Unutulan İncelikler
Güzel bir mayıs günü idi. Sabahleyin bir aile dostumuz, bizi Ankara Kalesi’nde Boyacızade Konağı’na götürdü. Bahçede oturduk çay içtik, gözleme yedik. O günün güzelliğini, yıllardır unutamıyorum. Bir taraftan çayımızı yudumlarken, bir taraftan da bahar çiçekleri açmış dalların üzerindeki kuşların cıvıltılarını dinliyorduk. Kahvaltı bitince, konağı gezmeye başladık. İkinci katta bir odaya girince, duvarda konak sahibinin fotoğrafını gördük. İnanılmayacak kadar güzel, asil, pırıl pırıl bir beyefendinin görüntüsü gözlerimizi kamaştırdı. Yıllardır o temiz, o asil bakışları unutamıyorum. Bazen rüyalarıma giriyor. Öyle bir bakış ki, sanki hem zâhiri, hem bâtını görüyordu. Ürperdim. “Allah’ım” dedim. “Bu ne muhteşem insan... Keşke hayatta olsa da mübârek ellerinden öpsem, hayır duasını istesem.” O sırada içeriye bir zat girdi. Herhalde konakla ilgili olmalıydı ki, biz kapıdan girerken hoşgeldiniz demiş, yer göstermiş, bizimle ilgilenmesi için bir garsonu göndermişti. Kendisine döndüm, bu zatın kim olduğunu sordum. “Dedem,” dedi. Mesleğini sordum. “Semerci ustasıydı” dedi. O gün bu gündür, bu kısa konuşmayı düşünüyor, ürperiyorum. O nasıl bir aile ve toplum düzeni idi ki, bir semerci ustası mânen böyle yükselebiliyor, ilerleyebiliyor, yücelebiliyordu. Olaya sosyolojik açıdan objektif olarak bakacak olursak, o semerci ustasının bu çizgiye ulaşmasında yalnız olmadığını görüyorduk. Onun yanısıra, onu doğuran, büyüten, yetiştiren bir anne vardı. Evde sevgiyi, saygıyı ve otoriteyi temsil eden bir baba vardı. Kardeşleri üzerine titreyen ablalar, ağabeyler vardı. İhtişamlı duruşları ile her an Allah’ın huzurunda olduklarının bilincinde olan büyükanneler, büyükbabalar vardı. Bakışlarından oturuşlarına kadar edep, incelik, zarâfet örneği olan komşu teyzeler vardı. Gittiği okulda ona okuma, yazma öğreten, nur yüzlü hocaları vardı. Bu gibi durumlarda, olaya çok yönlü bakmak gerekiyor. Kendi çocukluğumu düşünüyorum. Börekçi Hafız Ağa, mahallemizin gelir düzeyi açısından en zor durumda bulunan insanıydı ama, onun bakışlarını, duruşunu, müşterilerine hitap edişindeki ses tonunu düşünüyorum. Acaba diyorum, filânca yerdeki insanlar arasında, Börekçi Hafız Ağa inceliği, zarâfeti ve edebine sahip olan bir kimse çıkar mı?
Yunus bir şiirinde, “Gören göz değil, gönüldür” der. Bu anımı çevremdeki bazı insanlara anlattım. “Aman Sabri Bey” dediler. “Semerci Ustasının gidip de neyini göreceğiz?” Boşuna dememişler, “Görenedir görene, köre nedir, köre ne?" İnsanlık kültür tarihinde, bir toplumun bu kadar kısa zamanda, bu kadar yozlaştığı ender görülen vakalardandır. İnsanoğlu, sürekli bir gelişim içinde; gördüğü, işittiği, okuduğu her şey onu etkiliyor. Bir insan, dâimi negatif etkiler altında bulunuyorsa, ondan güzel, uygar, pırıl pırıl bir insanın davranışlarını beklemeye hakkımız olur mu? Adına haber diyorlar, gazete sayfalarından, radyolardan, televizyon ekranlarına kadar hepimiz, her gün, sürekli olumsuzluk ateşi açan silâhların karşısında bulunuyoruz. Temiz, hassas, ince ve güzel bir insan ruhu, bu negatifliğe, bozulmadan, kirlenmeden, dejenere olmadan ne kadar dayanabilir? Neden objektifler hep kötüler üzerine çevriliyor? Sonra insanlar okudukları, işittikleri bu haberleri bilmeyenlere de götürebilmek, taşıyabilmek için, sanki birbirleri ile yarış ediyorlar. Ne büyük gaflet, dalâlet, hatta ihânet. Kime karşı? Önce kendimize, sonra bütün insanlara... Yüce Peygamberimiz bir Hadis-i Şerifinde, bize gideceğimiz yolu, o inanılmaz veciz üslûbuyla ne güzel gösteriyor. “Ya hayır söyle, yahut sus.” Soruyorum sizlere, Resulullah Efendimizin bu Hadis-i Şerifini hayatında yaşayıp uygulayan kaç kişi gördünüz? Mânâ yolunun büyükleri, buna o kadar önem vermişler ki, günlük konuşma dilinde bile, sonsuz bir dikkât ve hassasiyet ile bunu uygulamışlar. Hep müspet olanı, güzel olanı, ince ve zarif olanı, hayırlı olanı dile getirmişler. Negatiflikler karşısında, başlarını önlerine eğerek sükût etmişler. Yak ve söndür kelimeleri, hassas insan gönüllerinde yangın imajını hatıra getirebilir diye, “ışığı yak, ışığı söndür” dememişler de, “ışığı uyandır, ışığı dinlendir” demişler. Kırk yıllık karı koca bile kabalık olmasın, laubâlilik olmasın diye, birbirlerine isimleri ile hitap etmemişler de, “efendi” demişler, “hatun” demişler; “bey” demişler, “hanım” demişler. “Beyefendi”, “hanımefendi” kelimelerinin ürperten yüceliğine yan bakmışız, kabalığın zirvesine çıkarak, birbirimize “bay” demişiz, “bayan” demişiz. Büyük velî Muhammed Nûrul Arabî Hazretleri, bir gün sohbet ederken, kazara ağzından “ben” kelimesi çıkmış, hemen kalkmış, lavaboya gitmiş, mübârek ağzını kırk kere yıkamış. “Efendi Hazretleri, ne yapıyorsunuz?” diye sorulunca, “Ben kelimesini kullandım, ağzım necâsetle doldu, necis bir kap, ancak kırk kere yıkanırsa temizlenebilir” demiş. Mânâ güzelliklerinden, efendilikten, incelikten, edepten ne kadar uzaklaşmışız... İnsanlar her gün lüzumsuz yere o kadar çok konuşuyorlar ki, ne olur, hiç olmazsa bizler “Ya hayır söyle, yahut sus” Hadis-i Şerifini günlük hayatımızda uygulayabilsek. Ne bekliyoruz?
|