Bugün Sayın Büyüğümüzün doğum günü. Çok değerli gönül dostlarımız Sevgi Hanım ve eşi Ziya Bey lütfedip iftar yemeğine davet etmişler. Sayın Büyüğümüz ve Nermin Hanım’la birlikte iftardan yaklaşık bir saat kadar önce Göksu Restoran’da buluşuyoruz. Hâl hatır sorulmasından sonra bu güzel akşamın, güzel sohbetini başlatan sevgili Sevgi Hanım çantasından önceden hazırlanmış iki küçük not kağıdı çıkarıyor:
− Hocam, Münir Derman Hazretleri’nin kitaplarını okurken not aldığım iki sorum olacaktı size, müsaade eder misiniz?
Sayın Büyüğümüz:
− Buyur yavrum, iki değil, ikiyüz soru sor.
− Efendim, Münir Derman Hz. Kitabında Hızır (A.S)’ın öğrettiği bir duadan bahsediyor ve bu duayı her gün sık sık oku, anlamını da bir bilenden öğren buyuruyorlar. Ben de izin verirseniz önce bu duayı okuyayım, sonra size sorayım Efendim:
“Ya Hak, Ya Mübiyn, Ya Habiyr, Ya Hadi, Ya Hayyu, Ya Gayyumu, Ya Evvelü, Ya Ahiru, Ya Zahiru, Ya Batınu”
Sayın Büyüğümüz:
− Yavrum burada Allah’ın zâtını en güzel şekilde anlatan sıfatlar geçiyor. Bir kimse bunları okuyarak Allah’a günden güne yakınlaşma imkânı bulur. Münir Bey’in bu duayı okumadığı hiçbir sohbeti olmazdı.
Çiğdem Hanım:
− Sohbetin başında mı okurdu efendim?
− Başında, sonunda… hep okurdu. Bu duayı okumanın çok büyük hikmetleri var…
Çiğdem Hanım:
− Efendim, Sevgi kardeşimin öğrettiği duaya mukabil izin verirseniz ben de yine Hızır (A.S)’ın bir duasını aktarabilir miyim?
− Buyur yavrum.
− Efendim, bu duayı Hızır (A.S) bir velî zata öğretmiş. Mısri Niyazi Hazretleri’nin Hızriya-yı Cedida adlı eserinde anlatılıyor:
Hızır (A.S): “Sabahleyin müezzin efendi ezan okurken “Eşhedü enne Muhammeden Resulullah” dediği sırada, kim iki elinin başparmaklarını öper ve sonra her ikisiyle ayrı ayrı gözkapaklarını mesheder, bir yandan da “Ya Muhammed (SAV), Ey Gözümün Nuru, Gönlümün Aydınlığı Peygamberim” derse, ömür boyu kör olmaz.” buyuruyor.
Sevgi Hanım:
− Ne güzel... Efendim, bir de ikinci olarak bir Âyet var sormak istediğim, Kaf Sûresi’nden. “Onlar ikinci yaratılıştan şüphe içindedirler.” mealinde. Münir Bey bu Âyetteki sırrın da bir bilenden sorulmasını, öğrenilmesini istemiş.
− Yavrum, bugün bazı insanlar, insan ölüp gittikten, kemikleri toprağa karıştıktan sonra nasıl olur da tekrar diriltilebilir, nasıl olur da eski haline getirilebilir diyorlar. Oysa biz tekrar ilk yaratılışta olduğu gibi diriltileceğiz, hem de bütün ayrıntıları ile.
Çiğdem Hanım:
− Efendim, o halde insanın toprağa karışan o zerrelerinde de insan bedenine ait bütün sırlar şifrelenmiştir diyebilir miyiz? Yani meselâ toprağa insandan karışan her zerreyi o insanı bir bütün olarak oluşturacak bir tohum gibi düşünebilir miyiz?
