subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XIII                                                                   Sabri Tandoğan

 

Güzellikleri Görebilmek

(Konu, etrafımızdaki güzellikleri görebilmekten açılıyor ve Gönül Dostları yaşadıkları bazı olaylardan bahsettikten sonra Sayın Büyüğümüz söze başlıyor)


Sabri Tandoğan: Benim de aklıma bir cümle geldi. Vedat Günyol diye bir yazar vardı. Onunla Cumhuriyet Gazetesi’nde bir röportaj yapılmıştı. Vedat Günyol, Edebiyat Öğretmeni, emekli olmuş, küçücük bir daireye çekilmiş. Diyor ki gazeteci: “Sayın Günyol, siz bir emekli öğretmensiniz, herhalde aldığınız üç kuruş emekli maaşı ile çok sıkıntı çekiyorsunuz, çok çileli bir hayat yaşıyorsunuzdur?” Cevap: “Yoo, nereden çıkardınız bunu. Kapımın önündeki bir ağaç ve Türkçenin güzelliği mutlu olmam için bana yetiyor.” diyor.


“Benim başka mutluluk aramama gerek yok ki. Bunu belki on beş yirmi l evvel okumuştum, beni çok etkilemişti.


“Kapımın önündeki ağaç ve Türkçenin güzelliği bana yeter”.


Yani güzel şiirler, güzel yazılar yetiyor bana, başka bir şeye ihtiyacım yok ki diyor.


Efendim Türkçenin güzelliğini biraz açar mısınız?


Sabri Tandoğan: Yavrum, Türkçenin güzelliği; Karacaoğlan, Yunus Emre, Köroğlu, Dadaloğlu, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Külebi, Necip Fazıl Kısakürek, Gülten Akın, Ahmet Hamdi Tanpınar... Okumaya doyamıyorsun ki yavrum. Ben Necip Fazıl’ın bazı şiirlerini belki yüzlerce kere okumuşumdur. On beş yaşımdan beri okurum, doyamıyorum. Bak on yedi yaşında yazmış bunu Necip Fazıl,


Güneş çekildi demin,


      Doğdu bir renk akşamı.


      Bu, bütün günlerimin,


       İçime denk akşamı.


Akşamı duya duya,


Sular yattı uykuya,


Kızıllık çöktü suya,


Sandım bir cenk akşamı...


 


On yedi yaşında yazmış bunu. Bir de annesine yazdığı şiir var on yedi yaşında,


Ak saçlı başını alıp eline,


Kara hülyalara dal anneciğim!


O titrek kalbini bahtın yeline,


Bir ince tüy gibi sal anneciğim!


 


Sanma ki biter bu karanlıklar,


Zulmetin ardında yine zulmet var,


Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,


Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!


 


Gözlerinde aksi bir derin hiçin,


Kanadın gerilmiş, çırpınmak için,


Bu kış yolculuk var, diyorsa için,


Beni de beraber al anneciğim!..


On yedi yaşında yazmış... Bu şiiri yüzlerce kere okusan çok mu?


Çok değil Efendim. Aşk şiiri var mı Necip Fazıl’ın?


Sabri Tandoğan: Peki, bir aşk şiirini de okuyalım.


 


Ne hasta bekler sabahı,


Ne kanlı şehidi mezar,


Ne de şeytan bir günahı,


Seni beklediğim kadar!...


 


Geçti, istemem gelmeni,


Yokluğunda buldum seni.


Bırak vehmimde gölgeni


Gelme artık neye yarar.


Efendim rica etsek bir de “Nazarlar Önünde” şiirini okur musunuz?


Sabri Tandoğan: Okuyayım yavrum,


 


Nazarlar önünde perdesin Allah,


Neden bir görünmez yerdesin Allah,


Bu dem ta derinden gelirken sesin,


Söyle sen nerdesin, nerdesin Allah...


 


(Kenan Rıfai Hazretlerinin, “Sükût olsun sana tevhid” sözünden bahsediliyor ve sohbetimiz idrak üzerinde yoğunlaşıyor.)


Efendim, sükût, idrak ve mânevi tekamül arasında bir paralellik var mıdır?


Sabri Tandoğan: Var tabii ki yavrum. İdrak ancak sükût ile artar. Vır vır vır konuşan insanlarda idrak olmaz ki, o gittikçe beyinsizleşir.


İnsanın manevî tekâmülüne atacağı ilk adım sükût ile başlar. Meselâ çevrenizde dikkat edin, kadın veya erkek, genç veya ihtiyar, her kim böyle ağustos böceği gibi cır cır cır ötüyorsa, o hiçbir zaman mânevi tekâmüle adım atamaz.


