subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XIII                                                                   Sabri Tandoğan

 

Dinleme Sanatı I

Kur’an-ı Kerim “Oku” diye başlıyor, Mesnevi-i Şerif, “Dinle” diye başlıyor. Ama hiçbir kitap “Konuş” diye başlamıyor. Dinlemek başlı başına bir sanat ve bütün nüanslarıyla onu uygulayan, hayatında yaşayan o kadar az insan var ki. Bir gün bir dost bizi Armada’da, Uludağ Restoran’a döner yemeye davet etti. Bir masaya oturduk. Biraz ötede bir hanımlar gurubu vardı. On beş kadar hanım oturmuşlar, sohbet ediyorlardı. Artık buna ne dereceye kadar sohbet denir, orasını siz düşünün; birbirini dinleyen yoktu. Hepsi bir ağızdan konuşuyorlardı. Sesleri öyle yükseliyordu ki biz kendi aramızda sohbet etmekte güçlük çekiyorduk. Gözlerimi alamıyordum, istisnasız hepsi birden konuşuyordu. Yarabbi, bu ne işti… O kadınlar adına utandım. Genelikle üç beş kişinin bir araya geldiği yerlerde bu kadar olmasa bile, insanlar biraz sonra söz aldıklarında ne söyleyeceklerini düşünerek karşılarındakini dinlemiyorlar. O arada belki güzel bir fikir söyleniyor ama dinleyen kim?.. Gidin bütün kitapçıları gezin, sorun, “Sizde konuşma sanatı üzerine kitaplar var mı?” deyin. Hepsi en az beş, altı kitap ismi söyler. Ama güzel dinleme sanatı üzerine kitap var diye sorsanız kitapçı hayretle yüzünüze bakar, Yok efendim,” der, “varsa da ben hatırlamıyorum.” Sanırım dünya üzerinde dinlemenin bir sanat olduğunun farkına varan yalnız Japonlardır. Yıllarca önceydi. Matematik profesörü olan bir arkadaşım bir bilimsel kongre ile ilgili Japonya’ya gidecekti. Veda etmeye geldi. “Sabri, sen Japonları seversin. Almamı istediğin bir şey varsa lütfen çekinmeden söyle, memnuniyetle alıp getireyim.” dedi. “İlgine teşekkür ederim,” dedim, “yalnız bir ricam var. Ginza Caddesi’nde gezerken bir kitapçıya uğra ve sor: Sizde güzel konuşma sanatı üzerine kaç kitap var, güzel dinleme sanatı üzerine kaç kitap var? Kitapçının vereceği cevapları küçük bir kâğıda yaz ve bana getir.” Arkadaşım Japonya dönüşü bana uğradı ve istediğim emanet küçük kağıdı verdi. Okuduğum rakamlar beni ürpertmişti. Güzel konuşma sanatı üzerine kitapçıda mevcut eserlerin sayısı ikiydi, ama güzel dinleme sanatı üzerine yazılan eserlerin sayısı yirmi üçtü. Bu durum beni yıllarca düşündürdü. Demek ki dinlemek, gerçek mânâda dinleyebilmek büyük bir sanattı. Ne yazık ki bu gerçek bize ne ailemizde, ne okuduğumuz okullarda öğretilmemişti. Hatta niye Allah bize iki kulak vermişti de bir ağız vermişti, bunun dahi farkına varmamıştık.


Bir grup insanın bulunduğu yere gidelim. Herkesin bir an evvel konuşabilmek için can attıklarını görürüz. Bazıları daha da acelecidirler, dünyanın en çirkin işini yaparlar, söz keserler. Avının üstüne saldıran bir vahşi hayvan gibi kendilerini tutamazlar. Küçük bir çocuktum. Beş yaşındaydım. Annem beni bakkala gönderirdi. Bakkala girdiğim zaman önce karşıdaki levhayı okurdum. Levhada “Edep Ya Hu!” yazıyordu. Ama biz edebin önce saygı ile, efendice dinlemekten başladığını bilmiyorduk.


