25.08.2010, gündüz
− Efendim, hep anlatıyorsunuz, Rânâ Hanım’la evliliğinize başlarken bir mukavele yaptığınızı ve “Bu evde ne senin dediğin olacak, ne de benim. Sadece Allah’ın ve Peygamberin dediği olacak.” şeklinde sözbirliği ettiğinizi söylüyorsunuz. Burada çok önemli bir nokta var. Siz zaten evlenirken bu düşüncede idiniz. Böyle olması gerektiğine inanıyordunuz. Rânâ Hanım da mukavele teklifinizi hemen kabul ettiğine göre bu konularda duyarlı bir hanımdı. O zaman böyle bir mukaveleyi dile getirmeseydiniz ve bir anlaşma yapmamış olsaydınız da yaşantınızda zaten uyguluyor olmaz mıydınız?
− Hayır yavrum, olmazdı. O zaman Türkiye’deki evliliklerin %99’u gibi olurdu. Bunun orada sözlü olarak da en başta kararlaştırılması lâzım.
− Peki siz bu sonuca nasıl ulaşmıştınız? Herhalde sizden önce böyle bir mukavele yapan olmamıştır?
− Yavrum ben üç yaşından itibaren evlilikler niye mutlu değil diye düşündüm hep. Ve iki sonuç tespit ettim. Birincisi senin dediğin olacak, benim dediğim olacak demek. İkincisi de para meselesi. O nedenle ilk iş olarak birinci kısmı baştan kararlaştırmak istedim. Evliliğimizin ikinci günü de para meselesini konuştuk. Rânâ’ya “Her ay benim harçlığımı ver, evi sen idare et.” dedim. “Olmaz Sabri,” dedi. “Sen benim harçlığımı ver, evi sen idare et.”
− Mutlu bir evlilik için yetişilen aile ortamında da bunu görmüş olmak şart galiba?
− Yoo, benim ailemde bu yoktu. Belki de ben bunun için bu konu üzerinde bu kadar kafa yordum. Yıllarca düşündüm. Bir çok incelemeler, araştırmalar yaptım.
− O zaman kültürlü olmak, bu konu üzerinde düşünmüş olmak çok önemli.
− Doğru. Evlilik bir kültür işidir. Onu sürekli besleyecek bir bilgi birikimine sahip olmak lâzım. Karşı tarafın psikolojisini daha önceden çok iyi öğrenmiş olmak lâzım.
− Peki evliliğinizin ikinci günü evin para konusunda idaresi için Rânâ Hanım’a teklifte bulunurken, aslında zaten nasıl olsa işi bana bırakır diye mi düşündünüz, yoksa gerçekten evi onun mu idare etmesini istiyordunuz?
− Yo, samimi olarak bunu istedim. Kabul etse memnuniyetle ona uyacaktım.
− O zaman siz ona harçlık veriyordunuz ve elinizdeki parayı zarflara ayırarak aylık plân yapıyordunuz. Peki Rânâ Hanım’a o ay verdiğiniz harçlık yetmezse ne oluyordu? Zarflardaki paralardan mı alıyordunuz?
− Bol bol yetiyordu yavrum. Zaten Rânâ’nın bütün ihtiyaçlarını ben karşılardım. O alışveriş yapmasını sevmezdi pek. Bana güvenirdi. Güzel giyinmeyi severdi. Ben de ona bu konuda müdahale etmedim, hatta kıyafetlerini ben seçerdim. O da kendisine çok güzel elbiseler dikerdi.
Hatice Hanım:
− Rânâ Anne çok şık giyinirdi. Efendim, siz ona markalı, çok güzel kıyafetler alırdınız. Ben de sizin ona aldığınız kıyafetlere göre gider, kendime bir şeyler alırdım. Hatta Rânâ Anne’nin yakınlarına alacağı hediye kıyafetleri de siz seçerdiniz. O, son yıllarında ona hediye ettiğiniz uçuk pembe kazağı bende Efendim, saklıyorum. (Rânâ Anne’nin yine bir kazağı ile zarif nikâh ayakkabılarını da Sayın Büyüğümüzün izniyle hatıra olarak saklıyoruz. Bu arada Rânâ Anne’nin nikâhta gelinlik yerine hafif parlak bir kumaştan sâde, şık bir beyaz elbise tercih ettiğini de fotoğraflara bakarak not edelim.)
