subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XIII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Büyük Şair, Büyük Mütefekkir: Necip Fazıl Kısakürek

Necip Fazıl, şiirleri, aksiyonu ve düşünceleri ile çok önemli bir mütefekkirimizdir. Bir nesle fikir babalığı yapmış, onları sahte değer yargılarından kurtarmıştır. Öyle bir nesil ki çok küçük yaştan itibaren aşılanan sahte değer yargılarıyla hayat yolunda şaşırmış, ıstırap içinde yaşayan, ne yapacağını, kime inanacağını bilemeyen bir durumda olduğu günlerde, Necip Fazıl ortaya bir güneş gibi doğarak çıkmış bir güzel, bir müstesna insandı.


Modern Türk Edebiyatının en kültürlü insanı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ne zaman hatırlasam gözlerimi yaşartan bir anısı vardır ki, sadece bir anı olarak düşünülmeyip, bir sosyolog gözüyle ele alınacak olursa çok şey anlatır: Bir n rahmetli Tanpınar bir caminin önünden geçmektedir. İçeride cemaat huşû içinde namazını kılıyor. Bir süre caminin dışardaki demir parmaklıklarına tutunarak cemaatı seyrettikten sonra içinden bir duygu yükselir: “Niye onlar içeride, ben dışarıdayım? der. Biraz sonra da kendini tutamayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. İşte bu olay bizim neslin yaşadığı dramın trajik bir örneğidir. Bizim nesil küçük yaşlarından itibaren hep çelişkiler içindeydi. Hiç unutmam, sıcak bir yaz günüydü. Bir komşu teyze bana geldi, ağlayarak, Yavrum, ne olur bana yardım et. Yarın Ramazan Bayramı... Aradım, aradım, muz ve çilek likörleri bulamadım. Misafirlere rezil olmayayım, bu likörleri sen ara bul, beni bu mahcubiyetten kurtar. dedi. Şaşırmıştım. Benim güzel teyzelerim ter döke döke oruçlarını tutuyorlar, sonra da bayram günü onu birbirlerine likör ikram ederek kutluyorlardı.


Osmanlı tarihinin en muhteşem padişahı Sultan II. Abdülhamit’in adı bizim okul kitaplarımızda “Kızıl Sultan” olarak geçerdi. Kızıl Sultan aşağı, Kızıl Sultan yukarı. İlkokulda öğretmenlerimiz sürekli olarak padişahları kötülerlerdi. Onlara hakâretler ederlerdi. Hiç unutmam, bir gün bir arkadaşımız, sınıfa gözyaşları içersinde girdi. Ağlamaktan sanki boğuluyordu. Hepimiz gibi öğretmenimiz de telaşlanmıştı. “Ne oldu sana yavrum?” dedi. O yine bir süre ağlamasına devam etti. Sonra “Öğretmenim,” dedi “arkadaşım bana hakaret etti, kaldıramıyorum.” Öğretmen sordu, Yavrum, ne dedi sana?” Çocuk gözyaşları içinde cevap verdi, “Öğretmenim, arkadaşım bana ‘Padişah’ dedi.” Sonra ağlamasına devam etti. Düşünen insanlar bu minicik olaydan çok mânâlar çıkarırlar. İşte böyle bir ortamda Necip Fazıl zuhur etti. Bir güneş gibi karanlıkları aydınlattı. Büyük Doğu dergisini çıkarıyordu. Biz o dergiyi ibadet eder gibi okurduk. Her sayısında bir gerçek daha ortaya çıkar, bizleri aydınlatırdı. O dergi yüzünden Necip Fazıl kaç kere hapislere atıldı. Gençliğinin en güzel yılları oralarda geçti. Fakat o yılmadı, son nefesine kadar görevini yapmak için çırpındı.


Necip Fazıl o kadar çok yönlü bir insandı ki, her yönünü incelemek için ayrı ayrı üniversite çalışmaları gerekir. Bugüne kadar Necip Fazıl’ı her yönüyle anlatan, irdeleyen bir kitap da yayınlanmadı. Necip Fazıl önce bir şâirdi. Bir büyük şâirdi. Hem de Yunus Emre’den sonra gelmiş en büyük Türk şâiriydi. Necip Fazıl hikâyeleriyle, piyesleriyle, biyografik çalışmalarıyla, denemeleriyle eşi emsali olmayan bir büyük sanatkârdı. Necip Fazıl, hitâbet sanatında da benzeri olmayan bir insandı. O kadar güzel konuşurdu ki, Türkçeyi o kadar güzel telâffuz ederdi ki, dinleyicileri arasındaki kimselerden heyecandan bayılanlar olurdu. Her konferansı ayrı bir ihtişam taşırdı. Her konferansında insanları aydınlatır, sahte gerçekleri paçavra gibi yırtar, atardı. Kendine has bir dili, bir konuşma üslûbu ve terminolojisi vardı. “Sahte Kahramanlar” derdi. Adı kahramana çıkmış birtakım kimselerin gerçek çehrelerini şâirâne bir üslûpla öyle güzel anlatırdı ki dinleyenler hayran olurdu.


