subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Hayatımızın Renksizliği

Yolda yürürken, alışveriş ederken, bir devlet dairesine, bir ticarî kuruluşa gittiğinizde, bilmem dikkat ediyor musunuz? Her yerde görülen manzara aynı. Aynı tatsız, tuzsuz, yorgun, ezgin, sıkıntılı, bunalımlı insan manzaraları... Hele bir soru sormaya görün... İstediğiniz kadar nazik, kibar, zarif olmaya uğraşın; sesinize istediğiniz kadar bir tatlılık, bir yumuşaklık vermeye çalışın. Sonuç hep aynı. Sert, katı, buz gibi soğuk bir yüz ve madenî bir ses tonu içinde yüzünüze tokat gibi inen birkaç kelime. Böyle durumlarla karşılaşınca hep Âkif’in “nazarlardan taşan mânâ ibâdullahı istihkar” mısrasını hatırlarım.


Yarabbi, nedir bu durum? İnsanlık günümüzde kendi özün­den, gerçek benliğinden, varoluşunun nedenlerinden en uzak günlerini yaşıyor. Öyle yüzsüzlük ki her yerde… birbirimize hitap bile sevgiden, içtenlikten ne kadar uzak. Bir mağazaya, bir ticarethaneye giriyorsunuz, pek az istisnası ile aynı soğuk, aynı dondurucu bakışlar karşısında ürperiyorsunuz. Oysa siz oraya, mal alıp, kâr bırakmaya gitmişsiniz. Bu adamların çoğunun mâbudu para değil midir? Ama onlar bunun farkındalar mı? Devlet dairesinde, hastahanede, postahanede, pastahanede durum değişmiyor. Herkes kış gelince hava kirIiliğinden bah­seder. Asıl ruhları kirleten, insanı yaşadığına pişman eden bu durumun kimse muhasebesini yapmıyor. Oysa insanoğlunun asıl muhtaç olduğu şey, bir parçacık sevgi, yakınlık, dostluk, kardeşlik değil mi? Büyük şairimizin, “Bıçak soksan gölgeme, / Sıcacık kanım damlar / Gir de bak ülkeme / Başsız başsız adamlar / Ağlayın su yükselsin / Belki kurtulur gemi / Anne seccaden gelsin bize dua et emi!” mısralarını düşünüyorum. Daha dün denecek kadar yakın bir geçmişte, bütün yok­sulluklara, mahrumiyetlere karşılık tertemiz bir dünyamız vardı. Sıcacık, renkli, pırıl pırıl... Sevgi ile, saygı ile, o içtenlikle zarafet, incelik ve güzel duygularla örülmüş bir dünya.


Benim çocukluğumda, çevremdeki ailelerin hiçbirinde buz­dolabı, çamaşır makinesi, televizyon, oda takımı vs. yoktu. Ama alabildiğine bir sevgi vardı; yapmacıksız, sıcak, tertemiz. Ma­hallemizde herkes birbirini sever, sayardı. Birbiri için içi titrerdi. Mutluluklar gibi acılar, sıkıntılar da beraber paylaşılırdı. Bir komşumuz evinde helva kavursa biraz sonra kapı çalınır; elinde minicik bir tabakla, sanki size helva değil, gönlünün en temiz, en sıcak, en asil duygularını ikram ederdi. “Kusura bakmayın komşu, pek az ama kokusu gelmiştir diye getirdim” derken, sanki helva ile beraber yüreğini de verirdi bize. Allah’ım, o ne güzel, ne ürpertici bir andı. Tıpkı Dağlarca’nın mısrasındaki gibi “Ve bir an yaşıyorum bütün bir ömre bedel.” O minicik tabakta gelen helva, bir simge olurdu sizin için. Sevginin, dostluğun, kardeşIiğin bütün iyi ve güzel şeylerin. O an hayatta yalnız olmadığınızı, sizi düşünenler olduğunu, sizin mutlulu­ğunuz için yüreği çarpan insanlar olduğunu görür, mutlu olur­dunuz. Sizin mutluluğunuz kadar, gözyaşlarınızı da paylaşacak insanların var olduğunu düşünmek, sımsıcak duygularla sizi hayata bağlardı. İkinci Cihan Harbi’nin acılı günlerini yaşı­yorduk. Yemeklerimiz hava gazında, tüp gazda değil, maltızda pişerdi. Ama her şeye rağmen mutluyduk, birbirimize bağlı idik.


