subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Sayın Sabri Tandoğan’ın Sohbetlerinden Notlar - VII

− Efendim, siz bir TV sohbetinizde anlatmıştınız, bir ga­zeteci, bir inekle röportaj yapmaya gidiyor. “Sayın inek,” diyor, “toplumun bireyler üzerindeki baskısı hakkında ne düşünüyor­sunuz?” İnek otladığı yerden başını kaldırıyor, “Bu sorunuzu cevaplamadan önce arkadaşlarla istişare etmem lazım.” Bugün gerçekten de birçok kişi için çevre adeta bir put gibi. Siz bu olaya nasıl bakıyorsunuz?


− Biz gerekirse başkalarını elimizin tersiyle iteceğiz, kimseyi kendi dünyamıza karıştırmayacağız. İnsan bunu yapamadığı takdirde dünyası rezil oluyor.


− Başkalarını tamamen görmezden gelmek, umursamamak mümkün mü?


− Bize sorun çıkaran kimseleri tabi sadece. Mümkün tabi neden olmasın. Biz başkaları için mi yaşayacağız?


Dr. Mehmet Bey bir gün bana sordu, “Ev hayatınızda, aile hayatınızda hiç bocaladığınız, şimdi ben bu durumda ne ya­pacağım dediğiniz hiç olmadı mı?” dedi.


− Güzel soru.


− Evet. Ben de dedim ki hayır. Ben hiçbir konuda tereddütte kalmadım. Ama hiçbir konuda. O konuda Allah ne diyor, Pey­gamber ne yapmış, nasıl davranmış ona baktım. Ben meselâ lisede talebeydim. Bazı hocalarım bana öyle güvenirlerdi ki, çok özel bazı sorunlarında beni öğretmen odasına çağırır, nasıl tavır almalarının daha iyi olacağını sorarlardı. Ben de onlara cevaplar verirdim. Bunu nasıl yapıyordum? Çok şey bildiğim için mi? Hayır. Bakıyordum, o durumda Resulullah Efendimiz nasıl dav­ranırdı, ona göre cevap veriyordum.


− Efendim, peki bir insan böyle her durumda aradığı cevabı Peygamber Efendimizin hayatında bulabilir mi?


− Bulabilir yavrum. Çünkü Peygamber Efendimiz bize örnek olabilecek her konuda birçok şey yaşadı. Sırf bize öyle bir du­rumla karşılaşırsak ne yapmamız gerektiğini göstermek için. Mübârek Hanımı Aişe validemize iftira atılmasına bile tahammül etti, bizlere örnek teşkil edebilmesi için.


− Efendim, o zaman Kur’an-ı Kerim’de bütün hayat olaylarını içine alan açıklamalar vardır diyebilir miyiz? Bazıları şu hususta bir açıklama yok demeye kalksalar bile?


− Evet yavrum vardır. Zaten Peygamber Efendimiz de kar­şılaştığı olaylar karşısında nasıl tavır alması gerektiğini Kur’an’a bakarak belirliyordu. Aişe Validemize O’nun vefatından sonra sordular, “Resulullah’ın ahlâkı nasıldı?” dediler. O da çok kısa ve öz olarak “O’nun ahlâkı, Kur’an ahlâkıydı.” dedi.


− Efendim, eski bir Arap kabilesi hakkında okumuştum. Biz diyorlar, çölde yolumuzu kaybetsek, hangi yöne gitmemiz ge­rektiğini bile Kur’an’a bakarak tayin ederdik.”


− Evet yavrum. Çok doğru bir tespit. Kur’an’ın içine aslında bütün bir hayat yerleştirilmiştir. Kur’an en büyük bir mucizedir. Tabi görebilene.


***


Sayın Büyüğümüz:


- Bugün Türkiye’de kadın olmak çok zor. Yine az da olsa iyi hanımlara rastlamak mümkün ama kendini iyi yetiştirmiş, aile­sinde şımartılmadan büyütülmüş erkekler yok denecek kadar az. İyi ki kadın olmamışım Türkiye’de.


