subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XII                                                                    Sabri Tandoğan

 

Sayın Sabri Tandoğan’ın Sohbetlerinden Notlar - VI

Yıl 2002, Çarşamba Sohbetleri’nden bir gönül dostu anla­tıyor, kaydedildikten sonra yine o günlerde büyük bir emekle yazıya dökülmüş notlardan okuyoruz sohbetimizden önce:


− Efendim, bir hikâye okudum, müsaadenizle paylaşmak istiyorum.


− Buyur yavrum.


− Efendim, vaktiyle bir kırlangıç, bir adamın camına konarak ona beslediği büyük bir sevgiyle, ben de seninle kalabilir miyim? diye sorar. Adam kabul etmez ve kırlangıçlarla insanlar birlikte oturmazlar! diye cevap verir. Kırlangıç gider, yazın ortalarına doğru tekrar gelir, “Beni de evine al, sana arkadaşlık edeyim. Seni hiç rahatsız etmem. Sana şarkılar söylerim, seni eğlen­diririm. İzin ver bu kış yanında kalayım.” der. Adam kızar ve yine kabul etmez. Sonbahara doğru kırlangıç üçüncü kez gelir, “Artık” der, “havalar soğudu. Kış yaklaştı. Ben ise soğukta ya­şayamam. Beni evine al, bir köşede oturur, sana şarkılar söy­lerim. Hem sen de yalnızsın, arkadaşlık eder, seni eğlendiririm. Bu vakitten sonra uzak memleketlere göç etmem de çok zor zaten.” der. Adam bu defa iyice öfkelenir ve ben yalnız ya­şayabilirim, sana ihtiyacım yok diyerek kırlangıcı kovar. Bunun üzerine kırlangıç kanatlanır ve uzaklaşarak gözden kaybolur...


Ancak kırlangıç gittikten sonra adam düşünmeye başlar... “Ben ne aptal bir adamım, ne olurdu sanki şuracıkta bir köşede ona yer verseydim, onunla dost olsaydım, birlikte şarkılar söy­leseydik, kışı birlikte geçirseydik, ne kaybederdim” diye hayıf­lanmaya başlar. Kış böyle geçer. Nihayet kışın sonlarına doğru adam kırlangıcın tekrar geleceği umuduyla artık penceresini hep açık tutmaya ve beklemeye karar verir. Havaların ısın­masıyla birlikte kırlangıçlar da yavaş yavaş dönmeye başlarlar. Ancak pek çok kırlangıç geldiği halde kışın uğrayan kırlangıçtan hiç haber yoktur. Adam nihayet gelen kırlangıçlara onu sormaya karar verir ama aralarında hiç bilen çıkmaz. Bunun üzerine bir bilgeye giderek durumu danışır. Bilge şöyle cevap verir: “Bil­miyor musun o mevsimde uzak diyarlara göç eden kırlangıçlar bir daha geri dönmezler.” Sonra sözlerine şöyle devam eder bilge: “Bazı insanlar da kırlangıçlar gibidir evlât. Onların de­ğerlerini bilmezsek bizden uzaklaşırlar ve bir daha asla geri dönmezler. Kimbilir şimdiye kadar kaç kırlangıcı kovaladık ha­yatımızdan?”


Sayın Büyüğümüzle sohbetimize bu noktada başlıyoruz.


− Çok anlamlı bir hikâye değil mi efendim?


− Evet yavrum, çok. Hayatta fırsatlar insanın karşısına bir kez çıkar. Biz her an olaylar ve insanlar hakkında çok dikkâtli olmalıyız. Meselâ Picasso bazı günler Paris metrosuna gider, orada müthiş bir süratle hareket eden metroda oturan insan yüzlerine çok büyük bir dikkâtle bakar, onları o çok kısa süre içinde hafızasına almaya çalışır, sonra atölyesine gelerek o zihninde kalan kadın veya erkek portrelerini tabloya dökermiş. Bu ne büyük bir dikkâttir... Benim de hayatımda belki 20 sn, 30 sn gördüğüm insanlar oldu. Ama onları bir ömür boyu unu­tamadım. Söyledikleri bir söz, yaptıkları bir hareket, bir jest beni ömür boyu düşündürdü. Böyle insanları bazen ömür boyu ta­nımaya gerek yok, çok küçük bir sözleri, bir hareketleri onları yıllarca hatırlamanız için yeterlidir.


