subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XII                                                                    Sabri Tandoğan

 

Sayın Sabri Tandoğan’la Bir Ramazan Sohbeti - III

Bir iftar yemeği sonrası:


Rıza Bey:


− Efendim, edeben sormaya cesaret edemiyorum bir süre­dir, isterseniz cevaplamayabilirsiniz ama Münir Derman Hz.’nde bulduğunuz şey neydi diğer mânevi büyüklere göre?


− Yavrum, Münir Bey hem maddî, hem de mânevi ilimIerde kendini yetiştirmiş bir kimseydi. Ben istiyordum ki, öyle bir insanla tanışayım ki, hem madde, hem mânâyı birbirinden ayırmadan en zirve haliyle yaşıyor olsun. Kısacası aradığım tevhiddi. Tevhidi ama gerçek mânâsıyla yaşayan bir kimse idi Münir Bey.


 


Rıza Bey:


− Tanıdığınız diğer Hak dostları?


− Onlarda daha ziyade mânâ yönü ağır basıyordu. Hepsi de daha ziyade gönül insanları idi.


İslâmiyet’te madde ile mânânın birbirinden ayrılması 18. yy’a dayanıyor. İbrahim Hakkı Hz. 18. yy’da kaleme aldığı Mari­fetname adlı eserinde “İslâm toplumunun gidişi beni düşün­dürüyor. Medreselerde ilim tahsili sadece mânevi ilimIere yö­nelik oldu. Cebir, astronomi, kimya, felsefe artık okutulmuyor. Bu çok tehlikeli bir hâl.” diyordu ve Marifetname adlı eserini bunun üzerine kaleme almaya karar vermişti. Sadece mânevi ilimlerle bu iş bitmiyor. İşte bugün İslâm dünyasının hali ortada. Adam patriot füzesiyle saldırıyor, Filistinli taşla karşılık veriyor.


Neşe Hanım:


− Efendim, İran’ın silahlanma faaliyetlerini haklı bulmak lâzım değil mi?


− Yavrum şu anda bir tek yürekli Müslüman var, o da Ahmedi Necat. Adam meydan okuyor dünyaya. Tabi ki kendini savunmak için silahlanacak.


Sayın Büyüğümüz Münir Bey’le ilgili sohbetimize geri dö­nerek:


− Tevhidi yaşamak çok önemli yavrum. Ben Münir Bey’de onu buldum. İstiyordum ki, hem mânevi, hem de maddî ilimIere tam anlamıyla vâkıf bir insanla karşılaşayım. İşte bunu Münir Bey’de buldum tam mânâsıyla. Münir Bey her konuda kendini yetiştirmişti. Yedi dil bilir ve hepsini de çok güzel konuşurdu. Altı fakültede okumuştu. Yurtdışındaki üniversitelerde dersler ver­mişti. Karatede kara kuşak sahibi idi. Bir gün bindiği bir otobüste bir anlaşmazlık çıkıyor. Münir Bey yanındaki adama çok bozu­luyor. Adam “Ben karateciyim, cesaretin varsa gel, dışarıda he­saplaşalım.” diyor. İniyorlar. Münir Bey adamı bir hamlede yere seriyor. Adam şaşırıp kalıyor, “Benim hocam” diyor, “bana bu numaraları öğretmemişti.” Münir Bey de “Yavrum, senin hocan çok mübârek bir adammış. Senin ne mal olduğunu anlamış. Onun için öğretmemiş.” diye cevap veriyor.


Bir gün de Yunus hakkında konuşmak için resmî bir top­lantıya katılıyor. İlgili Bakan da orada. Münir Bey konuşma ya­pıyor. Tabi Yunus’un büyüklüğünü anlatan bir konuşma. Sonra kürsüden iniyor, koltuğuna geçiyor. Bu defa kürsüye Bakan Bey geliyor, Münir Bey’i kastederek “Hayatta en kötü şey dini si­yasete âlet etmektir.” diyor. Konuşması bitince Münir Bey, ken­disine hiç de haketmediği bir lâf geldiği için söz istiyor ve sa­londakilere şöyle sesleniyor: “Bakan Bey çok doğru söylüyor. Ancak hayatta dini siyasete âlet etmekten çok daha kötü bir şey vardır: O da dinsizliği siyasete âlet etmektir!...” Bakan Bey çok bozuluyor, yerinden fırlayıp toplantıyı terkediyor.


Çiğdem Hanım:


− Efendim, referanduma kadar rakı sofralarında görünmeyin demiş bir siyasi parti lideri. Siz bunları anlatınca aklıma geldi.