Sayın Büyüğümüz:
− Evet yavrum. Her zerrede o ilâhi şifre yer alıyor.
Dr. Nermin Hanım:
− Efendim, meselâ her insanın DNA yapısı birbirinden farklı. Tek yumurta ikizlerinde bile farklı. Ve her insanın bedenine ait her hücre o şifreyi taşıyor. DNA sarmalındaki dizilimler her insanda farklı farklı.
Çiğdem Hanım:
− Meselâ bir katili cansız olduğunu düşündüğümüz küçük bir tükürük izinden veya olay yerinde düşen bir saç teli parçasından kolayca teşhis edebiliyorlar bu şifreleri kullanarak değil mi?
− Evet yavrum. O kemikler kurusa bile, o ilâhi şifre hâlâ tutulmaya, korunmaya devam ediyor.
Dr. Nermin Hanım:
− Efendim, bir de insanın kuyruk sokumundaki bir nokta olduğu ve o noktada tutulan bilgilerin yeniden yaratılışa başlangıç teşkil edeceği söyleniyor.
− Evet yavrum.
Sevgi Hanım:
− Hocam şimdilerde bir söylenti yayılıyor, dinî nikâh gerekmez diyorlar, bugünlerde çok söylenir oldu. Çocuklarımız var, inşallah zamanı geldiğinde onlara ne uygulayacağız, nasıl davranmamız lâzım, ne dersiniz bu konuda?
− Dinî nikâh şart yavrum. Önce resmî nikâh kıyılacak, ardından dinî nikâh. Buna gerek var yavrum.
Meselâ bizim nikâhımızı Yenimalle Camii imamı Rıza Çöllü Hocaefendi kıymıştı. Çok mübârek bir zattı. Onun kıydığı bütün nikâhlar hep çok mutlu, çok hayırlı beraberlikler olarak sürmüş. Evliyâ gibi çok mübârek bir zattı.
Sevgi Hanım:
− Efendim, nikâhı kıyan kişinin illâ imam olması şart mı?
− Hayır yavrum, bu işi bilen, bu işin ilmine vâkıf bir kimse de olabilir. Bu nikâhı kıyacak kişi çok önemlidir. Onun temiz, mâneviyat ehli bir kimse olması lâzım. Bu sonra o evliliğin hayırlı olmasına ve hep öyle devam etmesine vesile oluyor. Benim de birkaç kez böyle nikâh kıydığım oldu.
Çiğdem Hanım:
− Efendim, gönül dostlarımızdan Özge Hanım ile Romanyalı eşi Andre’nin dinî nikâhlarını da bir buçuk, iki yıl kadar önce siz kıymıştınız. Dışarıda bir yerde önce hep birlikte yemek yemiştik, arkasından siz nikâhlarını kıymıştınız.
− Evet, onlar da şimdi çok mes’utlar. Yurtdışında yaşıyorlar.
Çiğdem Hanım:
− Efendim, o günü hatırlıyorum. Damat Bey Andre, o gün nikâhtan önce ilk olarak Müslüman olmayı kabul etmişti. Siz ona İslâmiyet’i anlatmıştınız, o da ardından Kelime-i Şahadet getirmişti. Çok duygulanmış, sonra Kelime-i Tevhidi hep birlikte tekrar etmiştik. Ona İslâmiyet’in Hristiyanlığı ve diğer dinleri de içine aldığını, Hz. İsa’yı da, Hz. Musa’yı da ve diğer Peygamberleri de Hak Peygamber olarak kabul ettiğini, ancak Hz. Muhammed (A.S)’ın gelişiyle artık en son ve en mükemmel din olarak İslâmiyet’in tek geçerli ve bozulmamış din olduğunu anlatmıştınız. Yani ürkütmeden, bir başka din mensubunun dinimize geçişini en çok kolaylaştıracak bir üslûpla ona anlatmıştınız.
− Evet yavrum.