Meselâ Yunus’un “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu sözü.” Ben bu sözü yıllardır düşünüyorum. Yine onun “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası” sözü... “Cümle yerde Hak nâzır, göz gerektir göresi” sözü... Bunlar ve daha niceleri, hepsi birer Âyetin ve Hadisin yorumu aslında... Bunların üzerinde yıllarca düşündüm, hâlâ da düşünüyorum, henüz derinliklerine varamadım. Bunları herkesin oturup uzun uzun düşünmesi lâzım.


Çocukluğumdan beri, rastladığım bazı insanlar ve olaylar üzerinde bazen aylarca, bazen yıllarca düşündüğüm oldu. Me­selâ sohbetlerimde ta küçüklüğümde yaşadığım bazı olayları tekrar tekrar anlattığım oluyor. Bunu öylesine lâf olsun diye mi yapıyorum: Onların içinde öyle büyük hayat dersleri oluyor ki, onları ortaya koyabilmek için tabi ki. Meselâ bir örnek vereyim. Benim çocukluğumda mahallemizde oturan Hüseyin Caka adında bir adam vardı. Varlıklı da biriydi. Otel ve kahve işletirdi. Bir gün otele gelen bazı milletvekillerinin konuşmalarından o gece şekere çok fâhiş bir fiyat artışı geleceğini duyuyor. Hemen gidip ne kadar serveti varsa, tanıdıklarından borç paralar da alarak şekere yatırıyor. Hakikaten de o gece yarısı şekerin fiyatı neredeyse yirmi kat artıyor. Tabi adam sabaha büyük bir ser­vetin sahibi olarak uyanıyor. Ama bir süre sonra Hüseyin Caka yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Bir gün eve geliyor, ablasının yanına ailesinin yanında imkân bulamadığı için okumaya gelen yeğenini evde yalnız görünce sarkıntılık etmeye kalkıyor. Kız yalvarıyor, ben buraya okumaya geldim, bana kıyma dese de üzerine yürümeye devam edince, kız orada açık bulduğu bir pencereden kendisini üçüncü kattan aşağıya atıyor. Bütün ke­mikleri kırılıyor kızın. Ancak diyorlar, yurtdışında bir cerrah var, bu kızı o ayağa kaldırabilir. Hüseyin Caka bunun üzerine kızı alıp yurtdışına götürüyor. Doktor birer birer o kemikleri birbirine kaynatacak ameliyatlar yapıyor. Yapıyor yapmasına ama kız iyileştiği zaman ellerinde bir kuruş paraları kalmıyor. Öylece geri dönüyorlar. Ve inanır mısın yavrum, ben o mal, mülk, servet sahibi Hüseyin Caka’yı amelelik yaparken gördüm sonra. Bu olay olduğu zaman ben henüz dört veya beş yaşlarındaydım. Olaydan üç, dört gün sonra mahallede herkes unuttu gitti, ha­tırlamadı bile. Amaan işte sıradan bir vaka dediler. Ama ben unutmadım. O adamın derdi farzedelim ille bir kadınla beraber olmak olsa, bunu bu işi meslek edinen başka kadınlar vardı mahallede, onlara da gidebilirdi. Ama neydi o adamı böyle bir hareketi yapmaya sevk eden, niye o kadar gözü dönmüştü kar­şıdaki yeğeni olduğu halde, bunları hep uzun uzun düşündüm, buradaki hikmeti anlamaya çalıştım. Ve o çocuk halimle ellerimi açıp dua ettim, Allah’ım dedim, ne olur beni zengin etme!


− Efendim, Kur’an-ı Kerim’de bir Âyet olacak, “Başınıza iyilik olarak ne gelirse Allah’tandır, ne kötülük gelirse sizdendir.” meâlinde. Bir de şu var: Bir kimse ben hayat boyu karşıma çıkan her durumda gerektiği şekilde tavır aldığıma inanıyorum ama yine de bazı şeyler istediğim gibi olmadı derse, o zaman o kimseye ne söylemek lâzım?


