subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XIII                                                                   Sabri Tandoğan

 

Hayatın Gerçekleri

Manevi değerlerinden, köklü geçmişinden kopartılmış bir neslin çocuklarıyız biz. Her şeyi, bizi biz yapan değerlerimizi, kendimizi, kim olduğumuzu, nereden gelip, nereye gideceğimizi yeniden bulmak, keşfetmek zorundayız.


Geçtiğimiz yıllarda manevi kızım beni bir kitapla tanıştırmıştı. Saygıdeğer, Haluk Sena Arı Hanımefendi’nin bir kitabıydı. “Edep Mektebinden Hatıralar” idi kitabın ismi. O kitap beni özlemini duyduğum bir tatlı, hoş âlemin içine çekivermişti. Elimden bırakamadım. Okudum, okudum, defalarca okudum. Kaç kez okudum hatırlamıyorum, belki yüzlerce kez. İçim sıkıldığında, bunaldığında açıyordum Edep Mektebinden Hatıralar’ı… İçim arınıyor, temizleniyor, rahatlıyordum.


Orada beni rahatlatan şey neydi?


Yılların imbiğinden geçmiş, süzülmüş, İslâm’ın edebi ile yoğrulmuş kültürümüz, geleneğimiz, görgümüz…


Orada incelik dolu, edep dolu, saygı, sevgi dolu yaşanan, hatta yaşanmış hayatlar vardı.


Nasıl yitirmişiz o güzellikleri, harikulâde incelikleri, edebimizi… Yitirdiğimiz bu değerleri geri kazanmak, bizim borcumuz. Şimdi bana soracaksınız, bu değerlerimizi nasıl kazanacağız?


Bir Hadis-i Şerif var, “Hikmet mümin’in yitik malıdır, onu nerede bulursa alır.” buyurmuş Peygamber Efendimiz. Bizim de yitirdiğimiz değerlerin tümü hikmet mesabesinde idi. Biz de onları bulduğumuz yerde alacağız. Öpüp başımızın üzerine koyup, kendi malımız gibi tekrar kullanacağız, hayatımıza katacağız.


Eski toplumda mahallenin bakkalı, çöpçüsü, manavı, kasabı, yaşlısı v.b., kendilerini o mahallede yaşayan çocukların terbiyesinden sorumlu hissederdi. Her fırsatta bu görevi yerine getirmek, onların vazgeçmesi mümkün olmayan davranış biçimiydi.


Defalarca anlatmışımdır. Ama tekrar anlatmakta beis görmüyorum. Hatta faydası olacağına inanıyorum. Çünkü bir neslin yetişmesi öyle kolay olmuyor. Bu örnekler, kıyamete dek anlatılmalı ve yitik malımızı bulmuş gibi bağrımıza basmalıyız.


Beş yaşındaydım. Annem beni bakkala gönderdi. “Oğlum kibritimiz bitmiş. Bakkaldan bir kutu kibrit al, gel.” dedi. “Peki, anneciğim.” dedim. Gittim. “Bakkal amca bana kibrit ver.” dedim. Bakkal amca kaşlarını çatarak, Vermem” dedi. “Neden” dedim parayı uzattım. Param var. “Oğlum bu para meselesi değil. Sen dükkâna girdiğinde önce selâm vermen gerekiyordu. Ben selâmsız dükkânıma girenle alış veriş yapamam.” dedi. Şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemedim. “Şimdi çık, biraz dolaş, sonra gel. Ama önce selam ver.” dedi. “Peki, amca” dedim. Çıktım biraz dolaşıp, geldim. Önce selâm verdim, sonra kibrit istedim. Bana kibriti uzattı. Yanında da bir çikolata verdi. “Aferin evlat” dedi. O günden sonra girdiğim her mekâna önce selâm vermeyi öğrendim.


Biz de görevimiz, konumumuz ne olursa olsun, çevremizdeki çocukların, gençlerin terbiyesinden kendimizi de sorumlu hissetmeliyiz. Hiçbir şey yapamazsak, kendi hâl ve tavırlarımızla çevremize edebin, inceliğin, zarafetin en güzel örneklerini göstermeliyiz.


Eskiden bir misafirlik adabı vardı. En yakın komşuya bile gitmeden müsaade istenir, edeple, incelikle gidilir. Güzel sohbet edilir, asla olumsuzluklardan, hastalıklardan, sıkıntılardan bahsedilmez, aynı incelik ve edeple oradan ayrılır, herkes kendi hayatını belli bir nizam, intizam içinde yaşardı.


Keçiören’de Kezban Annemiz var. Seksen yaşlarında, nice hastalıklarla mücadele ediyor. Bir kere onun şikâyet ettiğini işitmedik. Hep sabır, şükür içinde, edebin inceliğin, zarafetin örneğini sunuyor.