− Peki bu diğer ülkelerde farklı mı, niye bizim ülkemiz için özellikle vurguladınız?


− Farklı tabi. Çünkü bizde erkek çocuk hep pohpohlanıyor. İşte oğlum oldu diye göklere çıkarılıyor. Kız çocuğu doğurdu diye karısını boşamaya kalkan adamların sayısı hiç de az değil.


− Efendim, TV program yapımcısı, sunucu İkbal Gürpınar Hanım’ın ilk eşi de böyle bir adammış. “Hamileydim,” diyor, “Eğer,” demiş kocası, “kız çocuk doğurursan kendini kapının önünde bil.” “Doğum biter bitmez heyecanla hemşireye sordum, kız mı, erkek mi? Erkek deyince heyecandan bayılmışım.” diye anlatıyor bir kitabında. Gerçi adamdan sonra kendisi boşan­mış...


− E işte. Böyle çok örnek var. Ne diyelim.


Geçenlerde bir adam aradı. Karısı devamlı bayılıyormuş. Psikoloğa götüreyim mi diye sordu. Dedim ki “Yavrum psikoloğa götürmeden önce eşine çok büyük bir sevgi, saygı göster.” “Ben” dedi, “işten çıktım, şimdi bu yorgun halde ona nasıl ilgi göstereceğim? Biz erkeklerin de ilgi beklemeye hakları yok mu, hep kadınlar mı ilgi bekleyecek.”


Şengül Hanım:


− Efendim, işyerinde bir arkadaş öğretmenler odasında sohbet ederken, “Hanımlar için çok hassas diyorlar, ince ruhlu diyorlar ama öyle çok tanınmış, isim yapmış hanım edebi­yatçılar, ressamlar da göremiyoruz. Bu bende bir çelişki uyan­dırıyor.” dedi. Ben ona verecek bir cevap bulamadım. Siz ne dersiniz bu konuda?


− Yavrum, hanımlara o fırsat verilmiyor ki. Verilse bunu çok iyi yaparlar. Ama nerede…


− Efendim, meselâ İdil Biret Hanım’ın ben öyle rastgele bir ailenin çocuğu olduğunu sanmıyorum. Mutlaka o işe çok değer veren bir aile tarafından teşvik edilmiştir. Bugün bir kız ço­cuğuna bu yönde bir yönlendirme yapılsa, maddî hesaplar, hayatını kazanabilir mi endişesi olmasa, pekâlâ o da zamanla büyük bir ressam, ünlü bir müzisyen olabilir, değil mi?


− Öyle yavrum. İdil Biret beş yaşındayken ailesi tarafından piyano dersleri almaya teşvik edildi. Bütün bir gençliğini günde sekiz saat piyano çalışmaya verdi. Hafta tatili demedi. Yılbaşı demedi. Doğum günü demedi. Her Allah’ın günü sekiz saat çalıştı. Ve yalnız Türkiye’nin değil, bütün dünyanın önde gelen bir piyanisti oldu.


***


Sayın Büyüğümüze soruyoruz:


− Efendim, bugün bazı evliliklerde kadın eşini beğenmiyor, küçümsüyor. Böyle bir evlilik için ne düşünürsünüz?


− O zaman erkek gece gündüz aşkla kendini yetiştirecek, okuyacak, tefekkür edecek. Bazı erkeklerin de bu işine geliyor, nasıl olsa hanım her şeyi düşünüyor diyorlar, evin reisi o olsun, ne çıkar diyorlar. O zaman kadın da adama hükmetmeye baş­lıyor. Yani çoğu erkek de bu durumda kendimi yetiştireyim diye bir çaba göstermiyor.


Böyle bir durumda kadının doğru tavır belirlemesi lâzım. Ya eşiyle aralarındaki ilişki devam edecekse onu adam gibi gö­türmeli ya da işi uzatmamalı. Ama bugün birçok evliliklerde bir güzel anlaşma ortamı kurulmadan beraberlikler sürdürülüyor. Bu olmaz. Ya adam gibi sürdürmeli ya da işi fazla uzatmamalı.