− Rânâ Hanım’a özel bir şiir yazdınız mı, yani ondan başka kimsenin bilmediği?
Sayın Büyüğümüz imalı bir şekilde gülümsüyor, başını önüne eğiyor.
− Efendim, okumanızı istemeyeceğim emin olun. Sadece merak ettim?
− E yazdık tabi…
− Yavrum, aslında bir kadının en çok duymak istediği söz nedir biliyor musunuz?
− ???
− “Seni seviyorum” sözü. Erkek bu sözü her gün eşine söylemeli.
Ben meselâ Rânâ’ya istisnasız her gün onu ne çok sevdiğimi söylerdim. Bir gün mahsus, denemek için söylemedim. Rânâ elini akşama doğru alnıma koydu, biraz mahzun bir şekilde “Sabri’ciğim, sen bugün iyi misin, hasta filân değilsin ya?” dedi.
Anlamıyormuş gibi yaptım, “Ne gibi Rânâ’cığım?” dedim. “Ne bileyim, bugün beni sevdiğini söylemedin de?” dedi.
Bu benim çok önemli bir tespitim yavrum, kadında kulak çok önemli. Muhakkak bazı şeyleri duymak istiyor. Özellikle sevildiğini duymak bir kadın için çok önemli. Bu kadın ruhunun çok önemli bir özelliği.
− Peki, erkek eşini çok sevdiği halde bunu söylemezse ne olur, bugünkü pek çok beraberlikte olduğu üzere?
− E, o zaman haliyle o duygular zaman içinde yavaş yavaş azalmaya başlar. Çünkü hiçbir şey aynı halde kalmaz. Ya daha iyiye gider, ya daha kötüye. O zaman sevgi de azalmaya başlıyor, karşı taraf sevilmediğini sanmaya başladığı için.
− Peki kadın? Onun da aynı şeyi yapması gerekir mi, yani aynı şekilde sevgisini ifade etmesi? Meselâ Rânâ Anne de size hep sizi çok sevdiğini dile getirir miydi?
Hatice Hanım bize hitaben:
− Eğer Râna Anne’nin de duygularını bu şekilde ifade eden bir hanım olduğunu düşünüyorsan yanılıyorsun. Rânâ Anne’yi sen tanımıyorsun, o çok mesafeli, çok ölçülü bir hanımdı, kraliçe gibiydi. Aynı zamanda da espriliydi. Bu ikisini bir arada nasıl sağlıyordu hâlâ anlayabilmiş değilim. Ben onun kadar muhteşem bir hanım hiç tanımadım. Ama Sabri Babam hep sevgisini dile getirirdi.
− Efendim, siz o zaman aynı davranışı ondan beklemediniz?
− Hayır, çünkü ben Rânâ’nın beni çılgınca sevdiğini zaten biliyordum. Erkeğin bunu sözle işitmekten ziyade, kadının hâl ve davranışlarından çıkarması çok daha önemlidir. Demin kadın ruhu diye bir şey söyledim, unutuyorsun galiba. Kadın ruhu ile erkek ruhu birbirinden çok farklı.
− Böyle bir sonuca nasıl vardınız Efendim? Bu sanırım dünyada hiçbir psikoloji kitabında yoktur.
− Üç yaşından beri yaptığım inceleme ve gözlemler sonucunda vardım ben bu gerçeğe. Bugün benim yakaladığım bazı psikolojik gerçekleri dünyada başka tespit edebilen hiç kimse olmadı.
Hatice Hanım:
− Peki erkek ruhu? Onun kadın ruhundan farkları nelerdir? Onlarda kulak aynı şekilde önemli değil mi?
