− Efendim, bir velînin murakabeye dalması ne demektir?
− Yavrum, murakabe, günün hay-ı huyundan çıkıp, mânâ âlemine dalmak demektir. Orada sadece mânâ âleminin güzellikleri vardır.
(Sabri Baba merak ediyor): Nereden geldi şimdi bu soru aklına?
− Efendim, geçenlerde okumuştum, Münevver Ayaşlı Hanımefendi’nin sizin de çok beğendiğiniz eserlerinden birisi olan “Dersaadet” adlı kitabının bir yerinde (s. 106-107) çok az kimsenin bildiği ifade edilen bir anekdot anlatılıyordu: O zamanın kutbu Fatih’in türbedarı olan bir zat imiş.
(Sabri Baba tamamlıyor): Ahmet Âmiş Efendi Hazretleri.
− O günlerde Bulgarlar tarafından İstanbul’a top atışları yapılarak payitaht ele geçirilmek isteniyormuş. Tehlike iyice yaklaşınca, yine o zamanın büyük velîlerinden Hacı Mansur Efendi ki, o da İbn-ül Arabî Hazretleri’nden bir şekilde el almış bir kimse imiş, Ahmet Âmiş Efendi Hazretleri’ne koşuyor ve “Efendim,” diyor, “İstanbul’u bırakacak mıyız?” Ahmet Âmiş Efendi ve bu mübârek zat murakabeye dalıyorlar ve kuvvetli bir rabıta kuruyorlar. Ancak Ahmet Âmiş Efendi her yarım saatte bir sıkıldığında ter akacak hale gelen gömleğini değiştirmeye başlıyor. Bu istiğrak ve murakabe hali sabaha kadar devam ediyor. Sonra o günkü gazetelerde müjdeli haber: Güya! Bir kolordumuz âni bir saldırı ile Bulgarları püskürtmüş, payitaht kurtulmuş!
İşte bu anekdottan etkilenerek merak etmiştim acaba velîlerin murakabede halinde neler yaşanır diye.
− Ahmet Âmiş Efendi zamanın kutbu idi. Orada mânâ âlemine yükseliyor ve Allah’la bir oluyor. Orada yapılan dualar geri çevrilmez.
− Peki, orada Ahmet Âmiş Efendi’yi o kadar terleten neydi?
− Orada Allah’a yalvardı, insanlar adına af diledi, niyazda bulundu. Sen git komşundan on lira borç iste bakalım, nasıl kan ter içinde kalıyorsun!
− Normal ibadetlerini ancak yapan bir kimse de murakabeye dalabilir mi, o makamı yaşayabilir mi?
− Eğer bir mânevi eğitimden geçmişse, evet.
− Efendim, siz sıkıntıları ve dertleri olanlar veya memleketin içinde bulunduğu durum nedeniyle bazen uykusuz kalıyor, üzülüyorsunuz, onlar uyurken niyazda bulunuyorsunuz ve çok yoruluyorsunuz. Peki, bazı durumlarda çözüm neden doğrudan değil de bir vasıta ile sağlanıyor, bir aracının varlığı önemli oluyor?
− Yavrum, sen hiç kömür sobası yaktın mı? Kömür sobasına önce odunlar konur, sonra kömür. Odunlar önce tutuşacak ki, sonra kömürleri yakabilsin… Yoksa o soba yanmaz.
“Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.”
− Efendim, siz zaman zaman çok uzak mesafedeki talebelerinizin sıkıntılarından haberdar oluyor, onların içinde bulundukları zor bir durum veya yaşadıkları güzel bir hâl varsa onu algılıyorsunuz. Bir insanın algılarının açılması için neler yapması gerekir?
− Bunun için önce arınmak, temizlenmek sonra Allah’a yakın olmak gerek. Meselâ buradan bakıyorsun, karşı apartmanda neler olup bitiyor göremiyorsun. Ama gözüne bir dürbün alırsan görüyorsun. Bu da öyle. Gözüne bir mânevi dürbün alırsan görürsün.
− Efendim, bir kimseye baktığımızda onun velâyetine işaretler nelerdir?