Sevgi Hanım:
− Efendim, bir de evliliğin ilk gecesinde erkeğin kılacağı iki rekat namazın çok önemli olduğunu okumuştum. Mânevi birçok hikmetleri var sanırım bu namazın.
− Yavrum, bu namazı sadece erkeğin değil, kadının da kılması gerekiyor. Bunun için öncelikle her ikisi de, ilk olarak abdest alacaklar. Yalnız abdest alınırken iki taraf da birbirinin abdest suyunu dökmeye yardım edecek. Sonra seccadelerini serip, beraber iki rekat namaz kıldıktan sonra ellerini açıp dua edecekler: “Allah’ım bu evliliği ve bizi birbirimiz için hayırlı ve mübârek kıl. Eğer bize evlât vermeyi dilersen, onun devletine, milletine, ailesine faydalı, hayırlı bir evlât olmasını nasibeyle” diyecekler.
Sayın Büyüğümüz bir ara Rânâ Anne’yi hatırlayarak iç çekiyor. Elini hemen sağında boş duran sandalyenin karşısına gelen masanın üstünde gezdirerek üzerini yokluyor:
− Ahh Rânâ... Şimdi burada, yanımızda olsaydı... O, bir melek gibiydi Ziya Bey... Allah baktı, etraftaki şımarık, hoppa kızları göre göre bende kendi kendine evlenecek bir durum kalmamış, Rânâ’yı karşıma çıkardı. Onu daha ilk gördüğüm anda sevmiştim. O anda içimden gelen bir ses onun evleneceğim kişi olduğunu söyledi. Ve ben o sesi duyduktan sonra bir gün gelip Rânâ ile evleneceğime kesin olarak inandım. Bazan Rânâ’ya bakar düşünürdüm. Herhalde derdim, bu bir insan değil, olsa olsa bir melektir... Sizler onu tanımadınız değil mi Ziya Bey? Tanısaydınız siz de ona çok saygı duyardınız.
Ona evlenme teklif ettiğimde Rânâ’nın aramızdaki yaş farkı nedeniyle bazı tereddütleri vardı. Resulullah Efendimizin Hz. Hatice ile olan evliliğini örnek göstererek tereddütlerini gidermiştim. Biliyorsunuz, evlendikleri zaman Resulullah Efendimiz yirmibeş, Hz. Hatice Annemiz kırk yaşında idi. Sonra Rânâ’yla kırkdört yıl süren bir cennet hayatı yaşadık. Ne bir kez olsun kavga ettik, ne de birbirimizi kırdık, incittik. Evimize girerken yaptığımız mukaveleye hep sadık kaldık. Evliliğe ilk adımı atarken “Rânâ,” dedim, “gel seninle bir mukavele yapalım.” Rânâ, “Ne gibi?” dedi. “Diyelim ki,” dedim, “bu evde ne senin dediğin olacak, ne benim dediğim olacak. Yalnız AIlah’ın ve Peygamberin dediği olacak.” Rânâ, “Kabul” dedi. Bu andan itibaren bizim evde kırkdört yıl boyunca yalnızca Allah’ın ve Peygamber Efendimizin emirleri uygulandı.
Ama bugün insanlar ne yapıyorlar, hep kavga, hep gürültü, karşılıklı kırıcı sözler, kalp kırmalar... Oysa bunlardan kimin eline, ne geçiyor? Ya adam gibi evliliği sürdürmeli ya da eğer yürümüyorsa adam gibi ayrılmalı. Karı koca arasında bir anlaşmazlık ortaya çıktığı zaman, birlikte karşılıklı otursalar, mesele nedir, nasıl çözülür, en doğru çözüm nedir, birlikte karar verseler daha iyi olmaz mı? Ne gerek var kavga etmeye?
