subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Sayın Sabri Tandoğan’la Bir Ramazan Sohbeti - IV

Sayın Büyüğümüz ve çok değerli gönül dostları ile bir iftar sonrası sohbetinden


Çiğdem Hanım:


− Efendim, artık Ramazan-ı Şerif’in son on günlerindeyiz. Bu gecelerden herhangi birisinin Kadir Gecesi olma ihtimali mev­cut. Bu gecelerden hangisinin Kadir Gecesi olduğunu nasıl anlayabiliriz? Bu gecenin alâmetleri nelerdir? Meselâ Münir Derman Hazretleri bu gece hakkındaki bir sohbetinde, Kadir Gecesi’nin bir yıl bu son on günlerin tek gecelerinden birine, diğer yıl ise çift gecelerinden birine denk geldiğini haber veriyor. Meselâ o gece köpeklerin havlamayacağını belirtiyor. Yazısının devamında da, eğer Ramazan geceleri içinde köpek havlaması olmayan bir tek gece olmadı derseniz, o zaman da hayvanlar o geceyi insanlardan gizlemek için böyle davranmışlardır diye izah ederiz diyor. Siz bu konuda ne dersiniz?


Sayın Büyüğümüz:


− Yavrum, biliyorsun bir söz var: Her gördüğünü Hızır, her geceni Kadir bil diye. Biz her gecemizi Kadir gecesi farzetsek ne olur, ne kaybederiz?


Füsun Hanım gözlerini uzakta bir noktaya dikerek, derûni bir sesle mırıldanıyor:


− Belki de bu gecedir, kimbilir…


Biraz sonra, Çiğdem Hanım:


− Efendim, hayvanlar da Kadir Gecesi’nin ne zaman ol­duğunu biliyorlar o zaman.


− Yavrum, siz o kedileri, köpekleri bir şey algılamıyor mu sanıyorsunuz? Gazetede okumuştum, evde köpeğiyle yaşayan yaşlı bir adam şeker komasına giriyor. Evde yerde baygın halde yatarken, köpeği geliyor, adamın ayak başparmağını ısırıp ka­natıyor. Adam da bu sayede şeker komasından kurtuluyor. Ke­diler meselâ rızkın Allah’tan geldiğine inanır ve sahibine fazla yaltaklanmaz. Köpekler ise sahibinden bilir ve bir parça ekmek veren kim olursa peşinden ayrılmaz. Rânâ’ların çocukken evde besledikleri bir kedileri varmış Arap adında. Bir gün evde an­neannesi hamur açarken yaklaşmasın diye kediyi azarlamış. Kedi gidiş o gidiş. Eve bir daha geri gelmemiş. Ev halkını çok özleyince karşı evin damına çıkar, onları oradan seyreder, ne kadar yalvarsalar da aldırmaz, biraz sonra uzaklaşırmış.


Aslında yavrum, biz her durumda sâde hayvanlara değil, eşyaya karşı da çok saygı göstermeliyiz. Onlar da her şeyin farkındalar.


Çiğdem Hanım:


(Bir gönül dostunun işitme ve konuşma engelli kızını kastederek): Efendim, bir gün oturuyorduk. Bana bazı resimler çiziyordu. Bir ara ağabeyi Hüseyin’in yakın bir arkadaşı varmış, onunla Hüseyin’in adını bir kalp resmi çizerek içine yerleştirdi ve sonra bana onların arkadaş olduklarını ve birbirlerini çok sev­diklerini anlatmaya çalıştı. Arkasından da başka bir kalp resmi çizdi, içine önce Allah yazdı, sonra da Sabri Dede yazıp eliyle yukarıyı işaret ederek kapattı. Sonuçta bu çocuk sizden bir tek cümleyi bile duymuş, söylediklerinizi anlayabilmiş değil. Demek ki insan kulakları duymasa, dili söylemese de duyan, işiten birçok kimseden daha fazla farkında olabiliyor birçok şeyin...


− Öyle yavrum.