− Yavrum, erkekte de kulak yerine göz çok önemli. Âmâ Peygamber var, ama sağır Peygamber yok.
− Erkeğin kalbine giden yol midesinden, kadınınki ise kulaklarından geçer diye bir söz okumuştum. Anlaşılan en azından kulak kısmı söylediklerinize göre doğru.
− Öyle yavrum. Bir erkeğin sesi onun karakterini ele verir. Bu öyle diksiyon kursuyla filân değiştirilebilecek bir şey değil.
Bir de erkek ruhunun bir kadının sevgisine olduğu kadar şefkâtine de ihtiyacı var. Ailede kadının birçok görevleri var: Eşine arkadaşlık etmek, çocuk doğurmak, evin çekip çevrilmesine yardım etmek... Amaa bir de eşine karşı gereğinde annelik vasfı olacak. Bir kadının böyle şefkâtli bir yapıda olması erkek için çok önemlidir. Ziya Osman Saba bir şiirinde “Ve bir anne dizinde büsbütün uyusaydım” diyor, bir sevgilinin dizinde uyusaydım demiyor, dikkât edin. Bu gerçeği dünyada benden başka yakalayan bir tek kimse oldu, o da Cahit Sıtkı. Dünya edebiyatında bu gerçeğe işaret eden tek şiir onun şu şiiri:
“Yârin olmuşu, ermişi
Şefkâtte anneye değer”
Ben çok dikkât ettim, uzun yıllar gözlemledim, alkol bağımlısı erkeklerin hepsinde de bana göre sebep kadının yerine göre eşine bir annelik şefkâtiyle yaklaşamamış olmasıydı. Bir kadın eşine gereğinde bu şefkâti sunamazsa, o erkek zamanla alkol çizgisine doğru kaymaya başlıyor.
Ben evlilik olayına cinselliğin yaşanması olarak da bakmadım hiçbir zaman. Meselâ evlilik kararı alırken: “Çakı gibi delikanlıyım. Niye kendimden büyük bir hanımla evleneyim”, diye de düşünebilirdim pekâlâ. Ama karşımdaki “Rânâ” idi. Şunu kesin olarak söyleyebilirim ki, bugün dünyada gerçek mânâda cinselliği yaşayan hiç kimse yok. İddia eden bir anket yapsın. Dünyanın en güzel mankeni ile en yakışıklı adamı evlenmişler. Onlarla röportaj yapılmış, onların da verdikleri cevap bu yönde. Cinselliğin insan hayatındaki önemi, çocuk sahibi olmaya vesile olmasından ibarettir. Ama insanlara, gençlere ne yazık ki tam tersi empoze ediliyor, cinsellik bir amaç gibi gösteriliyor. Bir veya iki çocuk sahibi olduktan sonra erkeğin cinselliğinin de artık bir önemi kalmaz. Belli bir yaştan sonra kadın da erkek de menopoza, andropoza giriyorlar. Bunun mânevi anlamı şu: Cenab-ı Hak demek istiyor ki; “Kulum, artık böyle işlerden kendini çek, vakit geçiyor. Kendini yetiştirmeye, mânen tekâmül etmeye bak. Zaman, Allah’a yakınlaşma zamanıdır.” Ama bazı erkekler ne yapıyor, onca paralar dökerek ilâçla bu işi zorla devam ettirmeye çalışıyorlar, kendilerini rezil, kepaze ediyorlar.
Aynı günün akşamı, iftar sofrası:
Sayın büyüğümüz balkonda oturuyor. Bir ara biraz da mahzun bir ruh hali içinde bir şiir okuduğunu ve kendi kendine bir şeyler mırıldandığını duyarak yanına gelip, oturuyoruz.
Sayın Büyüğümüz:
− …Ahh, Saliha teyzeciğim benim…
− Efendim, Saliha Hanım kim?
− Teyzem... Çok severdim teyzemi. Rânâ’nın bazı huyları da teyzeme benzerdi. Belki de onu bu kadar çok sevmem, onu teyzeme benzettiğim için olmuştur. Teyzem çok değerli bir hanımdı.