Çiğdem Hanım:
− Efendim, siz bir sohbetinizde anlatmıştınız, demiştiniz ki: “Karı koca kavgası olurken erkek kavganın en şiddetli bir yerinde birden sussa, eşine dönüp sevgi ile gülümseyerek hayranlıkla baksa ve dese ki: “Biliyor musun hayatım, şu anda öyle güzelsin ki...” Acaba o kavga hâlâ devam eder mi?
Sevgi Hanım:
− Herhalde böyle bir iltifatı duyan bir kadın bütün yelkenleri suya indirir. Aksinin olmasına imkân yok.
Ziya Bey:
− Efendim, zaten Peygamber Efendimizin bir Hadis-i Şerifleri var: “Kim bir münakaşada geri adımı atan ilk taraf olursa, o Bizdendir” anlamında.
− Yavrum şimdiye kadar münakaşadan kimsenin eline bir şey geçmedi. Biz münakaşadan her zaman kaçacağız.
Çiğdem Hanım:
− Efendim, bugün sizin doğum gününüz, çok şükür. Doğum yeriniz neresi acaba, hiç sormadık şimdiye kadar, Ankara mı, Ermenek mi?
− Ankara yavrum.
Ziya Bey:
− Zekâi Tahir Doğum Hastanesi’nde mi Efendim?
− Hayır, ben evde doğmuşum. Ebemin adı da Rânâ imiş.
Hep birlikte şaşırıyoruz:
− Ne ilginç…
Çiğdem Hanım:
− Efendim, demek ki siz ilk defa Rânâ Ebe tarafından dünyaya getirilmişsiniz, ikinci kez de Rânâ Anne ile hayatınıza yepyeni bir renk gelmiş, bir anlamda hayatınızda yeni bir başlangıç yapmışsınız.
Sayın Büyüğümüz sevgi ile gülümsüyor.
− Öyle.
Ziya Bey:
− Hocam, geçen gün sitede yayınlanan sohbet notlarınızda okudum. Rânâ Anne ile evleneceğinizi açıkladığınızda işyerinde kararınızı eleştirmek için yanınızdan geçerken size bağıran hanıma karşı olan tavrınız beni çok etkiledi, hatta hafta boyu düşündürdü.
− Yavrum, o hanım benimle evlenmeyi çok istiyordu. O nedenle Rânâ ile evleneceğimizi duyunca deliye dönmüştü. Oysa ben ona hiçbir ümit vermemiştim. O gün bana işyerinde herkesin duyacağı şekilde, koridordan geçerken, senden büyük bir hanımla nasıl olur da evlenirsin diye bağırdı... Ama böyle yapacağına biraz düşünseydi. Acaba Sabri Bey niçin beni değil de Rânâ Hanım’ı tercih ediyor, bende veya diğer hanım arkadaşlarda bulamayıp da Rânâ Hanım’da bulduğu özellikler acaba nelerdir diye, çok daha iyi olurdu onun için. Sonra o hanımın saçları çok kısa bir süre içinde tamamen ağardı.
Çiğdem Hanım:
− Allah Allah, bu bir ceza mıydı onun için, yoksa sizi çok sevmiş olduğu için üzüntüden mi böyle oldu acaba?
− Yavrum ben ona hiçbir ümit vermemiştim ki. O zaman aşkını, sevgisini kalbine gömmeliydi. En doğrusu buydu onun için.
Ziya Bey:
− Efendim, orada size böyle bir tepki gösterilirken dayanacak ve susacak gücü nasıl buldunuz kendinizde, bu nasıl bir sabırdır, ben hep bunu düşündüm o notları okuduktan sonra?
Sayın Büyüğümüz elini kaldırıp işaret parmağı ile yukarıyı gösteriyor.
− Yavrum, eğer bir tek kelime söyleseydim, o hanım orada olay çıkartabilirdi. Ama ben o anda Allah’a sığındım.