Hz. Hatice Annemiz olmasaydı İslâmiyet bugünlere gele­mezdi. Vahiy aynı şekilde gelmeye devam etmezdi. Oku! emri geldiği zaman Peygamber Efendimizin yüzü korkudan bem­beyaz olmuştu, titriyordu. Hemen geldi “Ya Hatice beni ört. Ben üşüyorum.” buyurdu. O da O’nu bir anne şefkâtiyle yatırdı, üzerini örttü. Sonra sakinleştiği zaman O’nun Hak Peygamber olduğunu ve müsaade ederse elini öpmek ve O’na ilk inanan kimse olmak istediğini söyledi.


− Efendim, bu durumda vahyin gelişi niçin etkilenirdi?


− Çünkü yavrum, her erkeğin şefkâte ihtiyacı vardır. Bu bütün erkekler için geçerli. Şair Cahit Sıtkı Tarancı bir şiirinde:


“Yarin olmuşu, ermişi


Şefkâtte anneye değer”


der. Bir kadın, erkeğin bu ihtiyacını bilecek ve ona göre dav­ranacak. Orada da, o çok kritik anlarda da Peygamber Efen­dimizin duruma adapte olabilmesi için bu şefkâte ve desteğe ihtiyacı vardı. Bu olmasa vahyin gelişi kesintiye uğrayabilirdi. Bu, insanlığın bir imtihan ânıydı. Hz. Hatice Annemizin o üstün davranışı sayesinde başarıldı.


Kadınlık sanatı o kadar zor ki, sâde hanımefendi olmak, temiz, düzenli, titiz olmak yetmiyor. Kadınlık sanatında bir parça da erkek ruhuna hitap edebilmek, onu bakışlarıyla, sözleriyle, davranışlarıyla heyecanlandıracak kabiliyette olmak vardır. Pek çok kadın bugün bunu bilmiyor. Onlara saçını süpürge ede­ceksin denilmiş. Niye öyle olsun? Niye saçlar süpürge olsun? Kadın saçlarına öyle baksın ki, adam o saçları öpüp okşamak için heyecan duysun. Oysa kadın diyor ki, ben bu kadar çalı­şıyorum, yoruluyorum, eşim beni takdir eder, daha ne yapayım. Ama öyle olmuyor. Adam, eşinden kendini heyecanlandıracak davranışlar da bekliyor.


Yani iş sâde ev işlerini yapmakla, temiz, titiz olmakla bit­miyor. Adam akşam eve geliyor. Gündüz birçok kadınlar gör­müş. Belki onların bazıları adama işve yapmış, ilgi göstermiş. Kimisi kıyafetiyle, kimisi dekoltesiyle, kimisi özel olarak o adama gösterdiği heyecanlandırıcı tavırlarıyla onu etkilemiş. Adam eve geliyor, ister istemez gündüz gördüğü kadınlarla kıyaslıyor.


Bu durum aslında iki taraf için de aynen geçerli. Sadece erkeğin beklentileri diye bir şey yok. Ermenek’te “Bir erkek eve geldiği zaman öyle aşk dolu, heyecan dolu, istek dolu, espri dolu olmalı ki, duvardaki duran saat bile çalışmaya başlamalı.” derler. Erkek de tavırlarıyla, sözleriyle, dokunuşlarıyla kadına yepyeni bir hava getirecek. Erkek ona derler. Bana göre adam gibi erkeklerin, kadın gibi kadınların sayıları çok az.


− Mânevi yönü daha baskın olan bir beraberlikte, beklentiler de daha farklı olabilir mi?