− Yavrum, bazen bazı şeylerin olmaması olmasından daha hayırlı oluyor. Biz elimizden geleni yaptıktan sonra ortaya çıkan ne ise ona razı olacağız. Ama her an uyanık ve dikkâtli olmak kaydıyla. Fırsatlar bazen insanın ayağına kadar gelir, hatta bazen ayağına dolaşır. Ama bazı kimseler onları ayaklarıyla iterler. Meselâ siteye yazan bir gönül dostuna yolda giderken hanımına iyi davran diyen yaşlı adam kimdi? Hızır (A.S)’dı belki de. Başka bir örnek vereyim: Çok soğuk bir kış günü kendime İngiliz kumaşından çok kaliteli bir takım elbise ve içine giymek için yelek ve kazak satın almıştım. Eve geldiğimde çok yorgun olduğum için hemen girişteki portmantoya itinayla astım. Çok geçmeden kapı çalındı. Baktım kapıda bir adam. Üstünde ince bir pardesü. Titriyor. Pardesünün içinde başka hiçbir şey yok. Yani fanila, kazak filân gibi. Pardesünün yırtık bir yerinden de adamın soğuktan kıpkırmızı olmuş eti görünüyor. Benden giye­cek bir şeyler istedi. Bir an tereddüt etmeden o askıdaki elbiseyi çıkarıp adamın eline tutuşturdum. O aldığım kazak ve yeleği de, ayrıca başka giysilerimden de getirip verdim. Adam büyük bir sevinçle ayrıldı. İşte o an benim hayatımda bir dönüm noktası oldu. O anda hayatımda birçok şeyin değiştiğini hissettim.


− ...Efendim, peki neden yeni aldığınız elbiseyi vermeyi tercih ettiniz? Şüphesiz sizin diğer elbiseleriniz de bir parça kullanılmış olsalar da yeni gibidirler. Onlardan da verebilirdiniz?


− Yavrum, ben o anda bunları hiç aklıma getirmedim. İs­tedim ki, o adam en güzel bir şekilde giyinsin ve o halinden en güzel bir şekilde kurtulsun. Kimdi o adam, neden tam o vakitte gelmişti, bunlar hâlâ bir sır.


− Peki Rânâ Hanım sizin bu davranışınız karşısında nasıl tavır aldı, hanımların çoğu böyle şeyleri ikide bir lâf ederler, insanın başına kakalarlar çünkü?


− Rânâ beni alnımdan öptü. Ne güzel yapmışsın Sabri, Allah senden razı olsun, dedi.


− Efendim, Rânâ Hanım gibi bir eşe rastlamış olmanız da sizin hayatınızdaki en büyük güzelliklerden birisi olmuş. Buna şans da diyebilir miyiz?


− Yavrum, benim Rânâ’yla karşılaşmam tamamen Allah’ın bir takdiriydi. Ona rastlayıncaya kadar etraftaki kızlara bakı­yordum, ben asla bu tiplerle anlaşamam, diyordum. Birtakım teşebbüslerim olmuştu önceden, hani o kaşık olayı filân, ama hiçbirinden içime sinecek bir sonuç çıkmamıştı. Allah baktı ki bana kalırsa bu iş olmayacak, en nihayet karşıma Rânâ’yı çıkardı. Ben Danıştay’a girmeden üç ay önce Rânâ Danıştay’da işe başlamış. Daha önce SSK’da hukuk müşaviri olarak çalı­şıyormuş. Bir gün evlerine eski Danıştay üyelerinden olan bir tanıdıkları geliyor. Biraz sohbetten sonra Rânâ’ya nerede görev yaptığını soruyor. Rânâ da söyleyince, Danıştay’a geçmesini daha uygun bulduğunu belirterek bunun için aracı oluyor ve Rânâ kısa bir süre içinde Danıştay’da raportör olarak göreve başlıyor. Ben ise üç ay sonra sınava giriyorum ve bin kişi içinden birincilikle sınavı kazanıp Rânâ ile aynı odada gö­revlendiriliyorum. Hiç unutmam, işe başladığım ilk gün, onaltı kişilik o salonun kapısını aralayıp içeri girdiğimde bir de baktım, tam karşımda Rânâ oturuyor. Üzerinde gri tayyör, içinde beyaz balıkçı yakalı kazak var. Ceketinin yakası böyle siyah kadi­feden. Onu daha görür görmez içimden bir ses, “İşte Sabri”, dedi, “senin evleneceğin hanım bu.” Yani ben istesem de böyle bir şeyi ayarlayamazdım. Bu tamamen Allah’ın bir takdiriydi.