Ziya Bey:
− Efendim, ben de geçen gün benzer bir hâl yaşadım. Bir olay oldu işyerinde, kendimi öyle zor tuttum ki kızmamak ve müdahale etmemek için. Adeta kollarımdaki kan çekiliyor gibi hissettim.
− Yavrum, böyle zamanlarda sükût etmenin yanında, bir de içinden Felâk ve Nas Sûrelerini okumakta fayda var. Zaten önemli olan, böyle durumlarda kendini tutabilmek. Bunlar bir imtihan oluyor bizim için.
Çiğdem Hanım:
− Efendim, bununla ilgili en güzel bir örnek Resulullah Efendimizin Miraç Olayı sanırım. O gün Peygamber Efendimiz Kâbe’de namaz kılarlarken, tam secde halinde Ebu Cehil ve adamları geliyor, mübârek başının üzerine bir deve işkembesi bırakıyor. Peygamber Efendimiz hiç kımıldamadan o halde bekliyor. En küçük bir harekette işkembe parçalanabilir. O sırada kızı Hz. Fatıma Annemiz yetişiyor, işkembeyi ağlayarak kaldırıyor. Bu olay Resulullah Efendimizi o gece ziyadesiyle üzüyor. Ancak böylesine üzgün bir halde otururlarken Cebrail (A.S) beliriyor ve Miraç mucizesi vuku buluyor.
Sayın Büyüğümüz:
− Çiğdem burada çok büyük bir gerçeğe işaret etti. Büyük sıkıntıların ardından geliyor büyük sevinçler, büyük mucizeler...
Ziya Bey:
− Efendim, hicret olayında Hz. Ali Efendimizin o gece Peygamber Efendimizin yerine O’nun yatağına uzanması, bundan en ufak bir korku duymaması olayı da ne kadar muhteşemdir değil mi? Öyle ya, başucuna Peygamberimizi öldürmek için gelen adam örtüyü açmadan kılıcını saplasa, orada her şey bitecek ama o en ufak bir korku alâmeti göstermiyor.
− Öyle yavrum. Bu nasıl bir imandır… O Peygamber Efendimize çok büyük bir aşkla bağlıydı.
Sevgi Hanım:
− Efendim, Peygamber Efendimiz Hz. Ali’ye niçin “ilmin kapısı” demişti acaba?
− Onu kendi ilmine en yakın kişi olarak gördüğü için yavrum.
Çiğdem Hanım:
− Efendim, Hz. Osman da çok edepli, çok hayâ sahibi bir insanmış. Peygamber Efendimiz bir gün otururlarken, mübârek bacaklarını uzatmışlar ve etekleri bileklerinden biraz açılmış. O haldeyken içeriye bazı sahabeler girip çıkıyor ama O halini hiç değiştirmiyormuş. Ancak Hz. Osman (R.A) geliyor dendiğini duyunca hemen toparlanmış.
Ziya Bey:
− Sonra Resulullah Efendimizin ne buyurduklarını biliyor musunuz Çiğdem Hanım?
− Hayır, hatırlayamadım o kısmı, nasıldı?
− Efendim demişler, Hz. Ebubekir (R.A) geldi, toparlanmadınız, Hz. Ömer (R.A) geldi, toparlanmadınız ama Hz. Osman (R.A) gelince toparlandınız, bunun hikmeti nedir? Resulullah Efendimiz de buyurmuşlar: “Meleklerin bile kendinden hayâ ettikleri bir insandan Biz nasıl hayâ duymayalım” demişler.
− Yaa…
Ziya Bey:
− Efendim, benim annem de bana göre çok mübârek bir hanımdır, bize her zaman sabırlı olmayı tavsiye eder. Annem bir defasında bir konuda çok zorlandığında, o gece Resulullah Efendimizi rüyasında görmüş. Peygamber Efendimiz kendisine “Allah, sabredenlerle beraberdir” Hadisini okumuşlar. Annem ondan beridir bu Hadisi dilinden düşürmez, bize de yeri geldikçe hep hatırlatır.