− O zaman bir diyalog kurulur aralarında zaten. Aynı gü­zellikleri yaşamak, aynı mânevi duyguları paylaşmak, yerine göre bir kitabı oturup birlikte okumak bile, bir erkekle kadını birbirine yaklaştırabilir. Mâneviyat ön plâna geçince, haliyle cin­sellik ikinci, üçüncü, dördüncü plâna iniyor. Bu kendiliğinden olan bir şey. Aralarında öyle başka güzellikler yaşanıyor ki, cinselliğe sıra ancak çok sonra geliyor, hatta yerine göre akıl­larına bile gelmiyor. Lokantada ana yemekten önce peynir ve lavaş getiriliyor. Bunlarla karnı doyurmak listede onca çeşit ye­mek varken aptallık olmaz mı? Ben cinselliğe düşkün insanların içinde mâneviyata da düşkün bir kimse görmedim. Onların inançları lâfta oluyor. Gerçek mâneviyatta cinselliğin önemi kendiliğinden azalıyor. Meselâ limon suyu içiyorsun, biraz sonra tansiyonun düşüyor. Mâneviyatta da bu böyle. Bir kadın, bir erkek samimi olarak mâneviyata bağlıysa, o yolda samimi olarak ilerlemek istiyorsa, cinselliğin önemi kendiliğinden aza­lıyor.


Ama kadın da, erkek de isterse eşini yetiştirebilir. Ona beraber mânevi bir toplantıya katılmayı, birlikte bir kitap okuyup üzerinde konuşmayı önerebilir. Onu farklı mânevi konulara yönlendirebilir. Hayat mücadelesi denince insanların aklına yal­nız ekmek parası kazanmak geliyor. Ama onunla iş bitmiyor ki. Asıl mücadele ondan sonra başlıyor: İnsanlık mücadelesi. On­dan sonra kocanı, karını küçük gör, hakir gör, o ne bilir ki de. Olmaz ki... Eğer o hayat beraber yaşanacaksa ve karşı taraf bazı şeyleri bilmiyorsa, bir taraf öbür tarafı mânen yetiştirecek, besleyecek. Bir kadın, bir erkek gerçekten yetişmiş olsa, karşı tarafı da eğer istidadı varsa -bu çok önemli- en güzel şekilde yetiştirebilir. Hayatın kanunu böyle yavrum.


− Bu ilâhi bir görev olarak bir tarafa verilmiş de olabilir, değil mi?


− Öyle yavrum. Kur’an-ı Kerim’de “Kadın ve erkek birbir­lerinin velisidirler.” buyruluyor. Veli demek, koruyan, gözeten, yetiştiren demek. Sen o adamı yetiştirmek için ne yaptın, sen hanımını yetiştirmek için ne yaptın? Meselâ Azize Anne evli­liğinde eşinin hem hanımı idi, hem hocasıydı, hem de sevgi­lisiydi. Ama en güzel bir şekilde, karşılıklı bir sevgi, saygı içinde.


− Adamın da istidadı varmış değil mi?


− Evet, nur içinde yatsın, Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerine olsun, çok tatlı, çok efendi, kibar, güzel bir in­sandı Celal Bey. Ben çok severdim.


− Kadınların bazı durumlarda kendisine yol göstermesini, bazı erkekler onur kırıcı olarak algılayabilir mi?


− Ne münasebet. Katiyen öyle bir şey yok. Yerine göre kadın, yerine göre erkek karşı tarafa yardımcı olacak. Kadın­lıktan, erkeklikten evvel insanlık vardır. Madem biz insan olmak istiyoruz, bu görevi daha önceki yaşantısına göre, ya da tec­rübesine göre, ya kadın yapar, ya erkek yapar. Ama karşı taraf da işlenmeye müsait olacak.


− İki taraf da böyle böyle bir süre sonra aynı güzellikleri görür ve yaşar diyebilir miyiz?


− Eğer karşı tarafta alıcı bir cihaz varsa bu mümkün. Ama bu şartla, muhakkak karşı tarafın istidadı olacak. Her ağaçtan mobilya olmaz çünkü. Meselâ gül ağacı çok ustaca üretilen sanat eseri gibi mobilyaların ortaya çıkmasına müsait, ama bazı ağaçlardan sadece kereste oluyor, odun oluyor.


***


Dün akşamki Beşiktaş-Porto maçını izliyor Sayın Büyüğü­müz:


İlk yarı başlıyor:


− Ne dersiniz Efendim, Beşiktaş bu maçı alabilir mi?