Sağlık Sokak’ta Ayten Annemiz oturur. Hep bahsederim. Sağlıklı günlerinde, terzilik yaparak geçinirdi. Gözleri rahatsızlandı. Artık dikiş dikemez oldu. O sıralar ev sahibi de evden çık demiş. Biz komşumuz Hikmet Hanım’dan işitmiştik. Rânâ ile gittik. Teselli edelim diye. Bizi kapıdan öyle karşıladı ki, kale gibi dimdik… Şikâyet yok, surat asmak yok. Gayet neşeli. Biz duruma üzüldüğümüzü söylemeye çalıştıksa da o bizi teselli etti. Sonra onun bu teslimiyetine karşılık Allah ona oturacağı evi de ihsan etti. Geçimini de... Allah onlardan razı olsun.


Eski Hint’te insanlar kapılarının önüne bir çanak su koyarlarmış ve her sabah o suyu tazelerlermiş. Bizler mütemadiyen lüzumsuz, çeşitli yükler yükleniyoruz. “Falan niye bana bu sözü söyledi? “Filan niye bana sevgi, saygı göstermedi? Sanki sabahleyin biz kalkmışız, kendimize yeni dertler arıyoruz. O eski Hint mitolojisinde olduğu gibi, ne olur o bir n önceki suyu döksek ağacın dibine, kaba yeni bir su koysak Hayata her sabah yeniden başlasak…


 Yeniden başlasak, yeniden aşka,


 Hiçbir şey olmamış gibi yeniden…”


Sırtımızda öyle yükler taşıyoruz ki, kinler, nefretler, intikamlar, üzüntüler... Mühim olan benim dünyamdaki huzur. O halde beni üzen, kıran, inciten insanlara hayır duada bulunayım. Onları bir ömür boyu bir yük gibi sırtımda taşımayayım. Neden hep karşı taraftan bekleriz sevilmeyi, sayılmayı, ilgiyi… Ne olur bir gün biz de pişirdiğimiz yemekten bir tabak da komşumuza yollasak, insanların gönlünü almaya çalışsak.


Yaptığımız iyiliği sırf Allah rızası için yapsak. Bir teşekkür bile beklemesek. Söylediğimiz her sözü Allah rızası için söylesek. Attığımız her adımı Allah rızası için atsak. Her işimizde Allah’ın rızasını gözetsek. Bir an bile nefsimizle kalmasak. İşte bizi Allah’a yakınlaştıracak, onun rızasına ulaştıracak bir yol…


Geçen gün internetteki siteme bir mail gelmiş. Adamın biri “Ben” diyor, “bir hanımla idare edemem, dört evlilik izni verilmiş, ben de çok eşle evlenmek istiyorum.” Çeşitli sevmek ve sevilmek istiyorum, bunu da helâinden yapmak istiyorum. Bu konuda sizin fikriniz nedir?


 “Acaba” dedim, “sen bir tek kadını maddi, manevi tatmin edebilecek misin?”


Bir tek kadını sevebilmek için bir ömür yetmez.


Peygamber Efendimizin Hz. Hatice Annemiz ile evliliği on beş l sürdü. Asla ikinci evliliği düşünmedi. Hz. Hatice Annemizin vefatından sonra da sekiz l evlenmedi.


Hz. Ebubekir’in ısrarı ile Hz. Aişe Annemizle evlendi. Daha sonraki evlilikleri Allah rızası için, sosyal, politik sebeplerle zaruretten yapılmış, zevk, sefa için yapılmamıştır.


Adam bunu ruhsat olarak almış, ikide birde bunu ortaya sürüyor.


Hayır yapmak için, iyilik yapmak için, bir kadını sokak ortasında fuhşa bırakmamak için… O zamanlar sosyal sigorta yok, maaş yok. Emekli Sandığı yok, Bağ-kur yok… Kadının kocası harpte ölmüş. Çoluğu, çocuğu ile sokakta kalmış. Ne yapsın bu kadın?


O dönemde Müslümanlar, bu durumdaki muhtaç kadınları Allah rızası için, hanımlarının rızası ile nikâhlar, rızıklarını paylaşırlarmış. Toplumun yapısı o zaman buna müsait, hanımlar da bu durumu kabullenmiş olduğu için, ihtilaf çıkmazmış. Zaten öyle bir zorunluluk yok. Kadın istemese erkek ikinci evliliği yapmıyor. Durum bundan ibaret…


Bugünkü koşullarda, bu duruma hiçbir kadın razı gelmez. Çünkü ne çevresinde, ne ailesinde böyle bir durum görmemiş. Yaşadığımız toplumda kadın ekonomik özgürlüğünü elde etmiş, neden çok eşli bir adamla evlenmek istesin. Çalışmayan bir hanımı ondan doğacak çocuğu geçindirebilecek misin bakalım?