− Ne gibi özellikleri vardı meselâ?
− Bir kere çok şık giyinirdi. Ankara’nın en şık giyinen hanımı idi. Evi, lavaboları, mutfağı bir laboratuar kadar temiz olurdu. Onun evinde bir tek toz zerresi bile olmazdı. On kişilik bir arkadaş grupları vardı. İnönü’nün rahmetli eşi Mevhibe Hanım da o grubun bir üyesiydi. Teyzem, Mevhibe Hanım’la çok iyi anlaşır, onu çok takdir ederdi. O da teyzem gibi çok zarif, çok kibar bir hanımefendi idi.
Bir de çok iyi, çok edepli, ince düşünceli bir hanımdı teyzem. Kimsenin kalbini kırmak istemezdi. Bir gün bize gelmişlerdi eniştemle. Biraz oturdular. Bana da gelirken ayakkabı boyası getirmişler hediye. Ben o zaman dört yaşındaydım. Çok sevindim boya için. Gittim hemen ayakkabılarımı bir güzel boyadım. O zamanlar nuget cilâ denilen bir cilâ vardı. Onunla da parlatacağım. O zaman ayakkabı pırıl pırıl parlardı. Teyzemler trenle İstanbul’a gideceklermiş, kalktılar. Ben tam kapının ağzında, çocukluk bu ya ille marifetimi göstereceğim, parlatayım da bir görün, öyle gidin diye direttim. Teyzem enişteme “Bekleyelim biraz, Ümit’i kırmayalım” dedi. O Yargıtay Başkanı eniştemle birlikte kapıda benim ayakkabımı cilâlamamı beklediler. Meğer trenleri kaçmak üzereymiş. Ama teyzem sırf kalbim kırılmasın diye öyle davranmıştı. Sonra tabi trene yetişememişler. Ama bana demediler ki şimdi sırası değil, trene yetişeceğiz, başka zaman yaparsın... Ah, ne kadar ince bir hanımdı teyzem. Allah’ın rahmeti, Peygamber Efendimizin şefaati üzerine olsun. Haydi, şimdi onun ve eniştemin ruhu için Fatiha okuyalım.
(Sayın Büyüğümüz okuyor, biz de onunla okuyup, gönderiyoruz.)
Sohbetimize devam ederken Nermin Hanım geliyor:
− Babacığım, size kahve yapıp getireyim mi?
(Sayın Büyüğümüze diğer zamanlarda yardımcı olan değerli gönül dostu Fatmagül Hanım’ın ameliyat olması nedeniyle Sayın Büyüğümüze bir süredir Dr. Nermin Hanım refakat ediyor.)
− Benim kahvem biliyorsun çok kaynamış, hiç köpüksüz, hiç şekersiz olacak.
− Evet Efendim, biliyorum.
Biraz sonra Nermin Hanım mis gibi kokan kaynak kahve ile geliyor, yüzünde tatlı bir tebessümle masaya bırakıyor. Sonra kendisi de oturuyor.
Bu manzara üzerine duygulanarak soruyoruz:
− Efendim, evde bir hanımın varlığı ne kadar önemli değil mi?
− Ev demek, kadın demektir yavrum. Hatta hayat demek, kadın demektir.
Bir söz var çok önemli “yuvayı yapan dişi kuştur” diye. Hayvanlarda bile bu böyle. Burada yuvanın eşyası, şuyu, buyu değil tabi kastedilen. Bugün birçok evin düzenini sağlayan kadındır. Evi çekip çeviren, erkeğine destek olan, yol gösteren, yardımcı olan kadındır.
Meselâ kadın kocasını vezir de eder, rezil de eder denilir. Bu çok doğru bir söz.
− Aynı erkeği.
− Evet. Aynı erkek bir kadın tarafından vezir de edilebilir, rezil de.
− Efendim, bir şey soracağım izninizle ama torpil yapmak yok Rânâ Anne’ye…
− Sor bakalım.
− Siz de Rânâ Hanım’la evlenmeseydiniz bugünkü Sabri Bey olabilir miydiniz?