Sayın Büyüğümüz:
− Ne güzel... Peygamber Efendimizi günümüzde rüyasında gören, onun bugünkü sahabesi olur yavrum.
Sohbetin bu noktasında değerli gönül dostu ağabeyimiz Emin Bey de sohbetimize dahil oluyor. Sayın Büyüğümüze hitaben:
− Efendim, nasılsınız, hürmet ederim… Hayırlı akşamlar.
− Hoşgeldin yavrum, seni gören nasıl olur?
− Efendim, ben de sizi görünce bütün yorgunluğumu unutuyorum. Sağolun.
Bu arada getirilen yeni çaylarımızı yudumlayarak sohbetimize devam ediyoruz.
Ziya Bey:
− Efendim, annem aynı zamanda bir Yunus âşığıdır. Hep konuşmalarında Yunus’tan bahseder. Ondan okuduğu beyitlerle konuşmasını tamamlar.
Babam yıllar önce memlekette bir kitapçı dükkânı açacağı zaman isim arayışına girmişti. Şu mu olsun, bu mu olsun diye düşünüyordu. Annem “Niye böyle isim arayıp duruyorsun?” −kendi söyleyişiyle− “Yonus Emre Kitapçısı koy adını” dedi. Babam da bunun üzerine aynen annemin söylediği şekliyle kitapçının adını “Yonus Emre Kitapçısı” olarak bir levhaya yazdırtmış. Bir süre sonra dükkâna gelenler babama sormaya başlamışlar: “Yahu hocam, bu Yunus Emre olmayacak mıydı?” diye. Bir müddet sonra babam “Tamam” demiş artık ve Yunus Emre Kitapçısı olarak levhayı değiştirmiş. Ben annemi Yunus’un Polatlı’daki mezarına da götürdüm efendim.
Sayın Büyüğümüz merakla:
− Yavrum, annendeki bu Yunus sevgisi nereden geliyor acaba?
− Efendim, dedem hep Yunus’tan bahseder, ondan şiirler okurmuş. Annemin de çocukluğundan beri kulağında kalmış bu sözler. Yunus’a karşı içinden hep bir sevgi beslemiş.
− Yavrum, ilk fırsatta anneni ziyaret ettiğinde benim çok selâmlarımı söyle, Sabri Bey hürmet ediyor, ellerinden öpüyor de.
− Estağfirullah Efendim. İnşallah söyleyeyim ilk fırsatta.
− Yavrum, Yunus’un sözlerinde çok büyük hakikatler gizli. Meselâ “Seni deli eden şey yine sendedir, sende” sözü. Bugünkü psikologların bunu uzun uzun düşünmesi lâzım. Bu sözde çok büyük bir hakikat gizli.
Çiğdem Hanım:
− Efendim, bir örnekle açıklayabilir misiniz?
− Meselâ bir kimse diyor ki, ben kaynanam yüzünden, komşum yüzünden mutsuzum. Bana şöyle yapıyor, hayatı bana şöyle zehir ediyor. Halbuki bu onun kendi kendine uydurduğu veya büyüttüğü bir şey. Karşıdaki kimsenin belki bundan haberi bile yok. Ama o bunu düşüne düşüne kocaman bir problem haline getiriyor.
Sevgi Hanım:
− Efendim, olaylara bakış açıları da insanları farklı farklı noktalara götürüyor değil mi?
− Öyle yavrum.
Çiğdem Hanım:
− Efendim ben de bununla ilgili geçen akşam yaşadığım bir olayı örnek verebilir miyim?
− Buyur yavrum.
