşında iken işledim diye. Hepsi birbirinden kıymetli, çok ince, çok güzel, sanat eserleri gibi. Şimdi ne oluyor? Birtakım kerameti kendinden menkul eğitimci büyüklerimiz buyurdular ya, çocuğa okula gidene kadar bir şey öğretmeyin, bir şey göstermeyin diye, geriye ne kalıyor? O zavallı çocuklar, sabahtan akşama kadar ayağı yanmış it gibi, oradan oraya kendilerini atıyorlar. Üst katta bir komşumuz var. İki kızı var. Sabahtan gece yarısına kadar deli gibi koşturuyorlar. Ne çektiğimi bir ben bilirim, bir de Allah. Neymiş efendim, o çocuklar modern terbiye sistemine göre yetiştiriliyormuş. Okuma yok, yazma yok, nakış yok, dikiş yok, örgü yok, müzik yok, resim yok, sadece deliler gibi, çılgınlar gibi koşmak var. Efendim, lütfen bu dar kafalılığı, palavralar, gürültüler, sloganlarla yaşamayı bırakalım. İnsan olalım. İnsan olmaya çalışalım. Düşünelim. Kur’an-ı Kerim, çeşitli âyetlerinde bizi hep düşünmeye sevk eder. “Düşünün” der. “Düşünenler için ibretler vardır” der. Düşünmeyi bir nev’i ibadet sayar. Biz ne yapıyoruz? Düşünceden kaçmak için akla gelen her çareye başvuruyoruz. Gözlerimizi açar açmaz, ellerimiz ya o fuhuş albümü gazetelerde veya gözlerimiz çeşitli şekillerde o yolun yolcusu olan insanların reklâmını yapan ekranlarda. Bu kafayla biz kendimiz medeni bir insan, efendi bir insan, güzel bir insan, Hazret-i İnsan olamayız ki, çocuklarımız olsun. Üzüm üzüme baka baka kararırmış.
Her gün pek çok insan beni telefonla arar, çeşitli sorular sorar. En çok sorulan sorulardan biri de şu:
“Efendim” diyorlar, “Biz çocuklarımıza İslâm’î bir terbiye vermek istiyoruz. Hangi yöntemle bu işi halledelim? Lütfen bunu bize anlatır mısınız?” Cevap veriyorum:
“Efendim” diyorum, “Bana göre en güzel yöntem şu. Siz İslâm’ı öyle güzel yaşayın ki, ev içinde, aile ilişkilerinde, iş hayatında, sosyal hayatta, İslâm’ın kurallarını öyle ince, öyle güzel, öyle zarif bir şekilde uygulayın ki, çocuklarınız İslâm’ın en güzel örneğini sizin şahsınızda, sizin yaşantınızda görsünler. Haz duysunlar, mutlu olsunlar, örnek alsınlar. Yoksa elinde sigara, içki bardağı, çocuklarını karşısına alıp, aman yavrularım siz siz olun içki içmeyin, sigara içmeyin deme gafletinde, komikliğinde bulunmayın. Böyle yapanlar, acaba çocuklarının gözünde alay konusu olduklarının farkındalar mı? Hayır efendim, hayat sandığınız gibi değil. Bugünün insanı, lâfa değil, fiile bakıyor. Şair ne güzel söylemiş:
“Onlar ki lâf ile verirler dünyaya nizâmat
Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde”
Eğer sözlerimizle davranışlarımız arasında bir çelişki, bir tutarsızlık var ise, en yakınlarımızı bile ikna edemeyiz. Sadece ama sadece alay konusu, eğlence konusu oluruz. Rahmetli Hocam operatör doktor Münir DERMAN; “Sözleriyle değil, fiilleriyle örnek olanlara uyun, gerisine gülün geçin” derdi. Bir gün, İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretlerine bir kadın çocuğuyla gelir. “Efendim” der, “Benim yavrum, af buyurun uzun süredir ishal. Gitmediğim doktor kalmadı. Çocuk günden güne sararıp soluyor. Lütfen bir dua buyurun da bu dertten kurtulalım.” Hazret kadına döner, “Evlâdım” der, “Kırk gün sonra gelin”. Kırk gün sonra, kadın ve oğlu tekrar gelirler. Hazret çocuğa döner “Yavrum en çok yediğin, en çok sevdiğin gıda nedir?” Çocuk “Efendim” der, “Benim en çok sevdiğim baldır. Her gün yerim.” Onun üzerine büyük velî, âlim, İmam-ı Âzam Hazretleri, “Yavrum” der, “Lütfen artık bal yeme.” Kadın birden sabredemez söylenmeye başlar. “Efendim, madem söyleyeceğiniz bir tek cümleydi, niye kırk gün evvel geldiğimizde söylemediniz?” der. Hazret güler “Nasıl söyleyebilirdim” der. “Kırk gün evvel, ben de her gün bal yiyordum. Bu kırk gün içinde kendi kendimi denedim, acaba bal yemeden de olabilir mi diye? Pekâlâ oluyormuş. Ondan sonra çocuğa söyledim” der.
Bu hepinizin bildiği bir hikâyedir, ama bazı bilinen şeylerin tekrarında da büyük faydalar vardır. Kendi yapmadığımız, uygulamadığımız bir hususu, başkalarına söylersek, hiç ama hiçbir sonuç alamayız. Sadece lâfazanlık etmiş oluruz, o kadar. Gönül istiyor ki, bu ülkenin bütün anne babaları, sevgide, saygıda, edepte, incelikte, zarâfette, çalışkanlıkta kendi çocuklarına örnek olsunlar, rehber olsunlar ve yarınların mutluluk dolu, huzur dolu pırıl pırıl genç kızlarını, delikanlılarını yetiştirsinler.
|