− Yavrum, Türk Milleti bunu yutmaz. Bunu söyleyen bir kimse hiçbir zaman halkın gözünde belli bir yere gelemez. Türk insanı bunu çok iyi takdir edecek durumda. Bugünkü siya­setçilerin bana göre hiçbiri tarihe malolamayacak. Çünkü Türk Milleti’nin ruhunu tam olarak anlayamıyorlar, ona tam olarak yaklaşamıyorlar. Bunu kısmen yapabilen var ama onlar da çok yetersiz.


Bir gün Münir Bey’e bir toplantıda Türk Müziği ile Batı Müziğini kıyaslar mısınız diye sordular. O gece sabaha kadar anlattı Münir Bey. Sabah olduğunda hâIâ anlatıyordu.


Ben de meselâ bilgimle, kültürümle, yaşantımla etrafıma meydan okudum. Kimse benimle bir tartışma içine girmeye ce­saret edemedi. Her konuda kendimi büyük bir aşkla yetiştirdim. Gece gündüz uyumadan, aşkla, şevkle okudum, araştırdım, inceledim. Daha üç yaşındayken bile annemle gittiğim ev gezi­lerinde komşu hanımları incelerdim. Evi nasıldır, eşiyle geçimi nasıldır diye anlamaya çalışırdım.


O sırada restoranın içinden çok havalı bir hanım yüksek sesle telefon konuşması yaparak ve çevreyi çok rahatsız edici ayak sesleri ile yürüyerek geçiyor.


Çiğdem Hanım:


− Efendim, bize epeydir şiir okumuyorsunuz, mümkünse lütfeder misiniz bu akşam?


Sayın Büyüğümüz bizi kırmıyor:


“Yağmurlu Bir Günde


O kadar istedi ki bir şeyi bugün içim


Dedim, kendi kendime “bari, çocuk olaydım”


Bana bir camdan yine seyrettirseydi dadım


Yağmurun yağdığını bahçede sicim sicim


Üşümezdi bu yağmur gününde böyle içim


Kulağıma öpüşle fısıldansaydı adım


Benim işte kalmamış önümde bir sevincim


Dünler, evvelki günler, geçen aylar ve yıllar


Götürseydiler beni doğduğum eve kadar


O evin taşlığında


Sevinçten ağlasaydım


Son günümde olaydım, ufak o kadar ufak


Ki yavaşça en tatlı bir masala dalarak


Ve bir anne dizinde


Büsbütün uyusaydım…”


Ziya Osman Saba


O benim ufkumu her gün kuşatan


Bulutlar parçalandı rüzgârında


Karanlık hisleri kalbimden atan


Işıklar sönmesin bakışlarında


İşte gerçek düşlerin en güzeli


Çözüldü bilmece, bitti meçhul


Bırak avucumda hep o beyaz eli


Bana hep böyle gül ve böyle sokul


 


Ne olur, hiç bu hali terk etme


Böyle saf, böyle temiz, böyle çocuk


Bir bahar neşesi kat günlerime


Bitmesin, bitmesin bu sarhoşluk


Mehmet Çınarlı


Çiğdem Hanım:


− Efendim, izninizle başka bir konuya geçeceğim. Tekvir Sûresi sonuncu Âyette: “Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe sizler bir şey dileyemezsiniz.” buyruluyor. Bu Âyeti açıklar mı­sınız?


Rıza Bey:


− Âyetin anlamını tam anlamak lâzım. Doğru, yanlış her fiilimizi Allah’tan gibi düşünmeyelim.


Tekrar ediyoruz mealen:


Sayın Büyüğümüz:


− Yavrum, izah edeceğim:


Çocuktum, komşumuz geldi, elini öptüm, beş kuruş verdi. Ben şimdiki çocuklar gibi dersim var demezdim. Misafirle oturur, ondan bir şeyler öğrenmeye bakardım.


O gün de aldığım o para ile ne alayım, ne alayım diye dü­şünmeye başladım. Kitapçıya gittim, rafların önünde geziyorum. Etraftakiler de şaşkınlıkla bana bakıyorlar, beş yaşında bir çocuk rafların önünde kitapları inceliyor. Bir kitap dikkâtimi çekti: Yunus Emre Divânı. Fiyatı da beş kuruş. Hiç tereddüt etmeden kitabı aldım. Yalnız dikkât edin, o güne kadar Yunus Emre adını ne görmüş, ne de duymuştum. İşte bu önce Allah’ın dilemesiyle olmuş bir şeydi. İlâhi bir hikmetti.


Rânâ Hanım’la karşılaşmam da böyle bir şeydi. Önce Allah bunu dilemişti.