− Efendim, geçen akşam iftar sonrası Nermin Hanım kek çıkarmıştı. Ben yemek istemediğimi söyleyince tabaktakileri kendisi bitirmiş. Bulaşıkları yıkarken elinde üzerinde kek kırıntıları olan bir tabakla geldi, tabağı tezgâha bıraktı ve bana sevgi ile gülümseyerek “bitti diye üzülüyorsan üzülme, daha var.” dedi. Ben de bunun üzerine “ben zaten yemek istemiyordum ki Nermin Abla” deyince güldü, “ben onu demek istememiştim, şimdi bulaşıklar bitti diye üzülüyorsundur, üzülme, işte sana bir tabak daha getirdim, demek istemiştim” dedi. Yani o ne demek istemiş, ben ne anlamışım...
Sevgi Hanım:
− Yaa ne kadar ilginç. İnsan nasıl düşünürse, ona göre bir sonuca varıyor.
Ziya Bey:
− Efendim, böyle durumlarda meselâ beş şıklı bir durum çıkıyormuş ortaya. Diyelim iki arkadaş bir işyerinde koridorda karşılaşıyorlar. Ayşe Hanım elleri dolu bir şekilde arkadaşına selâm vermeden geçiyor. Bu durumda arkadaşının aklına gelen ihtimaller:
a- Pekâlâ gördü ama görmemezlikten geldi.
b- Kendini bir şey sanmaya başladı.
c- Geçen ay borç almıştı, galiba borcunu ödemeyecek.
d- Çok telaşlı idi, beni fark etmemiş olabilir.
e- Yeni bir arkadaş buldu galiba, artık bize yüz vermiyor.
Sayın Büyüğümüz:
− Çok güzel. Hatta yavrum belki yüzlerce farklı ihtimal akla geliyor böyle durumlarda ve belki hiçbiri de doğru olmuyor.
Sevgi Hanım:
− Hocam, bu arada çayı ne kadar güzel demlemişler değil mi?
Çiğdem Hanım:
− Efendim, bu akşam her şey muhteşem. Sanki her şey sizin doğum gününüzü kutlamak için bir geçiş merasimi yapıyorlar. Bu akşam ayrıca Sevgi kardeşimin inceliği, zarafeti de bana Sultan Vahdettin’in kızı, şair Abdülhak Hamit’in Belçikalı eşi Lüsyen Hanım’ın tabiriyle, oturup kalkışı bile bir fıskiye âhenginde olan, muhteşem insan Sabiha Sultan’ı hatırlatıyor. Ne dersiniz, haksız mıyım efendim?
Sayın Büyüğümüz bir yandan yemeğini yerken sevgi ile gülümsüyor, başıyla bizi tasdik ettiğini işaret ediyor.
Biraz sonra Sayın Büyüğümüzle yurtdışı seyahatleri konusunda bir sohbet açılıyor.
Sayın Büyüğümüz:
− Yurtdışında gezmeyi bilmek bir kültür işidir. Biz Rânâ ile hep müzelere giderdik, ekiple gidildiğinde onlardan ayrılır, kendi gönlümüze göre gezerdik.
Sevgi Hanım:
− Efendim mesele onlara kalsa müzeyi kısa sürede gezip çıkarlar ama siz orada uzun uzun incelemeler yapmışsınızdır. O havayı daha iyi hissetmişsinizdir.
− Evet. Bir gün Mona Lisa tablosunu hayran hayran seyrediyordum, gözlerimden hayranlıktan yaş geliyordu. O sırada bir turist kafilesi geldi, kafile başkanı hanım tabloya baktı ve Mona Lisa dedikleri bu kokonaymış demek ki dedi.
Çiğdem Hanım:
− Efendim ne ilginç, iki insan; aynı şeye bakıyorlar, biri haşyetten ağlıyor, biri küçümseyip alay ediyor.
Sevgi Hanım:
− Hocam, galiba sizin içinizdeki duyguları da rahatsız etmiş o hanım.
− Öyle yavrum.