− Efendim, içinizden gelen o ses neydi?


− O, Allah’ın sesiydi yavrum! Sonra bir yıl boyunca Rânâ’yı izledim. Hali, tavırları, konuşması, işini iyi yapması, etrafındaki insanlarla geçimi, giyinişi, oturup kalkması, edebi, hanımefen­diliği... hepsine dikkât ettim. Rânâ bunların hepsinden tam not aldı.


Sonra bir gün ona evlenme teklif etmeye karar verdim. Rânâ Cumartesi günleri işten sonra eve geliyor, yemeğini yiyip, sonra bir opera sanatkârından şan dersleri almaya gidiyordu. Ken­dimce romantik bulduğum bir sahne tasarladım ve ona evden çıkıp şan dersine gitmek için otobüse bineceği durakta evlenme teklif etmeye karar verdim. O gün ondan önce gidip, durakta beklemeye başladım.


− Yani onun Cumartesi programlarını biliyordunuz, nereye, kaçta, nasıl gittiğini?


− Eee…


− Peki Rânâ Hanım sizi durakta görünce nasıl olup da veya niye orada olduğunuzu sormadı mı?


− E, Rânâ bu, sormadı. Sadece karşılıklı selâmlaşıldı, hâl, hatır soruldu. Biraz sonra ona birden “Rânâ, hayat yolunda beni hayat arkadaşın olarak kabul eder misin?” diye sordum. Şaşırdı, “Pat” diye elindeki şan defteri yere düştü. O defteri hâlâ sak­lıyorum. Bulabilirsem göstereyim. Tabi durur muyuz, beyefen­dilik yaptık, eğilip yerden aldık, silip tekrar eline verdik. Rânâ sonra dedi ki, “Bir düşüneyim Sabri. Bana biraz zaman ver.” “Hayırlı olsun, Rânâ” dedim. Sonra otobüs geldi, onu uğurlayıp döndüm.


− Peki, bu cevap beklediğiniz süre içinde ya kabul etmezse diye hiç endişe ettiniz mi?


− Hayır. “Allah’ım, hakkımda ne hayırlıysa o olsun.” diye hep dua ettim yalnız. Bir hafta sonra Rânâ bana, “Sabri,” dedi, “aramızdaki yaş farkı ileride sorun olabilir...” Ben de bunun üzerine ona dedim ki, “Rânâ, Peygamber Efendimiz gibi Yüce bir insan bile böyle bir evlilik yapmayı uygun bulduğuna göre, neden biz de uygun bulmayalım? Biliyorsun Peygamber Efen­dimiz evlendiğinde kendisi yirmibeş, Hz. Hatice Annemiz ise kırk yaşında idi.” Rânâ bunun üzerine “O zaman bana biraz zaman daha ver, tekrar düşüneyim” dedi. Üç gün sonra da teklifimi kabul ettiğini söyledi. Ben vakit geçirmeden işi sağlama almak için “Bak Rânâ” dedim. “Ben düğün olayına karşıyım. Bu sonra aramızda bir sorun olmasın.” Rânâ kabul etti. Sonra nişanlandık. Sonra iş evlilik aşamasına gelince, Rânâ’nın ailesi düğün isteriz diye tutturdu. Ben de onlara “Eğer düğünde ısrar ederseniz yüzüğü her an çıkarmaya hazırım. Biz bu konuyu daha önce Rânâ ile konuşmuştuk.” dedim. Tehdit ettim yani. Bunun üzerine vazgeçtiler. Sonra işte nikâhımız oldu ve o kırkdört yıl süren rüya gibi, masal gibi yıllar başladı. Bir tek gün bile kavga, münakaşa etmedik. Bir tek gün aramızda para lâfı olmadı. Ne yiyeceğimizi hiç sorun etmedik. Rânâ uzun yıllar çamaşırlarımızı elinde yıkadı, çamaşır makinasını çok sonra alabildik. Birbirimize her zaman çok tatlı bir ses tonuyla hitap ederdik. İşyerindeyken bile Rânâ’yı gün içlerinde aramadan edemezdim. Hatta bazen birden çok kez aradığım olurdu. Bir gün üye arkadaşım rahmetli Selahattin Falay ile odamda otu­ruyorduk. Rânâ’yı telefonla aramam gerekti. Meğer Selahattin Bey bize kulak misafiri oluyormuş. Telefonu kapatınca, artık Rânâ’yla nasıl konuştuysam “Sabri,” dedi, “iyi ki şimdi burada bir hanım yoktu...” Şaşırdım. Hayretle, “Niye ki Selahattin Ağa­bey, ne oldu?” dedim. “Niyesi var mı Sabri,” dedi, “eğer burada şimdi bir hanım olsaydı, senin eşine böylesine bir sevgiyle hitap ettiğini duysa, akşam eve gidince kocasıyla arasında olay çı­kartırdı...” Yavrum, benim Rânâ ile olan evliliğim, Peygamber Efendimizin Hz. Hatice Annemizle olan evliliğinden sonra bana göre dünyanın en muhteşem evliliğiydi.