− Olamazdım yavrum, biliyorsun ben her şeyi olduğu gibi söylerim.
− Peki ne kattı size, hayatınıza?
Sayın Büyüğümüz bazı örnekler veriyor:
− Meselâ yavrum, ev almıştık, elimizde kalan para ile ancak ekmek alabiliyorduk. Onu da musluk suyu ile birlikte yiyorduk. Perde alacak paramız olmadığı için, ben bazı pencereleri gazete kâğıdı ile kaplamıştım. Düşün, koskoca Danıştay savcısı bir hanım, ben böyle bir evde oturmam demedi. Ben hayatım boyunca kimseden borç almadım. Bana bu konuda da destek oldu. Elimiz genişleyinceye kadar böyle idare ettik. Bir gün yine ekmekle su yemek için oturmuştuk ki kapı çalındı, komşumuz Cemal Tural’ın eşi Suna Hanım elinde üzerine tavuk didilmiş bir büyük tabak pilâvla geldi. Rânâ’yla çocuklar gibi sevindik. Güle oynaya pilâvımızı yedik.
Nermin Hanım:
− O pilâvı Allah göndermiş demek ki.
− Herhalde yavrum.
Tabloyu netleştirebilmek adına sorularımızda ısrar ediyoruz…
− Ama siz Rânâ Hanım olmasa da bir ev alırdınız, yine borç yapmazdınız. Yine gerekiyorsa, pencereye perde alana kadar gazete yapıştırırdınız. Borcunuzu ödeyene kadar kuru ekmek yerdiniz.
− Yavrum, benim demek istediğim Rânâ bana hayat yolunda her konuda destek oldu. Evet doğru, ben o olmadan da bir ev alırdım. Daha küçük bir ev olurdu belki. Yine aynı şekilde borç yapmazdım, yine kuru ekmek yerdim. Ama onun her konuda benimle paralel bir çizgide yürüyerek hayat yolunda bana destek olması bana çok büyük bir kuvvet verdi. Ben Rânâ ile beraberliğimde öyle mutluydum ki, dünyanın en mutlu insanı bendim. Her an cennette gibiydim. Bir tek gün ona kalk bana bir bardak su getir bile demedim.
− İsteyebilirdiniz ve o da memnuniyetle getirirdi.
− Doğru. Getirirdi. Ama ben isteyemedim yavrum. Çünkü ona çok büyük bir saygı ve hayranlık duyuyordum. Yanında bir şeyh efendinin karşısında gibi edep içinde oturdum hep.
Nermin Hanım:
− Bu saygıdan kaynaklanıyor. Sabri Babam çok büyük bir saygı gösteriyordu. Ama o da size karşı çok büyük bir hürmet içindeydi Babacığım. Bir kere olsun sözünüzü böldüğünü duymadım. Sizi saygıyla dinlerdi. Her şeyi nasıl yapması gerektiğini sorardı. Meselâ Sabri derdi, bu limonatayı içeyim mi, içmeyeyim mi? Sabri Babam da içme Rânâ, midene dokunur deyince bırakırdı.
− Hem maddî, hem de mânevi her konuda sorardı Rânâ. Her konuda istişare ederdik.
Mesela bazı yakınları bana tavır koymuşlardı ama Rânâ “Hayır,” dedi. “Siz hatalısınız. Ben Sabri’nin yanındayım.”
Nermin Hanım:
− Bir gün Kurban Bayramı idi. Dolu bir tabak kavurma et getirilmişti. Rahmetli eti çok severdi. Sordu: “Sabri, yiyeyim mi?” dedi. Sabri Babam da “Yarısını ye Rânâ” deyince çatalıyla tam ortadan ayırdı, eti çok sevmesine rağmen diğer yarıya hiç dokunmadı. Aralarında böyle karşılıklı çok büyük bir sevgi, saygı vardı.