− Ben baştan bir galibiyet beklemiyorum. Çünkü ben ta­kımlar sahaya çıkarken futbolcuların gözlerine bakar, hangi ta­kımın galip geleceğini o gözlerin ifadesinden anlarım.


Maçın başlamasından çok kısa bir süre sonra Beşiktaş gole çok yaklaştığı bir fırsatı değerlendiremiyor. Maç boyunca ise taraftarlarının büyük tezahüratları var ama bu tezahüratlar bazen aynı tarzda devam ederek motive etmekten çok oyunu monotonlaştırıyormuş izlenimi veriyor.


Soruyoruz:


− Efendim, seyircinin ve yaptığı tezahüratın bir maçın sonucuna belirgin bir etkisi var mıdır?


− Yavrum, her insan gibi futbolcunun da ilgiye, sevgiye, teşvike ihtiyacı vardır. Seyirci bir psikolog gibi olmalı. Takımın yorulduğu, maçı bırakır gibi olduğu anlarda tezahüratıyla onlara bir aşk, bir heyecan vermeli. Fakat bizde ne oluyor, maçın başından sonuna kadar aptalca bir uğultu, bir gürültü. O zaman bu tezahürat olmuyor. Sadece burada olduğu gibi kuru gürültü oluyor.


− Efendim, Temel bir maçta seyircileri yönlendiriyormuş. Eğer demiş, sağ elimi kaldırırsam “Haydi bastır” diye tezahürat yapın, sol elimi kaldırırsam bu defa “Yuh” diye bağırın. Her iki elim birden havada ise sessizlik!


Birazdan maç başlamış, Temel sağ elini kaldırmış. Taraf­tarlar hep bir ağızdan başlamışlar: “Haydi bastır.” Biraz sonra Temel sol elini kaldırınca taraftar yüklenmiş: “Yuuhhh”. Biraz daha geçince Temel iki elini birden kaldırmış, taraftarlar baş­lamışlar bağırmaya “Sessizlik, Sessizlik, Sessizlik, ...”


Sayın Büyüğümüz gülüyor.


− Efendim, peki antrenörün rolü için neler söylersiniz? Nasıl olmalı iyi bir antrenör?


− Antrenör takımda her şeyden önce bir sevgi, bir dostluk yaratacak. Bu şekilde futbolcular birbirlerini sevecek, birbirlerine yardımcı olacaklar. Bir futbolcunun özel hayatında bazı sorun­ları olsa bile antrenöre duygularını açacak, o da yaşına göre bir ağabey gibi, bir baba gibi onun ıstıraplarını paylaşacak.


Eski kayıtlardan banttan defalarca rakip takımın maçlarını izleyecek, sporcularına izlettirecek, takıma ona göre bir taktik, düzen verecek. Dikkât ettim, Porto’ya antrenörleri öyle bir taktik vermiş ki, takım gayet rahat oynuyor. Futbol bana göre ayak oyunundan çok kafa oyunu: Dikkât et, kaleci golü önlerken bile tebessüm ediyor, bu kafa işi tabi. Adamlar sakin başladılar, sakin götürüyorlar.


Bir müddet sonra Beşiktaş kalesi havalanıyor ve durum 0-1 oluyor.


Sayın Büyüğümüz:


− Porto’nun attığı goldeki aynı fırsatlar bizimkilerin eline geçseydi, yine atamazlardı. Çünkü bizim futbolcular kale önüne gelince ne yapacaklarını bilemiyorlar.


İlk yarı biterken Beşiktaş’ın kaçırdığı çok önemli üç fırsata işaret eden Güzin Hanım:


− Babacığım, eğer Beşiktaş o fırsatları iyi değerlendirebil­seydi durum şimdi 3-1 olurdu.


Sayın Büyüğümüz gülüyor.


− Teyzemin de sakalı olsa dayım olurdu. Ben 0-1’e razıyım. İnşallah ikinci yarıda daha fazla gol yemez çocuklar.


(Maç 1-3 Porto takımı lehine sonuçlanıyor daha sonra)

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]