Dinleme Sanatı II
Acaba günümüzde insanlar neden birbirlerini dinlemek istemiyorlar, isterseniz bu hususu irdeleyelim. Sebep, nefsten, egodan başka ne olabilir? Hep görüyoruz, insanlar her şeyi bildiklerine, her şeyi öğrendiklerine öyle inanmışlar ki… Acaba karşımızdaki insan da doğru olan, iyi olan, güzel olan bir şey söylüyor mu diye hiç düşünmüyorlar. Hani bir söz vardır, “Söyleyene bakma, söyletene bak.” diye. Bazen küçük bir çocuğun ağzından büyük bir hakikat çıkabilir. Yıllarca önceydi, rahmetli eşim Rânâ Hanım, “Sabri, akşam Danıştay’dan çıkınca Sakarya Caddesi’ne gidip Erzincanlılar pazarından biraz kahvaltılık al.” demişti. Yolda, önümde beş, altı yaşlarında iki kız çocuğu konuşuyorlardı. Biri, “Ayşe hastalanmış, ziyaretine gittin mi?” dedi. Öbürü, “Gidemedim.” dedi. “Hastaya eli boş gidilmez ki… Yanımda ne bir kolonya alacak, ne de bir çiçek yaptıracak param yok.” Onun üzerine soruyu soran, “Benim yanımda birkaç kuruş var. Köşede bir adam nergis satıyor. Birkaç sap alalım, götürelim.” deyince arkadaşı itiraz etti. “Hiç hastaya nergis gider mi?” Arkadaşı, ”Neden gitmezmiş? Dostum beni arasın da acı fındıkla arasın.” diye cevap verdi. Yarabbi, bu ne muhteşem bir sözdü. Hemen cebimden defterimi, kalemimi çıkarıp not ettim. Bazen bir mısra gibi tekrarlarım, “Dostum beni arasın da acı fındıkla arasın.” diye. Rahmetli Ord. Prof. Süheyl Ünver yazılarında sık sık tekrarlardı. “Daima yanınızda bir defter, kalem bulundurun. Yolda, çarşıda, pazarda, otobüste giderken hiç belli olmaz, bir kimse o kadar güzel bir söz söyler ki hemen defter kaleminizi çıkarın, not alın. Olabilir, insan her an unutabilir.” derdi. Ben de nereye gidersem gideyim daima yanımda bir defter kalem bulundururum. İşittiğim güzel sözleri not alırım.
Bazılarınız şöyle düşünebilir: Her şeyi, herkesi büyük bir dikkatle ve saygıyla dinlemenin bize ne faydası olacak? Değerli kardeşlerim, eğer biz bu dünyaya bir misyonla geldiğimize inanmışsak, asli görevimizin kendimizi yetiştirmek, adam olmak olduğuna inanıyorsak buna mecburuz. Kültür bir birikimdir. Bu birikim ancak çevremizi dikkatle etüt ederek, dinleyerek elde edilebilir. “Bilmem diyen öğrenir, bilirim diyene ne verilir.” Yunus Emre, “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” diyor. Öyle birkaç fakülte bitirmekle, bazı yüksek makamlara gelmekle adam olacaklarını sananlar ne kadar yanılıyorlar.
Geçen sene bir arkadaşım resim sergisi açmıştı. Aynı zamanda da avukat olan bu arkadaşımız sergisine birçok hukukçuyu, bu arada birçok Danıştay’dan, Yargıtay’dan üyeleri, başkanları çağırmıştı. Sergiden sonra ikram vardı. Dikkat ettim. Çevremizde konuşulan tek şey hastalıklar, alınan ilaçlar, yapılan perhizlerdi. Emekli bir Yargıtay Başkanı salonda kimi görse ona sesleniyor, yüksek sesle, “Tansiyon 17” diyordu. Biz de onun adını o gün “Tansiyon 17” koymuştuk. Hiçkimse okuduğu bir kitaptan, dinlediği bir senfoniden, seyrettiği güzel bir tablodan, işittiği güzel bir sözden bahsetmiyordu. O gün duyduklarımdan hem üzüldüm, hem utandım.