Hayat olayları karşısında realist bir tutum  takınalım. Yaşadığımız toplumun sosyolojik, psikolojik, ekonomik durumunu da göz önünde bulunduralım. Yok, ben bu gerçekleri göz ardı ederim. Kafamın dikine giderim.” dersen, belanı bulmaya da razısın demektir. O zaman da söyleyecek bir sözüm olmaz. Hayal dünyasından çıkalım. Sağlam adımlarla hayat yolunda yürüyelim. Ahir zamanda yaşıyoruz. Acaba benim yaşadığım toplum böyle bir davranışı benimser mi? Realite bu.


Sen adam gibi bir tek kadınla evlen, onu mutlu et bakalım. ikinciyi sonra düşün. Daha bir evliliği yapmadan, ikinciyi düşünmen biraz maymun iştahlılık olmuyor mu?


Evlilik demek, bir erkek, bir hanım iki insanın birbirlerini mutlu etmek için, kendilerinde kabiliyetler geliştirmesidir. Hayatta ne ideal kadın, ne de ideal erkek vardır. Karı koca birbirine hayat yolunda destek olacak. İyi günde, kötü günde el ele vererek zorluklara, sıkıntılara birlikte göğüs gerecek. Birbirlerinin tekâmülüne hizmet edecek. Biz bu dünyaya yontulmaya adam olmaya geldik. İsteklerimizin tatmin edilmesi için gönderilmedik.


Bir veli zata sormuşlar, “Nasıl bu kadar edepli oldunuz?” diye “İsteklerimin olmaması ile... diye cevap vermiş.


Bir şair,


 “Kime sorsan bir odası noksan.” diyor. Dört dörtlük insan yoktur. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki,


“Allah’a kasem ederim ki, hiç kimse benim kadar sıkıntı, çile çekmedi.”


Hal böyle iken bizim böyle ham, nefsanî hayallere dalmamız biraz komik olmuyor mu?


Acaba biz Peygamberimizin bir Hadisini günlük hayatımıza geçirdik mi? Onu bütün nüansları ile yaşadık mı?


Ayet-i Kerimelerde, Hadis-i Şeriflerde yapmamız istenen her harekette mutlaka bizim iyiliğimize bir şey vardır.


İtalyan cilt uzmanı, “Günde beş defa yüzünü yıkayanın cildi pırıl pırıl olur.” diyor. Adamın namazdan, abdestten haberi yok. Ama böyle söylüyor.


Namazdaki rükû, secde, ayak başparmağının dik tutulmasında, tıbbi yönden sayısız fayda var. Anlatılsa ciltler dolusu yazılar yazılır.


İslâm’da aslolan bir erkeğin de kadın gibi oturarak bevletmesi. Mesane tamamen boşalıyor. Bunun tıbbi yönden de faydaları sayılamaz.


İslâm’da şuur altının da temizliği var. Ne demek şuur altı temizliği? Cinsel yönden, mal, mülk açısından, her yönden temizlik. Kafaya bir şey takılması, şuur altını meşgul ediyor. Onun dört çocuğu var, benim niye yok? Onun pırlanta yüzüğü var, benim niye yok?


Bütün mesele, hayatı ve realiteyi olduğu gibi kabullenmek. Olaylara sükûnetle bakmak. Nasıl ki fırtınalı havalarda gemileri limana çekerler, böyle zamanlarda insanın da sığınacağı iman kaleleri olmalı. Bu din olur, tasavvuf olur, musiki olur…


 “Müslüman’ı bir kelime ile anlatır mısın?” diye bir soru sorsanız, “Dengeli insan” derdim. Hayatın en önemli olayı, bence dengedir. Dengesiz bir insan, aile, toplum içinde bir sorun, bir problemdir. Her şeyin ölçüsü olmalı. Kendi ile olan barışıklıkta, insanlarla sosyal durumlarda, her şeyde dengeyi korumalı. “İslâm’ın en güzel meziyeti, dengeli olmaktır.” demiş Efendimiz (s.a.s). Yine Peygamberimiz, “İbadette dahi denge, ölçü olmalı.” buyurmuşlardır. Aman dikkat edelim. Her şeyin orta yolunu bulalım.


Kimse yaşadığı hayatı kendi keyfine göre, nefsaniyetine göre bitirmeye mezun değildir. Bu hayata, değil her gününü, her dakikasını değerlendirmek üzere gönderildik. Bu yerdeki karıncadan, gökteki yıldızlara kadar ihtişamla dolu hayat boşuna kurulmadı.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]