Mahallemizin en yoksulu Börekçi Hafız Ağa idi. Bir göz evde otururlardı. Hafız Ağa’nın hakiki tereyağı ile mis gibi yaptığı börekler, hemen satılırdı. Hafız Ağa nur yüzlü, tertemiz, efen­diler efendisi bir mübârek insandı, Öğleye kadar malını satar bitirir, öğleden sonra namaz kılar, Kur’an okurdu. Camiye gelip giderken, hayranlıkla bakardım Hafız Ağa’ya. İçimi ürperti ile karışık gizli bir sevinç doldurur, onun mübârek şahsında hayatın gizli ve aşikâr bütün gerçeklerini görür gibi olurdum. Nur içinde yatsın, Allah’ın rahmeti üzerinde olsun. Bu satırları yazarken düşündüm de; o özde, o kıvamda insanlara toplumun en üst düzeyindeki insanların arasında bile rastlamak ne kadar zor.


Peki; bütün yoksulluklarına, bütün mahrumiyetlerine rağ­men, bu insanları mânen ve maddeten tertemiz yaşatan ne idi? Nasıl oluyor da onlar, hayatın bütün acılıklarını, bütün boyutları ile yaşamalarına rağmen efendi kalabiliyorlardı? Dürüst, müşfik, merhametli, saygılı ve edepli olabiliyorlardı? Sakın ha; onlar o devrin insanları idi, artık o devir bitti, hikâye oldu diye, çığırtkan bir işportacı ağzı ile sözümü kesmeyin. Böyle düşünenlere sözüm yok benim. Zaman hep aynı zaman; insan hep aynı insan. Ama bizden bir şeyler uzaklaştı. Bir şeylerimizi kaybettik. Onlar çaldılar veya biz çaldırdık. Her ne ise, yemeğin tadını getiren tuzdur. Ama tuz tadını kaybetmişse ne olacak? Şimdi bakışlarınızı yaşadığınız çevreye ve o çevrenin insanlarına tamamen objektif olarak çevirin. Bir bilim adamı gözü ile bakın. Bir sosyolog gibi, bir psikolog gibi. Sorunlara yaygaracı insanlar ağzı ile yüzeyden bakarak çözümler getirmek; işi, bir partinin, bir şahsın, bir yayın organının, bir hükümet programının sonucu olarak göstermek, meseleyi büsbütün karıştırmaktan başka ne sonuç verir? Nasıl bir hastanın iyileşmesi için önce sağlam bir teşhis koyup, en kesin yoldan tedavisi cihetine gitmek gerekirse, burada da durum değişmez. İnsanı insan yapan, onu büyütüp yücelten kafasının içindeki düşüncelerdir. Tıpkı bir arabanın içindeki şoför tarafından yürütülebilmesi gibi. İnsan davranış­larında gördüğümüz sakatlıkların, sapıklıkların, çarpıklıkların asıl sebebi, onların gerisindeki yanlış ve sakat düşüncelerdir.


Kafasının içindeki tek düşüncesi para, daha çok para, daha çok mal, daha büyük mevki olan insanlardan; toplum içinde güzel, temiz, asil davranışlar beklemek safdillik olmaz mı? Bir kaç istisna dışında toplumumuzda yaşayan insanlara dur durak bilmeden, yıkılan bir bendin gerisindeki sular gibi; radyolardan, gazetelerden, televizyon ve videolardan akıtılan, aşılanan bir zehirli şırınga gibi zerkedilen; hep bu soysuz, bu alçak, bu rezil fikirler ve düşünceler değil midir? Küçücük yaştan itibaren, ne pahasına olursa olsun köşeyi dönmek, çok zengin olmak, koltuk kapmak fikri, hayatın tek amacı, yaşamanın biricik gerçeği ola­rak aşılanmıyor mu?


Ve böyle yapıp da köşeyi dönen insanlar topluma modern çağın ilâhları gibi gösterilmiyor mu? Her gün radyolardan, te­levizyonlardan, sinemalardan, tiyatrolardan, gazetelerden, der­gilerden, videolardan akıtılan zehirlere karşı göstereceği tek direnci; düşünceleri, inançları ve kendine has yaşama üslûbu olan insanlar, bu desteklerini de kaybedince neye sarılabilirler? Bu kanallardan gelen pisliğe nasıl karşı koyabilirler? O halde önemli olan, kendi düşünce yapımıza, kendi inancımıza, kendi yaşama üslûbumuza sahip çıkmak değil midir?


Bugün inanan insanlar, tarihte eşi görülmemiş bir savaşın içindeler. Bir taraf, çağın kendisine getirdiği bütün modern araç ve gereçlerle çılgınlar gibi saldırırken; öbür tarafın da son derece akıllı, misli görülmemiş ince taktiklerle karşı koyması, vazgeçilmez bir durum olarak çıkmaktadır. Tarih de şahittir ki; sonuçta zafer daima inananların olacaktır.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]