− Efendim, bir gönül dostu anlatmıştı, siz ev içindeyken çok basit de olsa bir işi yapacağınız zaman birbirinize bilgi verirmişsiniz. Meselâ ben şimdi şu iş için filân tarafa geçiyorum gibi...
− Evet yavrum.
− Bu evliliği bunların dışında da hep beslediniz, hep canlı tuttunuz değil mi? Hep yeni bir şeylerle tazelediniz.
− Gayet tabi. Kıymet bilmek karşılıklı olarak çok önemli. Meselâ Hz. Hatice Annemiz gibi muhteşem bir kadının ikinci kocası alkolikti. Onun değerinin farkına bile varamamıştı. Sonra o adamdan ayrıldı. Resulullah Efendimizle kâinatın en muhteşem evliliğini yaptı.
Bir kadına değer vermek, onun ruh halini çözmeye çalışmak, ona yerine göre anlayışlı davranmak ve bir evliliği en güzel bir şekilde götürmek kolay iş değildir. Ama insana çok büyük bir olgunluk verir.
Abdulhakim Arvasi Hazretlerine, Peygamber Efendimizin Hz. İsa’ya üstünlüğü sorulduğunda, bir özelliğinin de evlenmiş olması olduğunu söylüyor.
Sohbetin bu noktasından sonra Sayın Büyüğümüzle Ankara’yı gece ışıklandırılmış hali ile bir süre seyrediyoruz. Ramazan başından bu yana şehir ve şehrin bütün ışıkları adeta her gün yıkanıyormuşçasına parlamış hissi veriyor. Hemen aşağıda yer alan büyük havuzdaki suya yukarıdan bakıldığında, adeta bir âhenge kapılmış gibi ritmik hareketler görülüyor ve bu hareketliliğin ihtişamı suya yansıyan mavi, kırmızı ve yeşil renklerin uyumuyla daha bir belirginleşiyor. Sular oynak hareketlerle renkten renge girerek adeta bu zikir tablosunu tamamlıyor. Sayın Büyüğümüzle bu noktadan itibaren varlığın zikri üzerine sohbetimizi sürdürüyoruz.
− Efendim, Ramazan’da etrafın önceki günlerden çok daha arı duru görünmesi, her yerin yıkanmış gibi durması, rahmet yağdığına mı işaret?
− Hakikaten de etrafta belirgin bir parlaklık var. Muhteşem bir görüntü var. Bu da tabi bir rahmetin sonucu.
Bir süre havuzdaki suya yansıyan renkleri ve suyun üzerinde oynaşan hareketliliği izleyerek:
− Efendim, bir İstanbul ziyaretimizde Adalardan vapurla dönerken denizin üzerinde hat yazısını andıran ve kendini tekrar eden kıvrımlar oluşuyordu. Şimdi bu akşam da havuzdaki su sanki bir zikir hali içinde olduğu izlenimini uyandırıyor. Ne dersiniz?
− Öyle yavrum, her şey, her an zikir halinde.
− Bir Âyette de geçiyor değil mi Efendim, “Her biri kendi zikrini bilir” mealinde. Bu Âyeti nasıl izah ederiz?
− Her varlığın yaratılışı farklı olduğu gibi, zikri de ayrıdır yavrum. Her bir yaratılışın kendine özgü bir zikri vardır.
− Suyun hârelenmesi de onun bu zikrine mi işaret?
− Evet yavrum.
Havuz kenarında uzanan renkli projeksiyonlarla aydınlatılmış çam ağaçlarını işaret ederek:
− Çamların bütün gece boyunca böyle renkli ışıklarla aydınlatılması, sanki onların uhrevî dünyalarını gözönünde bırakıyor gibi. Bundan rahatsız oluyorlar mıdır acaba?
− Oluyorlardır tabi. Onların da kendilerine göre bir mânevi dünyaları var.
Sayın Büyüğümüz akşam çayını yudumluyor. Getirdiğimiz çayın tabağındaki küçük bir su damlasını işaret ederek:
− Bunu değiştir yavrum.