İstanbul’da Mahmut Sâmi Ramazanoğlu Efendi Hazretleri vardı, duyan var mı içinizde? İlâhiyat Fakültesinde Profesör Ethem Cebecioğlu bana anlattı, bu zatı davet etmişler İlâhiyat Fakültesine. “Hocam demişler, “Bize bir ders verin. Sâmi Efendi Hazretleri gerçekten büyük bir veli, ama gerçekten büyük bir veli, hani öyle lafla filan değil. “Peki demiş Hazret, gitmiş İlâhiyat Fakültesine. Zil çalmış, derse girmiş. “Dersimiz, sükût demiş. Kürsünün önüne, yanındaki çantadan getirdiği bir seccadeyi çıkartmış, yaymış. Herkes de bakıyor, ne yapacak diye. Sâmi Efendi Hazretleri ayakkabılarını çıkartmış, seccadeye oturmuş. Çıt yok sınıfta, bakıyorlar, acaba Hazret ne anlatacak. Kırk beş dakika böyle kalmış. Ayakları arkada dik, oturmuş vaziyette. Kırk beş dakika sonra kalkmış, seccadesini toplayıp çantasına koymuş. “Arkadaşlar dersimiz bitti, Beni dinlediğiniz için hepinize saygılar sunarım. demiş, gitmiş.


Bunu bana Profesör Ethem Cebeci anlatmıştı, beni o kadar etkiledi ki, aradan en az on iki yıl geçti, bir türlü unutamıyorum bunu. Sükût hakkında verilecek en güzel ders bu. Daha bundan güzeli ne olabilir.


Yirminci asrın en büyük zekâsı Einstein diyor ki Yirminci asrın en büyük kaybı, bir gülün karşısında on dakika sükût edememektir.”


Bütün güzellikler sükût ile kavranır. Meselâ Cumhuriyet devrinde yetişen en büyük ses sanatçısı Münir Nurettin’dir. Ben Münir Nurettin’in bir kaç konserine gittim. En ufak bir tıkırtı çıktığı zaman, konseri bırakıp gidiyor.


Meselâ hepimiz akşamları evimize gidince televizyonlarımızı açıyoruz, o günkü seçim konuşmalarını dinliyoruz. O ona küfrediyor, o ona hakaret ediyor, o ona sövüyor, o ona cahil diyor, aptal diyor falan falan falan. Hâlbuki böyle olacağına, büyük bir edep, saygı içinde insanlar konuşsalar, kısaca ne yapacaklarını anlatsalar...


Bir keresinde Viyana’ya gitmiştim. Viyana biliyorsunuz Avrupa’nın en büyük kültür merkezi. Ve dünyanın en zarif, en kibar insanları Viyana’da otururlar. Viyana’ya gittiğimde meğer seçim kampanyası varmış. Çıt yok. Ne bir miting, ne bir televizyon konuşması, hiçbir şey yok. Yalnız duvarlarda 20x10 büyüklüğünde pembe kâğıtlar, hatırımda kalmış, otuz sene önceki vaka bu. Pembe kâğıtlarda her parti, dört veya beş cümlede iktidara gelirsek neler yapacağız diyor, onu anlatıyor. Kimi parti dört cümle, kimi parti beş cümle… Bu kadar.


(Gönül Dostlarından bir hanım, hat çalışmalarına başlamayı çok istediğinden, ama bir türlü başlayamadığından bahsettikten sonra)


Sabri Tandoğan: Hat sanatı da resmin bir türü. Minyatür gibi, tezhip gibi, ebru gibi. Bunlar hepsi resim sanatının kolları. İçinden ne geliyorsa sen onu yap, kendini frenleme.


Efendim, Picasso, “Hat sanatı, sanatın zirve noktasıdır.” demiş.


Sabri Tandoğan: Hayatının sonlarına doğru Picasso’yu Kuzey Afrika’ya davet ediyorlar. Tunus’a galiba. Orada bir hat sergisine götürüyorlar. Picasso kapıdan içeri giriyor, çığlıklar atmaya başlıyor. “Ben, modern resmi zirvesine götürdüğümü sanmıştım, meğer daha başındaymışım.” diyor. “Hat sanatı, modern resim sanatının en ilerisi, zirvesi, hemen bana bir hat hocası tutun.” diyor, daha oracıkta hat hocası tutuyorlar, ondan hat sanatının inceliklerini öğrenmeye çalışıyor. Bunu söyleyen Picasso. Picasso’nun dinle, Müslümanlıkla değil, Hıristiyanlıkla bile alakası yok. Ateist. Ama estetik duyguları çok gelişmiş. Çığlıklar atıyor o “Lâ ilâhe illallâhları, besmeleleri” görünce… Onun için sakın kendini frenleme yavrum.