− Efendim, peki evlenme teklif ettiğiniz veya bunu plân­ladığınız o günlerde, Rânâ Hanım’ın da size karşı bir ilgisi var mıydı, böyle bir şeyi seziyor muydunuz?


Sayın Büyüğümüz tatlı bir tebessümle başını öne eğiyor:


− Bilmem ki yavrum…


− Efendim, sizin bilmediğiniz bir şey var mı?


− Peki aranızdaki yaş farkının bu muhteşem evlilik için bir dezavantaj oluşturduğu durumlar oldu mu?


Sayın Büyüğümüz âni bir hareketle doğrularak parmaklarıyla masaya vuruyor:


− Allah şahittir, aramızda yaş farkı olduğu evliliğimiz bo­yunca bir tek gün aklımızın ucundan bile geçmedi. Benim için sadece Rânâ vardı, Rânâ için de sadece Sabri...


Ama Rânâ ile evlenme kararımız duyulunca, işyerindeki bekâr bazı hanımlar arasında bunu çok takanlar, lâf edenler oldu... Bir gün hatta bir tanesi koridordan geçerken bana yüksek sesle bağırdı, aramızdaki yaş farkını eleştirmek ve kendince beni vazgeçirmek için.


− Peki cevaben ne söylediniz o hanıma?


− Hiçbir şey. Başımı önüme eğdim, Besmele okuyarak, sükût içinde edeple yanından geçtim.


− Efendim, siz hayatınız boyunca nasibolmuş, çok güzel insanlarla karşılaşmış, onlara karşı önyargılı davranmamış, kıymetlerini bilmişsiniz. Ancak, sâde karşınıza çıkan durumları değerlendirmekle kalmayıp, hayatınıza damga vuracak bazı in­sanları da kendiniz arayıp bulmuşsunuz. Sizde her konuda çok büyük bir tecessüs ve merak duygusu var aynı zamanda?


− Evet yavrum öyle oldu. Ama her insanda çok büyük bir gerçeği arama aşkının ve merakının olması lâzım. Biz bunun için bu dünyaya gönderildik! Ben meselâ çocukluğumdan beri eve gelen misafirleri, okula başladığımda koridorda yakaladığım öğretmenlerimi soru yağmurlarına tutardım. Hatta bir öğret­menim “Sabri, senin sorularından kurtulmak için emekli olmaya karar verdim,” demişti. Ben sanmıyorum ki bir başka insanda bu kadar gerçeği arama aşkı, öğrenme aşkı olsun. Meselâ Şemsettin Yeşil Hazretleri’nin ağzından bir tek cümle öğre­nebilmek için her hafta sonu Rânâ ile birlikte tutar İstanbul’a giderdik. Sadece bir tek cümle öğrenebilir miyiz diye. Şemsettin Yeşil Hazretleri’nin İstanbul’da sahaflarda küçük bir yeri vardı. Adı Yeşil Kitabevi idi. Kendisi de orada olur, bir köşede otu­rurdu. Ben onun o mütevazı haline rağmen çok büyük bir zat olduğunu keşfetmiştim. Ve sonra ona büyük bir aşkla bağ­landım. Şemsettin Yeşil Hazretleri Hakk’a göçtükten sonra Münir Derman Hazretleri’ni tanıdım. İslâm Dergisi’nin “Allah Dostu Der Ki” başlıklı bölümünde yazılar yazıyordu her ay. O yazıları okuyunca Onun çok özel bir insan olduğunu anladım. Dergiyi arayıp, telefonunu rica ettim. Arayıp randevu istedim, görüştük. Bana imzalı bir fotoğrafını hediye etti. O günden sonra onun peşinden hiç ayrılmadım. Her hafta sonu Rânâ ile Eskişehir’e Onun haftalık sohbetlerini dinlemeye giderdik hiç aksatmadan. Eğer onlar bana “Biz Allah yolunun, Peygamber yolunun kölesiyiz.” dememiş olsalardı, acaba bunu yapar mıy­dım? Ama onlar bana en güzel bir şekilde ışık tuttular, hayatıma renk verdiler, anlam verdiler.