Füsun Hanım:


− Efendim, Kadir Gecesi’nde ne yapmak lâzım, nasıl de­ğerlendirmek lâzım o geceyi?


− En başından beri hayatının bir muhasebesini yapmalı, aynı hataları tekrarlamamak için ne yapması lâzım, onları ka­rarlaştırmalı.


Sayın Büyüğümüz gelen çay bardağını tabağından alıp ih­timamla bir kâğıt peçete üzerine bırakıyor. Tabaktan çıkacak seslerden rahatsız olmamak için bu şekilde davrandığını tahmin eden Füsun Hanım:


− Efendim, ne kadar hassas davranıyorsunuz bir çay bar­dağına bile?


− Yavrum, ne kaybederiz her şeye karşı çok hassas dav­ransak, oturduğumuz koltuğa, masaya, sandalyeye, çay içti­ğimiz bardağa sevgimizi söylesek, iltifat etsek...


Füsun Hanım:


− Efendim, ben bugüne kadar sizin kadar ince düşünceli bir kimse, hele hele bir erkek hiç tanımadım. Bazen öyle oluyor ki, anlatmak için en yakınlarımızı arayamıyoruz ama sizi rahatlıkla arayabiliyoruz, sıkıntımızı paylaşabiliyoruz. Siz bize en yakın bir akrabamızdan yakınsınız, daha çok sevgi dolusunuz.


− Akraba kimdir yavrum? Senin derdinle Allah rızası için dertlenen, seninle her şeyini paylaşmaya hazır olan kimsedir, gerisinin üstüne kapıyı kapatmak lâzımdır. Öyle akraba vardır ki, onlara yerine göre rest çekmeyi bilmek lâzım. Meselâ iki genç birbirlerini seviyorlar, anlaşıyor, evleniyorlar. Ama araya yakınlar giriyor. Her işe karışmaya kalkıyorlar. İşte o zaman buna da müsaade edilmeyecek.


Bahtışen Hanım anlattı, bir komşusunun oğlu evleniyor. Ka­yınpeder oğluna, çocuk yapmayacaksınız, benim o kızı gözüm tutmadı diyor. Bu nasıl sözdür? Aklı sıra işi böyle böyle bo­şanmaya kadar götürmek. İşte burada o gencin babasına resti çekmesi lâzım. Yoksa bu fazla akraba düşkünlüğü bir yerde şirk oluyor. Herkes haddini bilecek.


Benim düzineyle akrabam var ama Rânâ gibi çağın en büyük velîlerinden bir hanım Hakk’a göçünce başın sağolsun bile demediler. Ben bir sinekten bile medet umdum. İçeri girse, benimle sohbet etse dedim. O derece bir haldeyken ne aradılar, ne de sordular. Ben ne yapayım böyle akrabayı?


Akraba, yerine göre çocuk da, bir insan için olması gere­kenin çok dışında bir yerde kalabiliyor.


Benim akraba anlayışım farklı. Senin zor günlerinde seninle olmayan kimseye akraba denilmez. Akraba Allah rızası için birbirine sevgi, saygı gösteren, birbirinin sıkıntılarını paylaşan­lara denilir. Mevlânâ’nın iki oğlu, biri velî, öbürü eşkiyâ oluyor, Şems Hazretlerini öldürüp kuyuya atıyor. Cenazesine gitmiyor Hz. Mevlânâ.


İşte burada sizler birbirinizin akrabasısınız.


Nuraydın Hanım:


− Efendim, bizi kimse sizin kadar çok sevmedi.


− Yavrum, bizler mezara sadece sevgilerimizi götürebile­ceğiz; ne mal, ne para, ne unvan, ne şu, ne bu...


Garson yeni çayları bırakırken, Füsun Hanım:


− Efendim, nedir çaydaki hikmet, çayı herkes çok seviyor?


− Yavrum, bana göre Allah onu kulları için her türlü an­larında bir sevgili, bir dost, bir arkadaş olması için yaratmıştır. Günde kaç kere çay içsek yine de tamam demiyoruz. Kahve de güzel ama çayın yerini tutmuyor.