(Gönül Dostlarından bir hanım, âmirinin kendine verdiği bir görevi itirazsız bir şekilde yapmakla birçok güzelliği yaşadığından bahsettikten sonra)


Sabri Tandoğan: Yavrum, memuriyet hayatında, eğer memur olacaksan, ilk günü sana bir yer gösterecekler, işte burada çalış diyecekler, orada emekli olduğun güne kadar hiç sesin soluğun çıkmayacak. Sâmi Efendi Hazretleri gibi sükût yavrum. Sadece önündeki işi yapacaksın, o kadar. İtiraz yok. Şikâyet yok.


Bir gün bir telefon geldi, İstanbul’dan bir hanım, bir kuyumcu ile evliymiş. Kocası İstanbul’un en zengin kuyumcularından biriymiş. “Ben, saray gibi bir evde oturuyorum, kapının önünde özel arabam var, özel şoförüm var.” dedi. “Yirmi dört saat görevde. Ama bir şikâyetim var, kaynanamdan çok bunalıyorum, boşanmayı düşünüyorum, ne dersiniz?” dedi. “Kızım” dedim, “mesele çok basit. Nerede kayınvalideni görürsen, boynuna atılacaksın, ‘Ah annem, sen dünyadaki annelerin en tatlısısın, en iyisisin, bir tanesisin.’ deyip yanaklarından öpeceksin. Arada sırada çarşıdan pazardan gelirken, ona minicik de olsa hediyeler alacaksın.” dedim. “Pahalı şeylere gerek yok, bu yerine göre bir simit, yerine göre birkaç sap nergis, yerine göre bir gül, bir karanfil olabilir.” dedim. “Mütemadiyen de, kaynananın gıyabında, onu ne kadar sevdiğini, ona ne kadar bağlı olduğunu, gerekirse hiç çekinmeden canını bile verebileceğini söyleyeceksin.” dedim. Çünkü o laflar gider kayınvalidenin kulağına. On beş gün sonra evden çıkmış kayınvalide, mahallede kapı kapı dolaşmış, “Komşular, benim gelinim meğer bir melekmiş, ben görememişim.” demiş. Olay bu işte yavrum…


Efendim herkeste aynı netice olur mu?


Sabri Tandoğan: Olur yavrum. Tıpkı şunun gibi; hani bazı filmlerde görüyoruz, petrol çıkarmak için kuyular açılıyor, bir bakıyorsun bir haftada petrol fışkırıyor, sevinçle bayram yapıyorlar. Bazı kuyularda da iki sene, üç sene çalışılıyor, öyle petrol çıkıyor. İnsan gönülleri de böyle. Bazı insan, hemen bir iki kompliman, bir iki güzel söz, boynuna bir sarılma “Annem, canım annem, tatlı annem benim” yeter. Ama bazı insana iki sene, üç sene... Ben buna tahammül edemem derseniz ona bir şey diyemem, ama bunun formülü bu. Nihayet onun da kuyusundan petrol gelir.


Biz ne yapıyoruz, o görümce diyoruz, yaka silkiyoruz. Belki o, yeryüzünde Allah’ın bir meleği.


Ben beş yaşındaydım, bir radyonun müdürüne mektup yazdım. Müdür amca, sabahleyin radyoda bir türkü dinledim, çok üzüldüm, lütfen bu türküyü bir daha çaldırmayın dedim. Bir daha da çaldırmadılar. (Gülüşmeler). Şöyleydi türkü;


Kaynanayı nitmeli?


Merdivenden itmeli.


Tıngır mıngır düşerken,


Geçip seyir etmeli.


(Gülüşmeler)


Ben beş yaşındayken çok gücüme gitti bu türkü. Böyle şey olur mu, dedim. Mesele burada, gönül kapılarını açacağız yavrum. Nasıl açılır bu? Tatlı dil, güler yüzle. Ne Buyuruyor Kur’an-ı Kerim’de Cenabı Hak, Hz. Mûsa’ya, Ya Mûsa, Firavun’la konuşurken, yumuşak ve tatlı söyle.” Ne olur bunu her gün on kere tekrar edin, istirham ediyorum sizden. Hepiniz, her gün on kere tekrar edin, Ya Mûsa, Firavun’la konuşurken, yumuşak ve tatlı söyle.” Hiçbir insan yumuşak ve tatlı söze uzun süre dayanamaz.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]