Necip Fazıl’ın muhteşem bir kültürü vardı. Doğu ve Batı kültürleri arasında öyle bir sentez meydana getirmişti ki, o sentezi Ahmet Hamdi Tanpınar’dan başka kimse yapamadı. Ama gerçek de bu değil miydi? Batı aklı temsil ediyordu; Doğu, aşkı, imânı, heyecanı... Bunların ikisi de tek başlarına kaldıkları zaman insanlar mutsuz olmaya mahkûmdu. Ne yalnız akıl, ne yalnız gönül bize muhtaç olduğumuz huzuru, sükûnu, güzelliği getiremiyordu. Önemli olan bunların her ikisinin de güzel bir uyum içinde biraraya getirilmesiydi. Bizim nesiller hep Batı masallarıyla yetiştirildi. Kafamız, kalbimiz hep bu palavralarla dolduruldu. Batı, Batı diyorlar, başka bir şey söylemiyorlardı. Hiç unutmam, ortaokul tarih kitabında Hz.Ebûbekir’den, Hz. Ömer’den, Hz. Osman’dan, Hz. Ali’den, sanki Fenerbahçeli futbolculardan bahsediliyormuş gibi, Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali diye bahsediliyordu. Bunu bir türlü içime sindirememiştim. Beni günlerce ağlatmıştı. Boşuna değil. Büyük Doğu Dergisi’nin bir sayısının kapağına bir Hadis-i Şerif; “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez.” yazıldı diye dergi kapatılmış, Necip Fazıl da hapse atılmıştı. Haliyle bu şartlar altında et kafa nesiller yetiştirildi. Hiçbir şeyin muhakemesini, muhasebesini yapamıyorduk. Kurulan yuvalar bütün anlamını, bütün güzelliğini kaybetmişti. Dostluklar sahte, ikiyüzlü, riyâkar, menfaat üzereydi. İşte bu sıralarda Necip Fazıl’ın sesini duyduk:


 


“Durun kalabalıklar, durun!


 Bu yollar çıkmaz sokak


Haykırsam kollarımı makas gibi açarak”


    “Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;


     Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz”


    “Diyorlar bana kalsın, şiir de söz de yerde


     Sen araştır, göklere çıkan merdiven nerde?”


    “Anladım, san’at yalnız Allah’ı aramakmış.


     Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış”


   “Allah Dostunu gördüm bundan altı yıl evvel,


    Bir akşamdı ki zaman, donacak kadar güzel”


  “Son günümde olmasın çelengim, top arabam,


   Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam”


 


 “Otuz üç yıl, saatim işlemiş ben durmuşum.


  Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum”


“Çıbanımız derinde, işletmiyor yakılar,


  Nerde bizim şarkımız, nerde öbür şarkılar?”


“Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız,


 Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız.”


Diyerek, ayakta uyuyan insanları uyandırmak için bütün gençliğini ortaya koydu.


 


Necip Fazıl’ın bütün eserleri ince ince okunacak, araştırılacak olursa, inanılmaz güzellikte inceliklerle karşılaşırız. Meselâ lisedeyken okuduğum “Bir Adam Yaratmak” piyesindeki şu cümle bir ömür boyu beni etkiledi. Kadın, erkek arasındaki ilişkileri dünya edebiyatında bu kadar güzel anlatan ikinci bir cümle bulamadım: “Kadınla erkek arasında öyle hassas bir câzibe muhiti var ki, en olmayacak sebeplerle bir anda renk gibi uçar, duman gibi dağılır. Artık hiçbir gayret ve fedâkarlık onu geriye iade edemez.”


Ahmet Hamdi Tanpınar, Varlık Dergisi’nin 13 Temmuz 1933 tarihli sayısında, Necip Fazıl için şunları yazar: “Birkaç defa düşündüm. Her hayat davetinin önünde, yelesi taze ve keskin bir bahar kokusuyla kabarmış bir küheylan gibi, burun delikleri açılıp kapanarak şahlanan bu genç adam kendisini şiirin dar nizâmına sokmamış olsaydı acaba ne olurdu? Belki zaferini terrennüm eden tunç boruların akislerini ufkun dört köşesinden üstümüze bir altın yağmuru halinde yağdıran bir kahraman, belki köksüz bir adam, belki de daha büyük bir ihtimalle, sadece bir deli. Bazı insanlar ara sıra ayaklarını imkânsızın denizinde yıkadıkları içindir ki, zaman zaman başları bulutlarla çarpışır.”


Necip Fazıl, Varlık Dergisi’nin sahibi ve başyazarı olan Yaşar Nâbi Nayır’a “Bir mısraı dahi bütün bir millete şeref verecek büyük şâir” dedirtmişti. Necip Fazıl, böyle şanla, şöhretle yetinecek bir kimse değildi. Bir şiirinde şöyle söylüyordu:


 


“Kaçır beni ahenk, al beni birlik,


Artık barınamam gölge varlıkta.


Ver cüceye, onun olsun şâirlik,


Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta...”


 


Necip Fazıl’ın din ve tasavvuf, tarih konularında yazdığı yazılar, tekrar tekrar basılan kitapları yalnız Türkiye için değil, bütün dünya için dili ve tavrı itibariyle yepyeni ve kendine özgüdür. Tasavvufun aydınlar katında benimsenmesinde, ibâdetin estetik ifadelerle övülmesinde, din büyüklerine gösterilen saygının canlanmasında Necip Fazıl kadar hizmeti olan hiç kimse olmamıştır. Bazı kimseler ona “Üstâd” denilmesini kıskanırlardı. Aslında bu kelime Necip Fazıl için az gelir. O sadece bir “Üstâd” değil, aynı zamanda bir dâhi idi.


Allah’ın rahmeti, Peygamber’in şefaati üzerine olsun.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]