− Çiğdem Hanım:


− Efendim, bir Âyet daha var “Sana güzellikten her ne ererse bil ki Allah’tandır, kötülükten de başına her ne gelirse anla ki sendendir, biz seni insanlara bir Resul olarak gönderdik, şahid olarak ise Allah yeter.” (Nisa Sûresi, 79. Âyet-Elmalılı Tefsiri) mealinde. O zaman şöyle söyleyebilir miyiz, insanın karşısına Allah’ın dilemesiyle bir durum çıkıyor. Eğer kişi bu dileyişe göre hareket ederse, o vuku buluyor, ama nefsine güzel görünen bir başka durumu seçerse, o zaman bunun sonucunda başına gelenler kendi elleriyle yaptıklarından veya kendi tercihini öne aldığından oluyor.


− Evet yavrum. Meselâ içimdeki ses Rânâ ile evleneceğimi söylediği halde, toplumun değer yargıları şöyledir, böyledir diye kendi nefsaniyetime göre hareket etseydim, ben çakı gibi bir delikanIıyım neme gerek deseydim, bir daha böyle bir insan karşıma çıkmazdı, o zaman Allah karşıma deminki geçen çağ­daş hanım gibi hayatı zehir edecek birisini çıkarırdı.


Çiğdem Hanım:


− Efendim, bu hep böyle mi olur? Yani farklı bir tercihte insan tersi durumlarla mı karşılaştırılır?


− Öyle yavrum.


Rıza Bey:


− O zaman bu her iki Âyetin ortak anlamı da ortaya çıkmış oluyor.


Sohbetimiz araya giren bazı konuşmalarla sürüyor.


…..


Sayın Büyüğümüz:


− İşte yavrum, ben demin Çiğdem’in sorusuna ki çok önemli bir soru idi, kendimden iki örnekle cevap verdim. Ben hayatın içinden olmayan örnekler vermeyi, yaşanmamış durumları konuşmayı ve anlatmayı sevmiyorum. Bunların kimseye hiçbir faydası yok. Bugün öyle âlim geçinen kimseler var ki, anlattıkları şeyi kendileri de bilmiyor gerçek mânâsıyla. Yaşanmayan bilgi bir şey ifade etmiyor. İmam Gazali Hazretleri onca kitap yazmış ama tam mânâsıyla bir işkembecide bulaşık yıkayarak öğre­niyor hayatı. Ki işkembe bulaşığı çok yağlı olur biliyorsunuz. Üç yıl orada hizmet ettikten sonra gönlü huzur içinde ayrılıyor.


Bana bir gün birisi sordu, Sabri Bey dedi, hayatta en çok neyi istedin Allah’tan?


Ben de hiçbir şeyi dedim. Ben acaba şu üzerimdeki giysiye lâyık mıyım, oturduğum eve lâyık mıyım?


Çiğdem Hanım:


− Efendim, o halde bir insan için asıl önemli olan şey, ha­yatın karşısına çıkardıklarının değerini bilmektir diyebilir miyiz? Aslında bizim için önemli ve gerekli olan her şey zamanı geldiğinde karşımıza çıkarılıyor. Meselâ yeni doğmuş bir bebeği olan annenin süt yoğunluğunun çocuğun ihtiyaçlarına göre zamanla değişiklik göstermesi gibi.


− Öyle yavrum.


Bu sırada hemen arka masada oturan bir çift dikkâtimizi çekiyor. Çok sert, asık yüzlü ve firavun gibi bir baba. İki küçük erkek çocuk ve eşi üzerinde sürekli baskı kurmaya çalışıyor.


Sayın Büyüğümüz:


− Bir kadın böyle bir adamla evli kalmaktansa, sokakta ayakkabı boyamayı göze alarak ondan ayrılmalı. Böyle bir ada­mın iki düşüncesi olur; biri para, biri kadın.


Çiğdem Hanım:


− Neden kadın tahammül ediyor ve sorun etmiyor acaba?


− Yavrum, muhakkak zengin bir adamdır, kadının da işine geliyordur.


Durumu Neşe Hanım’ın annesi yetmişli yaşlardaki hanım­efendiye de soruyoruz ne der diye.


− Sabri Bey doğru söylüyor. Eğer bunu yapabilecek bir durumu varsa ayrılmalı tabi, diyor.


Vakit epeyce ilerliyor. Bu noktadan sonra sohbetimizi yavaş yavaş tamamlıyoruz Sayın Büyüğümüze ve misafiri olduğumuz çok değerli dostlarımıza teşekkürler ederek.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]