Yıllarca önce tanıdığım çok yakışıklı, çok iyi bir işi olan bir genç evleniyordu. Beni de nikah şahidi olarak çağırmıştı. Bir husus dikkatimi çekmişti: Evleneceği kız mütevâzi, sade bir kızdı. Bir gün o gence sordum, ”Eşinde hangi özelliği bularak ona evlenme teklif ettin?” dedim. Verdiği cevap beni yıllardır düşündürüyor. “Beni çok güzel dinliyordu.” dedi. Demek ki sadece güzel dinlemek bir insanı evliliğe götürecek kadar etkileyebiliyordu. İngilizlerin bir atasözü vardır. Derler ki, “Bir kimse muhatabından bir espriyi onuncu defa bile dinlemiş olsa ilk defa işitiyormuş gibi gülebiliyorsa hakiki centilmen odur.” Dinlemesini bilen insan, hayata saygı duyan, sevgi duyan edepli insandır. Dinlemek hayatın kendisidir. Dinlemek, aşktır. Pascal diyor ki, “İnsanın başına ne gelirse işleri bittikten sonra, bir köşeye çekilip, kendini dinlememekten, olan bitenlerin muhasebesini yapmamaktan ileri gelir.”
Senelerce evveldi. İstanbul’da bir gazeteci arkadaşımı ziyarete gitmiştik. O zamanlar Tercüman Gazetesi tirajıyla Hürriyet ile yarış ediyordu. Ergun Göze, o gazetenin köşe yazarıydı. Oturduk, sohbet ederken sordum, “Ergun Bey” dedim. “Günler nasıl geçiyor?” güldü… “Kuru temizleme yapıyoruz.” dedi. Doğrusu hayret etmiştim. ”Kuru temizleme dükkanı mı açtınız?” dedim. “Yok,” dedi Ergun Bey, “akşam çocuklar okuldan gelince eşimle beraber onları dinliyoruz. Günleri nasıl geçti, hocalar ne anlattı, arkadaşlarından neler öğreniyorlar… Onları iyice dinledikten sonra dinlediklerinde, öğrendiklerinde yanlışlar, hatalar varsa onları çocukları ürkütmeyecek bir şekilde düzeltiyoruz. Eşimle buna kuru temizleme diyoruz.” Ergun Bey’in o sözünü yıllarca düşündüm. Birçok ana baba böyle düşünseydi, böyle hareket etseydi, herhalde birçok olay kendiliğinden halledilirdi.
Dinleme öyle bir olay ki bizi dinleyen kalabalık ne kadar çok olursa olsun dikkatle dinleyen, saygıyla, edeple dinleyen bir kişiyi ömür boyu unutamayız. Ve bir gün o kimse bize bir taleple geldiği zaman onu hatırlar, derhal isteğini yerine getiririz. Ben okulda derslerimi çok iyi dinlediğim ve öğrendiğim için eve geldiğimde ders çalışmama gerek kalmazdı. Ben de her akşam tiyatroya giderdim. O zaman devlet tiyatrosu şimdiki gibi soytarıların elinde değildi. Her piyes bana yepyeni ufuklar açar, bazen gördüğüm bir piyesi dört beş kere izlerdim. Benim için tiyatro o zaman en büyük üniversite idi. Rahmetli İsmet Paşa Viyana’dan Avrupa’nın en büyük rejisörü Carl Ebert’i getirmişti. Carl Ebert, A’dan Z’ye pırıl pırıl bir tiyatro kurmuştu. Sonra o canım tiyatro ehil olmayanların eline geçti. Bugün gidip seyredilecek bir tek piyes dahi yok. Onun için insanlarımız bu kadar kabalaştı, insanlıktan çıktı. Tiyatro da amacından uzaklaştı, yazık oldu.
Yıllarca evveldi… Kızılay’da Gima’nın karşısında Ulus Sineması vardı. Orada bir film seyretmiştim: “Ağa Düşen Kadın”. Filmin orijinal ismi “Ağ”dı, ama öyle tercüme etmişlerdi. Film, iki film uzunluğundaydı. Girişte iki film parası alıyorlardı. Bütün film boyunca sadece beş küçük cümle vardı, başka konuşma yoktu. İnsanlar duygularını, düşüncelerini bakışlarıyla anlatıyorlardı. Hayat boyunca gördüğüm en güzel filmdi.
Dinlemek her şeyin önünde gelir. Dikkat edelim hayatta âmâ peygamber vardır ama sağır peygamber yoktur. Bir bebek dünyaya geliyor. Kulakları eğer iyi işitiyorsa çevreyi dinleyerek konuşmayı öğreniyor. Dinleme olayı iki yıl sürüyor. İki yıl sonra tek tek kelimelerle konuşmaya başlıyor. Demek ki güzel konuşmanın ilk şartı küçük yaşlardan itibaren çok iyi dinlemesini bilmektir. Bir öğrenebilsek dinlemeyi, belki o zaman konuşmak bile istemeyeceğiz.
|