Bir gün canı bir şeye sıkılmış bir kimse yanına bir çay alsın, şöyle oturup yudumlasın, üzüntüsü hafifler.


Sayın Büyüğümüz Füsun Hanım’a:


− Bize bir şiir okur musun yavrum?


− Okuyayım Efendim, yeni öğrendiğim bir şiir var:


SARDUNYA


Bir sardunya olmak isterdim şu dünyada,


Kırıldıkça kırıldıkça yeşeren,


Öylesine al al veren,


Bir sardunya…


Bir sardunya olmak isterdim şu dünyada,


Bir avuç toprağım olsun ama benim olsun,


İster bir saksıda olsun, ister dağda olsun,


Yeter ki gönlüm rahat olsun...


Halim Yağcıoğlu


Sayın Büyüğümüz:


− Ne kadar güzel bir şiirmiş. Tekrar oku da çocuklar not et­sinler.


Füsun Hanım:


− Efendim, ben bu şiiri güzel bir sardunya fotoğrafı ile birlikte sınıfıma da astım.


Çiğdem Hanım (Füsun Hanım’ın bu davranışından ve genel itibarla gösterdikleri inceliklerden dolayı):


− Efendim, ne kadar değerli ve güzel öğretmenlerimiz var değil mi? İşte Füsun Hanım, işte Şengül Hanım.


Sayın Büyüğümüz gülümsüyor:


− Öyle yavrum.


Nermin Hanım:


− Efendim, ben de izin verirseniz sizin yazdığınız Ümit şiirini okumak istiyorum:


− Buyur yavrum.


ÜMİT


Bir tek kelime


İki hece


Bizi yaşatan


Ayakta tutan


Çalıştıran, mücadele ettiren


Bazen


Yerden yere çalan


Bazen zaferden zafere koşturan


Ümit...


Işık dolu, renk dolu


Hayal, hayat dolu kelime


Ümit...


Bir tarafta menfaat atmosferi


Ve içindeki insanlar


Gözlerini kaplamış


Gösteriş ve ihtiras


Yalancı ve iğrenç ruhlar


Kötü ve sinsi bakışlar


Öte tarafta


Beşerin ihtiraslarından uzak


Bir dağbaşı


Ve masmavi gökyüzü


Eşya cansız


İnsanlar vefasız


Ama ne çıkar


Ümidimiz var ya...


İnan bana ümit


Sen olmasan yaşanmaz


Sabri Tandoğan


Sayın Büyüğümüz Füsun Hanım’a:


− Bana hediye ettiğin Ataol Behramoğlu’nun şiir kitabına baktım yavrum geçen gün.


− Efendim, kapalı halde almıştım, içini inceleme imkânım olmadı, beğendiniz mi içeriğini?


− Sadece solcu yazarların şiirlerini seçmiş ama entel dantel solcuların, solculuğun fikir çilesini çekmemiş uydurma adam­ların. Şöyle dev gibi bir Nazım Hikmet var. Onun bir tek şiiri yok.


Nazım Rusya’ya gittiğinde, orada ona öyle bir komünizm eğitimi veriyorlar ki. İşte o bu işin çilesini çekmiş bir adam. Öyle bir yermiş ki, “Orada bize 24 saat Marks, 24 saat Engels, 24 saat Lenin okutuldu” diye anlatıyor bir yazısında.


Necip Fazıl’ın hayatındaki ilk şairlik dönemine ait en güzel şiirleri: Kaldırımlar. O bu şiirleri rahat koltuğuna oturup yazmadı. Henüz Abdulhakim Arvasi Hazretleri ile tanışıp hayatındaki tamamen yeni devrin henüz başlamadığı yıllarda Felsefe eğitimi için yurtdışına gidiyor. Ama olmuyor. Gece hayatı başlıyor. Bazı geceler kaldırımlara sızar kalırmış. O “Kaldırımlar” başlıklı şiirleri o şekilde yazıyor. O da bu işin çilesini çekmiş bir adam. İşte şimdi de Ramazan programlarına bakıyorsunuz, adamlar yaşamadıkları şeyleri televizyonlarda anlatmaya kalkıyorlar, ol­muyor.