− O kimseye baktığımızda içimizde bir ferahlık, rahatlık, mutluluk duyuyorsak, yani Kur’an ifadesiyle bir inşirah halini yaşıyorsak, o kimseyi gördüğümüzde bize Allah’ı hatırlatıyorsa, büyük ihtimalle o kimse velâyeti yaşıyordur. Bazı insanları bir kere görürsün ama yüzlerindeki ışıltıyı, nuru bir daha unutamazsın...
− Efendim, bazı kimseler zikir çekerken belli sayılarda olması gerekir diyorlar. Zikirde sayı önemli mi?
− Zikirde sayı değil, aşkla yapılmış olması önemli. Gerçek mürşitler ya sayı koymazlar ya da talebenin kaldırabileceği bir sayıyı önerirler. Herkesin kaldıracağı ağırlık farklı farklıdır. Halter gibi aynı. Orada da sporcular kendi kilolarına göre bir ağırlığı kaldırıyorlar.
− Efendim. bir gün size sordular, “Münir Derman Hz. kırk gün süreyle riyazete girermiş, biz de girelim mi?” diye. Siz de “Yavrum, o buna ta çocuk yaşta iken alışmıştı. Eğer siz şimdi bunu yapacak olursanız çok rahatsız olursunuz.” demiştiniz.
− Öyle yavrum. Hem bütün vaktini ibadetle geçirmek de doğru değil. Eşinin, çocuklarının da bir kimse üzerinde hakkı vardır. Hz. Peygamber bir geceyi tamamen ibadetle geçirmek istediğinde, Hz. Aişe Annemizden izin istiyor. Ondan izin aldıktan sonra gecenin tamamını ibadete ayırıyorlar.
− Efendim, peki bir kimsenin kendisini tamamen çalışmaya adamasına ne dersiniz? Ben kendimi tamamen hizmete adadım, çalışmaya adadım, özel hayatım olmasına müsaade etmiyorum demesi uygun mudur?
− Hayat sadece çalışmaktan ibaret değildir ki, insanın kendine karşı da ödevleri var: İbadet edecek, kitap okuyacak, çiçek yetiştirecek, şiir okuyacak, müzik dinleyecek, dostlarını ziyaret edecek, onları arayacak. Kendimi sadece hizmete adadım diyerek tekâmül olmaz, bu şekilde sadece bir çalışma hamalı çıkar ortaya.
Onun üzerinde dostlarının da hakkı var, ailesinin de hakkı var, ama kendi kendisinin de hakkı vardır.
− Efendim, bir tanıdığımız sizin konferansınızda sizden dinleyerek tanıdığı ve hürmet duyduğu Ayten Anne’nin ziyaretine gitmek istiyordu, kısmet olmuş, Kurban Bayramı’nın üçüncü günü ziyaret etmiş, tanışmış.
− Ne konuşmuşlar, neler öğrenmiş orada?
− Ayten Anne de kendisi de grip nedeniyle biraz rahatsızlarmış. Ayten Anne bitkilerden hazırladığı bir çaydan ikram etmiş. Birlikte içmişler. Kısa bir sohbetten sonra fazla oturmadan kalkmış.
− İşte evliyâ ziyaretlerinde insanlar sadece hâl hatır soruyorlar, o zaman da oradan bir şey alamadan dönüyorlar. Oysa onları konuşturmak lâzım. Onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışmak lâzım. Ama bizim insanlarımız bunu yapmıyor. Meselâ bugün televizyonda evlilik programlarında kadınla erkek birbirlerine soracak soru bulamıyorlar. Oysa ben olsam orada öyle incelikle sorular sorarım ki sunucu: “Daha fazla bir şey sormayın artık.” der.
Orada olsam meselâ sorarım:
• Bugünkü evliliklerin mutsuz olmasının, boşanmaların artmasının nedeni sizce nelerdir?
• Çocuk terbiyesi hakkında neler düşünüyorsunuz?
• Tarihteki en beğendiğiniz kahraman kimdir? Neden?
• Kitap okur musunuz, hangi tür kitapları beğenirsiniz? En son okuduğunuz kitap hangisidir?