Biz yurtdışı seyahatlerimizde Rânâ ile yerine göre kuru ekmek yer, ama elimizden geldiği kadar çok yer gezmeye çalışırdık. Bazı gezilerimizi Danıştay organize eder ve bizi topluca gönderirdi. Arkadaşlar dönünce “Biz gezdik, çoktan unuttuk, Sabri Bey hâlâ anlata anlata bitiremiyor” derlerdi. Bu da bir kültür işi yavrum. Önce gidilecek yer hakkında araştırma yapılacak.
Yavaş yavaş Sayın Büyüğümüzün yorulduğunu hissediyoruz.
Sevgi Hanım ve Ziya Bey Sayın Büyüğümüze aldıkları hediyeleri takdim ediyorlar. Lütfetmişler, bu güzel gecenin hatırlanması adına bizi ve Dr. Nermin Hanım’ı da unutmamışlar. Fikrimizi öğrenmek isteyebileceklerini düşünerek:
Çiğdem Hanım:
− Efendim, hediyemi açabilir miyim?
− Tabi yavrum, istiyorsan aç.
Aldıkları hediyeyi çok beğenerek kendileri gibi ince düşünceleri için Sevgi Hanım’a ve Ziya Bey’e teşekkür ediyoruz.
Ziya Bey, Sayın Büyüğümüze:
− Efendim, siz de açmak ister misiniz, yardım edeyim mi?
Çiğdem Hanım:
− Sabri Baba, gözlemlediğim kadarıyla kendine alınan bir hediyeyi başkasının yanında açmak istemez -ona başka bir el ve göz değmesin o anda diye belki- Bu onun bir prensibi yanılmıyorsam... ama…
Ve haklı çıkıyoruz... Sayın Büyüğümüz hediyesini inşallah daha sonra açacağını belirterek sevgi ile gülümsüyor. Sevgi Hanım ve Ziya Bey’e hitaben:
− Yavrum sizin Cumartesi Sohbetlerimizden haberiniz var değil mi?
Ziya Bey:
− Evet Efendim, ancak ben Cumartesileri çalışıyorum. Onun için gelemiyorum.
Sevgi Hanım:
− Efendim, ben de hep katılmak istiyorum ama Ayşe’yi de getirmem gerekeceği için belki sıkılabilir, sohbeti takip edemeyebilir diye çekiniyorum. Sizi rahatsız eder miyiz diye korkuyorum açıkçası. Bazen de ev işlerini bitirememiş oluyorum.
− Yavrum, ben Ayşe’nin sıkılacağını sanmıyorum. Bence getir, gelirken yanına boyama kitabı filân da alırsın.
Çiğdem Hanım:
− Efendim, bir cümle bile aklında kalsa belki bir ömür boyu hatırından hiç çıkmaz ve o bir tek cümle belki hayatını birçok konuda değiştirebilir, öyle değil mi?
− Öyle yavrum. Gayet tabi.
Sevgi Hanım memnuniyet ile gülümsüyor:
− Efendim, inşallah öyle yapayım o zaman. İzin verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Efendim, kalkmadan bir soru daha sorabilir miyim?
− Buyur yavrum.
− Efendim, siz hep bize “Her gördüğünü Hızır bil, her geceni Kadir” sözünü hatırlatıyorsunuz. Her gördüğünü Hızır bilmekten ne anlamalıyız?
− Yavrum, her gördüğümüzün Hızır (A.S) olduğunu düşünsek ne kaybederiz? Kimde ne olduğunu bilemeyiz ki. İnsanlara bu şekilde bakmakla bir şey kaybetmeyiz yavrum, ama çok şey kazanırız.
Artık yavaş yavaş toparlanıyoruz. İçimizi dolduran güzellik için, güzel dostlar için Allah’a şükrediyor, bu çok özel gündeki iftar yemeği ve beraberindeki güzel sohbeti sağladıkları için Sayın Büyüğümüzle, çok değerli gönül dostlarımız Sevgi Hanım ve Ziya Bey’e tekrar çok teşekkür ediyoruz.