Tabağı diğer bir kuru tabakla değiştiriyoruz. Sayın Büyüğümüz çay tabağı altı olarak bir yurtdışı seyahatinde alınmış bambu tabakları tercih ediyor ve bu tabaklar için çok itina gösteriyor.
− Efendim, siz cam veya metal tabak altlarını kullanmayı sevmiyorsunuz. Çay bardağını bırakırken çok itina ile, yavaşça bırakılmazsa, haliyle cam veya metal altlıktan bir sürtünme sesi çıkıyor ama bu bambunun yumuşak dokusunda olmuyor. Bu durumda çıkan ses, o eşyanın zikrinin rahatsız edilmiş olmasından mı ileri geliyor? Camın zikrini rahatsız etmek daha kolay diyebilir miyiz meselâ?
− Öyle yavrum.
− Bazen insan yanındaki gürültüden çok rahatsız oluyor, meselâ poşet hışırtısı gibi, çok yüksek sesle konuşulması gibi. Bu da insan bedenindeki bütün hücreleri etkiliyor ve rahatsız ediyor anlaşılan?
− Tabi.
− Efendim, başka bir yönden de bambu ile camı iki ayrı karakterde insana benzetebilir miyiz? Biri olaylar karşısında yumuşak tavrıyla sorun çıkarmayan, diğeri ise küçük bir incinmede bile hemen ciyaklamaya başlayan.
− Doğru. Benzetebiliriz.
− Efendim, bir gün dışarıda bir yerde oturuyorduk. Oradaki masalardan birinden kalkan bir hanım sandalyelerden birini çektiğinde, çok rahatsız edici bir ses çıkmıştı. Siz de bunun üzerine, o sandalye şimdi onu bu şekilde çeken o hanıma küfrediyor demiştiniz.
− Evet, hatırladım.
− Efendim, Haluk Nurbaki Hoca da bir kitabında “Aman,” diyor, “yere basarken ayaklarınızın altında bir orkestra salonu olduğunu unutmayın. Yavaş ve yumuşak basmaya gayret edin.” böylece yerdeki taşın, toprağın da zikrini rahatsız etmeyecek azami gayretin gösterilmesi gerektiğine işaret ediyor?
− Yavrum, sâde taş, toprak da değil, her şey, canlı, cansız dediğimiz bütün varlıklar zikir halinde.
− Kur’an-ı Kerim’de de bir Âyette, bazı taşların Allah korkusuyla durdukları yerden yuvarlandıkları anlatılıyor. Biz ise bunu gördüğümüzde, basit bir kayma fiili gibi algılıyoruz.
− Ah yavrum, ah.
− Efendim, Hatice Hanım anlatmıştı. Siz bulaşık yıkarken her çatalı, kaşığı ayrı ayrı bırakırmışsınız, hiçbiri birbirine değmeyecek şekilde. Yani sanki iki insana muamele eder gibi ayrı ayrı ve edeple...
− Yavrum, ben bulaşık yıkarken tabakları, kaşıkları hiçbiri birbirine değmeyecek şekilde ayrı ayrı bırakırım ve incitmeden tek tek durularım. Çünkü onlara çok büyük saygı duyarım. Bazı kadınlar hepsini birlikte sudan geçiriyor.
− Böylece eşya da rahatsız edilmemiş oluyor. Efendim, peki, siz bir de evde çıplak ayakla yere basılmasına müsaade etmiyorsunuz. Niçin?
− Çünkü ayak temizliği çok itina istiyor. Bir evde tuvalet hariç, her yer namaz kılınabilecek kadar temiz olmalı. Çünkü evin her yerinde namaz kılınması çok önemli.
− Bu bütün evde bir nur ve mânevi huzur hali oluşturuyor diye mi?
− Öyle yavrum.
− Efendim, bir eve kedi girdiğinde uyumak için tercih ettiği yer, o evin mânevi havasının veya mânevi duygu yoğunluğunun en iyi yaşanabileceği yer oluyormuş.
Nermin Hanım:
− Bir de evin en temiz yerine oturuyormuş diye duymuştum.
− Ne ilginç.