Meselâ “20. Yüzyılın Işığında Müslümanlık” kitabını oku­yunca da Samiha Ayverdi ve Safiye Erol Hanımlarla tanışmayı çok istedim. Önce Samiha Hanım’la tanışmak için İstanbul’a gittik. Sadece Caddebostan’da oturduğunu öğrenebilmiştik. So­kaklarda öylece dolaşıyoruz. Ama koca bir cadde. Ancak içimde çok büyük bir inanç var, bulacağız diye. Rânâ, o mübârek kadın da, öyle yanımda yürüyor. Bana bir kere olsun “Sabri, hiç böyle şey olur mu, hiçbir şey bilmeden ev aranır mı, nasıl bula­caksın...” bile demedi. Sonra giderken birden bir apartmandan bir pencere panjuru açıldı, bir hanım –Sabriye Hanım, ki o da velî bir hanımdı- başını uzattı, bize seslenerek “Samiha Anne’yi mi arıyorsunuz?” dedi. Bizi yukarıya buyur ettiler. Samiha Ha­nım’la tanıştık, üzerinde sarı ile yeşil arası uzun kollu, yakası yuvarlak, kapalı bir elbise vardı. Birbirimizi çok sevdik, çok iyi dost olduk. O da sonraları Ankara’ya geldiğinde bize uğrardı, çok güzel sohbetler ederdik.


Sonra başka bir zaman, aynı kitabın yazarlarından Safiye Erol Hanım’la tanışmak istedik. Onun da oturduğu yerle ilgili çok küçük bir ipucu edinebilmiştim İstanbul’da oturduğu yerle ilgili. Rânâ ile gittik. O civarda bir mahalle bakkalı gördük. Belki dedim, bu bakkaldan alışveriş etmiştir, ona bir soralım. Bakkal buraya pek çok kimse gelir, çoğunu tanımam diye cevap verdi. Yalnız orada kenarda duran meczup kılıklı bir adam atıldı, ben dedi tanıyorum. Ve evini uzun uzun tarif etti: Şuradan girilecek, sağa dönülecek, oradan filân yere, oradan tekrar sağa, sola... filân filân diye. Bana kalsa bulamazdım belki ama Rânâ’nın adres bulma yönü çok kuvvetliydi. Adam bize dairenin numa­rasına kadar anlattı. Filân apartmana gelince, filân kata çıkar­sınız, iki daire göreceksiniz, soldaki daire, dedi. Aynen tarif edildiği üzere evi bulduk, Safiye Hanım’la tanıştık. Birbirimizi çok sevdik. Onu Ankara’ya davet ettik. O da “Çocuklar eğer kısmet olur tekrar gelebilirsem, söz veriyorum, en önce size uğrayacağım.” dedi. Sonra döndük. Ama Allah’ın takdiri, bir hafta sonra vefat ettiğini öğrendik. Nur içinde yatsın.


− Efendim, bir an önce tanışmanız iyi olmuş demek ki. Biraz daha erteleseymişsiniz çok geç kalmış olacakmışsınız ve böyle bir dostluk kurulamayacakmış. Yalnız efendim, bir şey dikkâtimi çekti. O bakkalda rastladığınız meczup görünümlü adam, olayı size öyle rahat ve detaylarına inerek anlatmış ki. Oysa meczup haline rağmen yaptığı tarife ve Safiye Hanım’ı çok iyi tanıyor olduğuna bakılırsa, aslında o da özel bir kimseymiş. Ama kendisini sıradan biri gibi, bir meczup gibi gösteriyormuş galiba. Bu çok ilginç değil mi efendim? Hayatta aslında karşımıza çıkan olaylar, insanlar içinde sıradan gibi görünenlerin arkasından çıkıyor en ilginç haller?


