subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XIII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Edebin İncelikleri

Allah, ancak bazı insanlara bazı sırlarını açıyor. Yeterli olgunluğa gelmemiş kimseler kulaklarına fısıldanan bazı sırları kaldıramıyorlar. Kerat cetvelini daha öğrenememiş ilkokul çocuğuna yüksek matematik öğretilmez. O nedenle mânevi büyükler herkese her sırrı söylemezler. Bir gün Resulullah Efendimiz Hz. Ebubekir ile oturuyorlarmış. Biraz sohbet ettikten sonra içeriye müsaade isteyerek Hz. Ömer girmiş. Sohbet devam etmiş. Bir süre sonra Hz. Ömer yine müsaade isteyerek ayrılmış. Dışarı çıktığında bazı sahabeler etrafını sarmışlar, Ya Ömer içeride neler konuşuldu?”, diye merakla sormuşlar. Hz. Ömer, “Evet, bazı şeyler konuşuldu ama ben onlardan hiçbir şey anlamadım. diye cevap vermiş. Yani Hz. Ömer gibi çok büyük, çok mübarek bir insan bile orada konuşulan bazı mânevi sırları algılayamamış, o sırlar ona açılmamış. Hz. Ebubekir ise tabii çok müstesna yeri olan bir kimse Resulullah Efendimizin yanında. Meselâ Muhyiddin-i Arabî Hz., sezdiği bazı mânevi sırlardan kitaplarında bahsetmiş ama birçok kimsenin onları okudukça kafası büsbütün karışıyor, onlardan hiçbir şey anlayamıyor. Bir n rahmetli eşim Rânâ Hanım bana, “Sabri, dedi, “müsaade edersen Muhyiddin Arabî Hz.nin Füsusul Hikem adlı eserini okumak istiyorum. Ben de ona “Okuma Rânâ’cığım, o kitaptaki sırları sen şu anda anlayamazsın, kafan karışır. dedim. Allah rahmet eylesin, “Tamam Sabri, sen öyle diyorsan okumam. dedi.


İnsanlar mânâ sohbeti yapılan meclislere Besmele çekerek, edeple, Yarabbi, idrakimi , burada konuşulanları, açılan sırları, gerçek mânâları ile anlayabileyim, algılayabileyim. Göğsümü , işimi kolaylaştır. diye niyaz ederek, şükür duyguları içinde girmeli, o idrak ile oturmalı, hep o niyet içinde orada bulunmalıdır. Hz. Ömer bile yerine göre dâhil olduğu Peygamber meclisinde açılan mânevi sırların tamamını anlayamamış. Biz insanları eleştirmeye, onlarda hata, noksan, kusur aramaya mı geldik, yoksa edeple her şeyden, herkesten, her zerreden bir şeyler öğrenmeye mi? İşte bu basit gibi görünen minicik olay var ya, her şey bu çok ince noktaya bağlı. Burada çok önemli bir r var. Biz, yaşayan her varlıktan, yerine göre eşyadan, yerine göre bitkiden, yerine göre bir toz zerresinden bile bir şeyler öğrenmeye geldik. Yok şu şöyle yaptı, yok bu böyle yaptı, yok onun filan davranışı beni çok rahatsız etti. diyerek bu hayat yaşanmaz. Meselâ bir futbol maçına gidiyoruz, o maçın da kendine göre bazı kuralları var: hata, korner, penaltı... Bizim hoşumuza gider veya gitmez. Ben böyle kuralları olan maçta sıkıldım, en iyisi eve gidip satranç oynayacağım dersen satranç oynamanın da kuralları var. Kısacası hayatta her şeyin kendine göre kuralları var. Bir toplulukta oturmanın da kuralları var. Eskiden bir topluluğa gelenler kapının yanında boş buldukları yere edeple, başlarını önlerine eğerek, sessizce otururlarmış, o meclise dâhil oldukları için şükreder, bütün varlıkları ile orada açılan sırları algılamaya, çözmeye çalışırlarmış. Yok, sen oraya oturdun, sen buraya oturdun.” demezlermiş. Hassas insanlar böyle durumlardan türlü ıstırap çekerler, vücutları çeşitli şekillerde tepki verir.


Benim çocukluğumda Karyağdı Türbesi’nin orada otururduk, köşede bir bakkal vardı. Bakkala bir şey söyleyeceksin meselâ, terazisinin olduğu yerde bir levha gözüne ilişirdi. Levhanın üzerinde şöyle yazardı: “Edep Ya Hû...” Çocukken bu sözü anlayamazdım. Bir gün bakkal amcaya sordum, “Bu levhada ne anlatılmak isteniyor bakkal amca? “Anlatamam şimdi yavrum.” dedi, “Onu ancak vakti geldiği zaman öğrenirsin.” Ben bu söz üzerinde sonra yıllarca düşündüm. Bu sözün gerçek anlamını bir anlayabilsek... İşte o zaman hayatımızda pek çok şey değişir.