Sayın Büyüğümüz:
− Ama bunlar eve kedi almak uygun gibi anlaşılmasın.
− Tabi Efendim.
Bu defa tabakta su izi kalmamasına dikkât ederek Sayın Büyüğümüzün çayını yeniliyoruz.
− Efendim, siz çay bardağı üzerinde köpük olmasını da istemiyorsunuz çay içerken, onun sebebi nedir?
− Yavrum, çay benim için estetik bir olay, hatta bir ibadet. Çaydaki sırrı ben hâlâ çözebiImiş değilim. Bu kadar insan gece gündüz çay içiyor, hâlâ bıkmıyor.
− Efendim, çayda da tevhidî bir şey var sanki.
− Öyle yavrum, çayda ilâhi bir sır var. Belki de çay bitkilerin velisi. Bir hikâyeye göre, bir rahibin gözyaşları toprağa düşünce çay filizi şeklinde yeşermiş. Çay buradan dünyaya yayılmış.
Sayın Büyüğümüzle birlikte çayın yanında bir şeyler atıştırıyoruz.
− Efendim, yemek yerken lokmaları küçük tutmanın da mânevi tekâmülde bir önemi var mıdır? Nefsi fazlaya alıştırmamak bakımından...
− Vardır tabi.
− Efendim, siz bir TV sohbetinizde Paris’te rastladığınız bir Fransız kızdan bahsetmiştiniz. Hani pastaneye geliyor, siz de o sırada Rânâ Hanım’la birlikte orada bulunuyormuşsunuz. Bir kremalı pasta sipariş ediyor. Sonra pastasından ince bir dilim kesiyor ve onu ağzında dolaştırarak tabiri caizse tadını çıkararak yemeye başlıyor. Sonra da kalan büyük dilimi paket yaptırıyor. Yani aslında çok fazla yemekle, yemeğin tadını almak aynı şey değil. Çocukları da bu konularda baştan yönlendirmek gerekir diyebilir miyiz?
− Tabi yavrum. Çok yerinde olur.
Bir gün Hz. Ömer (R.A)’a soruyorlar. “Efendim” diyorlar, “bir günde ne kadar yemek yemeli?” Cevap veriyor, “Günde sekiz on lokma yeter.” diyor. O günlerde meselâ insanlar birkaç hurma ile oruç tutuyorlardı. Gandhi, Hindistan’ın eski devlet başkanı, günde sadece bir bardak portakal suyu içiyordu. Hepsi bu kadar.
− Efendim, demek ki bizim kadar yemek yeseymiş adam bütün dünyayı idare edecekmiş.
Sayın Büyüğümüz gülüyor.
− Efendim, hurma da çok ilginç bir bitki. Bir rivayete göre, insan yaratılırken artan hamurdan yaratılmış hurma. O nedenle hurmada insan vücudu için gerekli her madde varmış. Hurma ağacı da insan vücuduyla büyük benzerlikler gösteriyormuş. Meselâ nasıl insanın başı kesilince yaşayamazsa, hurma ağacının da üst kısmı kesilirse ağaç ölüyormuş.
− Evet, içindeki şeker kana en hızlı karışan meyve aynı zamanda.
Balkon camının aralığından giren hava rüzgâr çıktığına işaret ediyor. Soruyoruz:
− Efendim, bir Âyet-i Kerime’de “Biz rüzgârları yağmurların önünde müjdeci olarak gönderdik.” buyruluyor. Bu Âyeti nasıl anlamalıyız acaba?
− Yavrum, bir olay zuhur etmeden önce, onun bazı işaretleri daha önceden ortaya çıkmaya başlar. Bu kastediliyor.
− Efendim, burada rüzgâr aslında insanların biraz çekindiği ve bazen de korktuğu bir şey olduğu halde, burada müjdeci bir işaretten bahsediliyor. Tersine bir işaret oluş örneği ise yok. Demek ki aslında her zuhuratta bir hayır ve bir müjde var.
− Öyle yavrum. Şer olarak algılayan bizim nefsimiz oluyor.