− Öyle yavrum. Doğru. Basit, sıradan sandığımız durumlar, rastladığımız insanlar çok önemli aslında. Onlara çok dikkât etmek lâzım, çok uyanık olmak lâzım.


− Efendim, sıradan sandığımız bazı insanlarda da muhte­şem bir mânevi enerji olabiliyor. Küçücük bir atom parçacığının koca bir şehri yok edecek gücü taşıyor olmasına benzetebilir miyiz bunu, çok çok küçük, hatta görülemeyecek kadar küçük olmasına rağmen, muhteşem bir enerji taşıyor olması nede­niyle?


− Öyle yavrum. Çok doğru. Hayatta basit, önemsiz, küçük diye hiçbir şey yok, sıradan bir insan yok. Her şey, her insan bizim sandığımızdan çok ama çok daha önemli... Kimde ne olduğunu bilmek her insanın harcı değil...


− Efendim, Ahmet Kayhan Hazretleri’nindi sanırım, bir sözü olacak: “Sen,” diyor, “Allah dostlarını öyle kanatları filân olan insanlar mı sanıyorsun? Onlar da senin gibi, benim gibi kim­selerdir.”


− Yavrum, meselâ bir gün, bir adam, bir büyük velî zata geliyor ve diyor ki “Efendim, bana bir nasihatte bulunun da, o nasihati uygulayarak hayatıma istikamet verebileyim. Ancak benim öyle uzun uzun öğütleri uygulayabilecek gücüm yok. Mümkünse çok kısa bir öğüt olsun.” Bunun üzerine o velî zat diyor ki: “Evlâdım, her geceni Kadir, her gördüğünü Hızır bil. Bu sana yeter.”


− Efendim, siz de bunu en güzel şekilde uygulayan kim­selerden birisiniz. Kitaplarınızda çok değer verdiğiniz insanlar hep halkın arasından seçilmiş, börekçi, odacı, çaycı, ayakkabı boyacısı, hamal gibi çok mütevazı kimseler. Ayrıca siz ya­şadığınız örnek hayat ve verdiğiniz hak, hukuk ve doğruları ölüm bahasına da olsa savunma mücadelesi ile bize göre Resulullah Efendimizin yaşantısının bugüne bir yansımasısınız. Peygamber Efendimiz, “Allah’a kasem ederim ki hiçbir insan dünyada benim kadar sıkıntı çekmedi.” buyurmuşlar. Tabi Onun yaşadığı, karşılaştığı her hadise, yapmış olduğu evlilikler vb. Ondan sonra gelenlerin benzer durumlar ortaya çıktığında ör­nek alması içindi. Siz de yaşantınız boyunca hep Hakk’ın, hak­lının zaferi için çalışmışsınız, hakkı dolu dolu verilmiş güzel bir hayat yaşayarak hayat yolunda karşılaştığınız insanlar ve olay­lardan en güzel dersleri çıkarmışsınız. Ortaya imbikten bir özsu gibi süzülerek çıkan çok değerli hayat görüşlerinizi ise, bütün nüanslarıyla şimdi de bütün insanlığa hiçbir ayrım yapmadan sunuyorsunuz. Bir de şurası çok önemli, siz yapmadığınız hiçbir şeyi söylemiyorsunuz. Meselâ bir fakir kızın çeyizine yardım etmek, kimsesi olmayan bir hastayı ziyarete gitmek, dertli bir insanın gözyaşına ortak olmak... gibi birçok tavsiyelerinizi bizzat kendiniz hayatınızda uygulamışsınız. Onun için sözleriniz in­sanlara bu kadar tesir ediyor.


− Allah sizden razı olsun, daha nice hayırlı ömürler ba­ğışlasın Efendim. Çünkü insanlığın yaşayan, canlı bir örnek olarak size daha çok ihtiyacı var. (Âmin)

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]