Çeşitli Hadis kitaplarını karıştırınca “hüsn-ü zan” tanımıyla karşılaşırız. Her insanın kalbinin derinliklerinde Muhammedî nur vardır. İç dünyası ne kadar kararırsa kararsın, o örtüler arasında kalan nur güzel bir ortam bulduğu zaman çiçeklerini açmaya başlar. O nedenle herkes için hüsn-ü zan göstermek lâzımdır. Münir Derman Bey o güzel üslûbuyla bunu “Edep hududuna girmek” olarak tanımlardı ve derdi ki, “Edep hududuna girilen bir köpeğin bile hayatı değişir.” Eşkıyalar bile bu edep hududuna girilince düzelirler. Mevlâna, “Şu Moğollara beddua edin.” diyenlere “Ben,” diyor “hep o Moğollar için dua ediyorum, onlar İslâmla tanışınca gül gibi olacaklar.” Nitekim böyle de olmuştur. Her insan için hüsn-ü zanda bulunmak lâzımdır. İnanç bir aşk meselesidir. Gönüle, günlük hayatın küçük hesaplarını sokmamak lâzımdır.


Edep, hayatın kendisidir. Mevlana, “Edep, aklın dıştan görünüşüdür” der. Bence edep, varoluşun kendisidir, insanı hayvandan ayıran şeydir. Eğer hayatımızdan edebi çıkarırsak geriye sadece et ve kemik kalır. Pek çok kimseyle tanıştım, dualarını aldım. Hepsinin ortak özelliği edepti. Peki kime karşı edep? Herkese karşı, her yerde edep. Yalnızken edep, kalabalıktayken edep… Bizim insanımız çok güzel ama eğitimsiz. İnsan evinin balkonunu bile etrafa saygılı olarak temiz ve intizamlı tutmalıdır. Sokağa tüküren insanın, edepten bir nasibi olsa bunu yapar mı?


Edepli bir bakışta, edepli bir harekette insana huzur veren bir şey vardır. Edepli olan her davranışta güzellik vardır, hayır vardır. Ben öyle insanlar gördüm ki bir kabalığı, çirkinliği anlatırken kendilerine ait gibi anlatır, benim gibi diye örnek verirlerdi. Hâlbuki o davranışı hiç yapmamışlardı. Kimseyi kırmamak için öyle söylüyorlardı. Pek çoğumuz aile içinde, toplum içinde özlediği sevgiyi, saygıyı, zarafeti göremiyor. İnsanın asıl muhtaç olduğu, susadığı şey biraz ilgi, biraz sevgi değil midir? Hangi insan böyle İslâmî bir edep karşısında duyarsız kalabilir?


Bir gün bir kız çocuğunu annesi bakkala gönderiyor, “Bir paket çivit al.” diyor. Çivit, hanımların çamaşır yıkarken kullandıkları bir madde. Çocuk gidiyor, bakkaldan çivit alacak ama o anda hiç istemeden gaz çıkarıyor. Çok utanıyor, çok mahcup oluyor. Bakkal onu mahcup etmemek için Yavrum,” diyor, “benim kulaklarım sağır, ne dediğini duyamıyorum.” Ve son nefesini verene kadar o çocuk mahcup olmasın diye sağır rolü oynuyor. İşte edep bu…


Bir gün Danıştay’da odamda çalışıyordum. “Bir hanım sizinle görüşmek istiyor.” dediler. Biraz sonra kapı açıldı, içeri aşırı makyajlı, saçları çok abartılı yapılmış bir hanım girdi. Bir sıkıntısı olduğunu söyledi, görüşmek için izin istedi. Yer gösterdim, oturdu. Ancak oturma şekli son derece edep dışıydı. Bu durumda takınılabilecek iki tavır vardı: Ya kaba davranarak azarlayıp kovmak veya ona unutamayacağı bir ders vermek. Ben o kimseyi çok büyük bir saygıyla karşıladım. Ne istediğini, sıkıntısının ne olduğunu sordum. Onunla konuşurken son derece saygılı, edepli olmaya dikkat ettim. Benim bu davranışım karşısında biraz sonra bacaklarını örttü, sonra oturuşunu düzeltti. Biraz sonra da kendini tutamayıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. Niçin ağladığını sordum, “Efendim, yoksa sizi kıracak bir şey mi söyledim?” dedim. “Hayır,” dedi. “Şimdiye kadar kimse bana sizin kadar saygı dolu, sizin kadar kibar, sizin kadar insanca davranmadı. Adam yerine bile koymadı. Çok duygulandım, onun için ağlıyorum.” dedi. Ben de kendi ayakları üzerinde durabilmesi için isterse kendisine bulabileceğimi söyledim. Çok memnun oldu. Allah’ın yardımıyla kısa sürede bir bulundu. Sonra o çalıştığı yerde bir bey onunla evlenmek istemiş. Beni baba olarak görüp bana danıştı. Ben de adama, eğer eski yaşantısını yüzüne vurmayacaksa o hanımla evlenebileceğini söyledim ve evlendiler. Şimdi bir yavruları var, mutlular.


İşte böyle efendim, edep, saygı, incelik, haddini bilmek hayatı güzelleştirir. İstisnasız her insan buna duyarlıdır. Allah hepimize edeplerin en güzelini nasip etsin, cümlemizin idrakini artırsın.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]