Japonlar dinlerken inanılmaz bir saygı, edep, zarafet içinde bulunuyorlar ve karşılarında konuşan şahsın sade söylediklerini değil, söylemediklerini de, söyleyemediklerini de anlamak, kavramak istiyorlar. Çünkü insanlar bazen duygularını, düşüncelerini tam olarak anlatamazlar. Bazıları saklarlar, gizlerler. İşte gerçek dinleme sanatı odur ki o gizlenenleri de çözmek için çaba harcanır. Bir Japon filminde görmüştüm. İki kişi konuşuyordu, dinleyen bütün dikkatini toplamış, inanılmaz bir incelikle muhatabını dinliyordu. Aklıma bir z geldi, ”Söyleyenin diline hikmet, dinleyenin bakışından gelir. Kendimizden paha biçelim. Bizim için son derece önemli bir düşünceyi anlatıyoruz. Karşımızdaki insan boş bakışlarla, canından bezmiş bir şekilde arada esneyerek sözde bizi dinliyor. Şimdi soruyorum, böyle bir durumda siz konuşmak ister misiniz? Bundan bir süre önce verdiğim konferansımda dinleyicilerin arasında bulunan minik bir z çocuğu bir süre sonra sıkıldı. Yerinden kalktı, ortalarda bir yerlerde oturan anneannesinin kucağına gitti. Çok rahatsız olmuştum, konsantrasyonum bozulmuştu. Bir kere minicik bir çocuk böyle bir toplantıya getirilir miydi? Onun sıkılacağını ve estetik konulu bir konferansı lâyıkıyla dinlemesine ve anlamasına imkân ve ihtimal olmayacağını annesinin bilmesi gerekirdi. Reaksiyon gösterdim. Sonra ana z salonu terk ettiler. Konferanstan sonra bir hanım yanıma geldi ve, “Niye çocuğu üzdünüz? dedi. O hanıma öyle kırıldım ki herhalde ölene kadar unutamam. Bütün bunlar bizim toplum olarak dinleme sanatından ne kadar uzak olduğumuzu göstermiyor mu?


Geçen gün televizyonu karıştırıyordum. Meclisten naklen yayın vardı. Milletvekilleri birbirlerine öyle bağırıyorlardı ki, öyle hakaret ediyorlardı ki… Utandım, sıkıldım. Hayatta daima muhatabını edeple, saygıyla, tevazu ile dinleyen insanlar beğenilmiş, hürmet görmüşlerdir. İlkokuldan itibaren okuduğum okullarda ve  üniversitelerde daima kürsünün önündeki sıraya oturdum ve olanca dikkatimle, edebimle, saygımla hocalarımı dinledim. Sonuç ne mi oldu dersiniz, bütün okuduğum okullarda hem sınıf birincisi hem okul birincisi oldum. Şunu bir öğrenebilsek… Aslında bütün kâinat konuşuyor. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, bütün eşya ve cemadat… Ama hepsi kendi hâl diliyle konuşuyor. İş, bütün bunları dinlemeyi öğrenebilmekte. Alman Edebiyatının Geothe’den sonra en büyük ismi Rilke, eserlerinde sürekli olarak “Görmeyi öğreniyorum.” der. Benim de müsaade buyrulursa, “Dinlemeyi öğreniyorum.” diyeceğim geliyor.


Fransız Edebiyatının en büyük şairi Boudler’e sormuşlar, “Hayatta sizi en çok ne heyecanlandırır?” Boudler cevap vermiş, “Bulutları dinlemek… Hepsi her an şekil değiştirerek, renk değiştirerek öyle güzel şeyler anlatıyorlar ki… Onları dinlemeye doyamıyorum.”


Birbirini saygı ile, edep ile dinleyen kimseler arasında bir kavga, ihtilaf çıkabilir mi? Günümüzde çok kullanılan bir söz var. Boşanan çiftlere, “Niye ayrıldınız?” diye sorduğunuzda, “Aşk bitti.” diyorlar. “Birbirimizden usandık.” Aman Yarabbi… Bu ne gaflet, bu ne büyük aptallık. Hiç insan sevdiğinden bıkar mı, usanır mı?... Doğrusu hayret ediyorum. Bir insanın yüz elli yıllık ömrü olsa bu hayat bir kadını sevmek için yeterli olur mu? Fuzuli,


 “Aşk imiş her ne var âlemde


 İlim bir kıylu kal imiş ancak”


diyor. Bir insanı sevmeye bir ömür yetmediği gibi bir tabloyu seyretmeye bir senfoniyi dinlemeye, güzel bir şiiri doya doya okumaya da bir ömür yetmez. Ortaokul birinci sınıfta bir resim öğretmenimiz vardı: Sema Hanım. Resme aşık bir hanımdı. Her ders bir büyük ressamın albümünü sınıfa getirir ve o ressamın tablolarını bize birer birer seyrettirirdi. Bu arada da izahlarını yapardı. Bir derste Leonardo Da Vinci’nin albümünü getirmişti. Orada Mona Lisa’nın resmi vardı. Görünce hayran olmuştum. Sonra Fransa’ya gittiğimde o albümü aldım. Her gün Mona Lisa’ya baktım. O tablodaki güzelliğe hâlâ doyamadım.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]