subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Yaşanmamış Bilgiler Bir Yükten Başka Nedir?

Doktor Ferah Hanım anlattı, olay Konya’da geçiyor. Bir zat evleniyor, bir kız çocuğu oluyor. Bir gün okul arkadaşları o zatı ziyarete gidiyorlar. Misafirlerden birinin dikkatini çekiyor; ev sahibi büyük bir edep ve saygı içinde dizlerinin üzerine oturmuş konuşmaları dinliyor, kolay kolay hafızalardan silinmeyecek bir dikkat ve huşû içinde... O misafir dayanamıyor soruyor; kar­deşim diyor, biz seninle okul arkadaşıyız, neden rahat otur­muyorsun, aramızda ayrı gayrı mı var? Üzme kendini, gönlünü rahat tut. Cevap beni ürpertti. O şahsa karşı büyük bir saygı duydum, adresini bilsem Konya’ya gidip, o şahsa saygılarımı sunup, takdir hislerimi bildirip, ellerinden öpmek isterim. Efen­dim diyor cevabında, iki yıl önce kızım doğduğu gün Allah’ıma söz verdim. Ben dedim, kızımın ince, zarif, saygılı bir insan olmasını istiyorum. O halde o güzellikleri önce ben kazan­malıyım, duygularımda, düşüncelerimde, davranışlarımda dü­rüst, temiz ve asil olmalıyım ki kızım da beni örnek alsın, o da benim gibi olsun. Doğduğu günden itibaren edep dışı sözlerden, düşüncelerden, davranışlardan özellikle sakındım. Yaşadığım sürece de son nefesime kadar böyle olmak istiyorum. Top­lumlarda güzel insanlar ancak güzel örnekler görerek, onlara bakarak gelişebilirler.


Belki içinizde bazıları, ilâhi Sabri Bey, bunlar normal dav­ranışlar, olayı büyütecek ne var, diyebilir. Bir açıdan öyle ama içinde yaşadığımız toplumda söylediklerini günlük hayatında yaşayanlar, uygulayanlar o kadar az ki, ben o insanları gör­dükçe, kim ne derse desin büyük sevgi, saygı ve hayranlık duyuyorum. Yıllardır verdiğim konferanslarda, katıldığım sohbet toplantılarında ısrarla tekrarladığım bir fikir var. Resûlullah Efendimizin Hadis-i Şerifleri öyle büyük, öyle güzel, öyle muh­teşem sözler ki, onları öğrenip yaşayanların, günlük hayatında uygulayanların dünyasında inanılmaz değişiklikler olur, artık hayat daha güzel, daha renkli, daha ışıkla doludur. Bir tek “ya hayır söyle yahut sus” hadisini aile hayatında, iş hayatında ve sosyal ilişkilerinde bütün nüanslarıyla uygulayanlar velâyet makamına ulaşırlar... Günümüzde ne kadar çok kullanılıyor, ben onu bilirim bunu bilirim, falanca kitapları okudum, filânca okulları bitirdim. İyi ama güzel kardeşim sen okuduklarını, öğrendiklerini günlük hayatında yaşayamazsan, ne kıymeti kalır onların. Asır­larca önce büyük Yunus ne güzel söylemiş:


İlim ilim demektir


İlim kendin bilmektir


Sen kendini bilmezsin


Ya nice okumaktır.


Sadece ama sadece okumakla, işitmekle, görmekle, öğ­renmekle her şeyin bittiğini sananlar nasıl büyük bir aldanış içindeler bir bilseler... Bir bilseler ki buzdolabında duran ye­meğin bize hiçbir faydası olamaz. Onları alıp yemedikçe, haz­metmedikçe kime ne faydası olabilir, kendimizi ne güzel al­datıyoruz. Fikret, “İnan Haluk ezelî bir şifadır aldanmak” diyordu. Herhalde aldanışların en kötüsü de insanın kendi ken­dini aldatması olmalı. Geçenlerde bir dost anlattı; televizyonda bir program izliyormuş, ekrandaki şahıs bir büyükelçinin hanımı. Pek fiyakalı afralı tafralı bir üslûpla; ben demiş, eşimin görevi nedeniyle birçok Avrupa ülkesinde bulundum, yüzlerce yemek öğrendim. Herhalde bu konuda benim kadar bilgisi olan yoktur demiş, onun üzerine röportajı yapan genç kız sormuş; efendim demiş, makarna nasıl yapılır? Büyükelçinin hanımı şaşırmış, bocalamış, kızarıp bozarmış, şey yani demiş, ben büyükelçi eşiyim, rezidansta işleri hizmetkârlar görür, yemekleri de onlar yapar. Ben hayatımda hiç mutfağa girmedim ki. Röportajı yapan genç kız alaylı bir şekilde gülümsemiş, belli oluyor efendim demiş. Orada burada atıp tutanlar, saçıp savuranlar, mangalda kül bırakmayanlar, böyle bir soru karşısında kalsalar acaba ne derlerdi? Gençlik yıllarımızda çok tutulan bir şiir vardı, Zafer Hüsnü Taran’ın “Harp Poemi” şiiri. Son mısraı şöyle bitiyordu. Yıllarca dilimden düşmedi, hep düşündüm. “İşte biz böyle ya­şadık kardeşim, sizden ne haber?” Önemli olan bu soruya cevap verebilmek. Karıncaya sormuşlar, nereye gidiyorsun de­mişler. Kâbe’ye demiş. Yahu demişler bu vücutla, bu ayakla nasıl Kâbe’ye varabilirsin? Karınca cevap vermiş. Ben de bili­yorum demiş varamayacağımı, ama ölürsem o yolda öleceğim, sizden ne haber? Siz ne yapıyorsunuz? Soruyu soranlar cevap verememişler, utançla başlarını öne eğmişler. Bütün mesele yaşadığımız sürece iyinin, güzelin, doğrunun yanında olmak. Bir karınca adımı ile de olsa o yolda yürümek.


Hayata, topluma, insanlara veryansın etmek kolay ama ya bir gün bize sorarlarsa; iyi ama kardeşim dediklerin doğru, tamam da sen ne yaptın? Minicik de olsa bir güzelliği yaşadın mı? Bir açı doyurdun mu, bir fakiri giydirdin mi, bir gariban çocuğu okuttun mu, bir hastayı tedavi ettirdin mi? Hiç ziyaretçisi olmayan, aylarca hastanede yatan bir hastayı ziyaret ettin mi? Bir fakir kızın çeyizine yardımcı oldun mu? Gecenin ilerlemiş bir saatinde ıstırap çeken hastalar için dua ettin mi? Bu sorular uzar gider, önemli olan küçücük de olsa, minicik de olsa bir hayrı işlemek, bir güzelliği insanlara götürmek. Tebessüm et­menin de, sadaka vermek kadar önemli olduğunu bildiren bir inancın insanlarıyız. Elimizden tutan mı var? Yaşadığımız sü­rece neden biz de Allah rızası için yapılan iyiliklerin, işlenen güzelliklerin peşinde olmayalım? Bazen önemsiz görünen, basit görünen bir iyilik, bir hayır, bir yardım, bir insanın dünyada ve âhirette cenneti bulmasına yardımcı olabilir. O halde ne bek­liyoruz?

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]