Füsun Hanım:


− Efendim, Mehmet Âkif merhum da “Çilesi çekilmemiş fikir, sinede yüktür.” diyordu...


Sohbetin devamında Sayın Büyüğümüz Freud’un ortaya at­tığı fikirlerin bozukluğundan bahsederek:


Freud, kitaplarında her şeyi seksle açıklıyor. İşte annesini emen bir bebek cinsel haz duyarmış da, daha neler neler. Bir başka yerde de erkek çocuk babasından nefret eder diye an­latıyor. Çünkü Freud bir ... çocuğu. Annesi o çocukken eve başka bir adam alır, sonra da “Yavrum, bu senin baban” dermiş. O nedenle o da “erkek çocuk babasından nefret eder” diye bir genelleme yapıyor. Ben de vaktiyle okuduğum Freud’un bir kitabında onun bu cümlesinin yanına bir ok çıkmışım ve yanına yazmışım: “Herkes senin gibi ... çocuğu mu?” diye... Tamam, o öyle düşünüyor olabilir ama bize ne bundan?


Sohbetimizin yavaş yavaş sonlarına yaklaşıyoruz, söz Sayın Büyüğümüzün Gönül Sohbetleri kitaplarına geliyor:


Sayın Büyüğümüz:


− Bir kimse aradığı herhangi bir sorunun cevabını benim Gönül Sohbetleri kitaplarımda bulabilir. O kitapların böyle bir hikmeti var.


Nermin Hanım:


− Efendim, ben bazen o kitaplardan sabahleyin bir bölüm açar okurum. O gün karşılaştığım durumlarda o bölüm bana yol gösterir. Adeta o günkü olayların bir açıklaması gibidir.


− Öyle yavrum. O kitapların bir yerinden açın okuyun, sı­kıntınız uçar gider, sorunuzun cevabını bulursunuz.


Şengül Hanım:


− Efendim, ben bir ara oradaki güzel sözleri cümle cümle yazmak istedim. Baktım hepsini yazmam gerekecek.


Nuraydın Hanım:


− Efendim, bence başka bir kitaba gerek yok. Ben artık hep Gönül Sohbetlerini okuyorum, yetiyor bana. Geçenlerde oto­büste gidiyordum, içeride sürekli ağlayan bir çocuk vardı, ne yaptılarsa susturamadılar. Ben de bunun üzerine Gönül Soh­betlerinin bir cildini çantamdan çıkardım, okumaya başladım. Çocuk bir iki dakika içinde kendiliğinden sustu Efendim.


− Yavrum, o kitaplar bütün bir hayatı canlı örneklerle açık­lıyor, sâde lâfta değil. Orada yaşanmamış hiçbir şey yok. Her şey tecrübe edilerek yazılmış ve inşallah göreceksiniz bütün dünya dillerine çevrilecek zamanla ve herkesin başucu kitabı olacak...


Çiğdem Hanım:


− Efendim, bana göre sizin kitaplarınız bugünün Mesnevîsi niteliğinde, siz de bu çağın Mevlânâsısınız. Çünkü Gönül Soh­betlerinde Kur’an’ın ve Hadis-i Şeriflerin günün yaşayışına uy­gun olarak yorumundan başka hiçbir şey yer almıyor.


− Yavrum, Mesnevî’de bazı şeyler hikâyelerle ve remzlerle anlatılıyor. Gönül Sohbetlerinde ise her şey herkesin rahatça anlayabileceği kadar açık ve net. Ve söylediğin gibi hepsi Âyet ve Hadislerin güncel yorumlarından oluşuyor. Ama bilene tabi... Bilmeyene diyecek bir şey yok.


Aynı inancı paylaşarak sohbetimizi tamamlıyoruz.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]