• Hangi tür filmleri izlersiniz? Şimdiye kadar en beğendiğiniz filmler neler oldu?
Sonra sorarım: “Yemek yapmasını sever misiniz?” derim. Yemek yapmanın bir güzel sanat olduğunu biliyor mu, onu öğrenmek isterim.
Onu ince taktiklerle yavaş yavaş konuştururum. Ama orada tanışan hanımlar, beyler bel bel birbirlerine bakıyorlar. Bu da tabi kültürsüzlükten oluyor, heyecandan filân değil.
Mânevi büyüklerin ziyaretine giden birçok kimsenin durumu da farklı olmuyor. Oysa onların yanına feyiz almak için gidilir, ondan mânevi ışınlar almak için gidilir. Yoksa sadece elini öpmek, gördüm demiş olmak için gidilmez. Giderken de boy abdesti alınır, sadece beden değil, kafanın içi de, duygular, düşünceler de yıkanır, temizlenir. Gidene kadar mümkünse konuşulmaz. Önünde saygıyla, edeple oturulur. Velîler bazen sükûtlarıyla, bazen konuşmalarıyla, bazen de hareketleriyle bize mesaj verirler. Bunları algılayabilmek lâzım.
Aslında bütün bu incelikleri herkese gösterebilsek ne iyi olur. Ben kırkdört yıl evli kaldım, eşimin yanında ayak ayak üstüne atarak oturduğumu kimse görmemiştir.
− Efendim, çocuk terbiyesinde yapılan hatalar sizi fazlaca üzüyor bugünlerde, bu hatalarını anlatmak için adeta çırpınıyorsunuz. Sizce ailede çocuğa şahsiyet nasıl kazandırılır?
− Çok küçük yaştan itibaren kız çocuklarına bir hanımefendi gibi, erkek çocuklarına bir beyefendi gibi davranmak gerekir. Japonlar çocuklarına bir imparatora gösterilen saygıyı gösterirler. Ama kesinlikle çocuklarını şımartmazlar. Bir Japon anne baba için çocuğa yapılacak en büyük ihanet, en büyük kötülük çocuğu şımartmaktır. Ne yazık ki bugün Türkiye’deki anne babaların yüzde doksanı çocuklarını şımartmakta, onları bir firavun haline getirmekteler. En varlıklı aileden en yoksul aileye kadar bu durum değişmiyor. Bugün firavun gibi yetiştirilen çocuklar, yarın en büyük zararı önce anne babalarına, sonra topluma, sonra insanlığa veriyorlar. Bazı aileler neredeyse çocuklarına tapıyor ve onlara “ulu manitu” dermişçesine davranıyorlar. Boğazı kesilen anneler toplumda hiçbir tepki uyandırmıyor artık.
− Bir anne baba çocuğunun şahsiyet sahibi olduğunu nasıl anlar?
− Bir çocuk önündeki vazife neyse onu en iyi yapmaya çalışıyorsa, bu çocuk edepli ve saygılıysa, haddini biliyorsa, hakkına razı oluyorsa ona şahsiyet sahibi bir çocuk gözüyle bakılabilir.
− Efendim, anneniz size tahta fırçalatırmış gece onikide, siz de fırçalarmışsınız. Meselâ hiç “Ben fırçalamam” demeyi düşündünüz mü? Ne yapardı anneniz böyle bir şey olsa?
− Ooo, ben anneme böyle diyeceğim ha! Asla diyemezdim. Annemin davranışlarından buna müsaade etmeyeceğini çok iyi bilirdim. Ama ben annemin beni inanılmaz bir sevgiyle sevdiğini de çok iyi bilirdim.
− Efendim, çocuğa ölüm olayından bahsedilmeli mi? Bunun belli bir alt yaşı var mıdır?
− Çocuğa hayatın bütün gerçekleri anlatılmalı. Bunun yaşı da yok. Ailedeki maddî sorunlardan da çocuğa bahsedilmeli. Eğer ben açsam, çocuğum da bunu bilmeli ve o da evin şartlarına göre hareket etmeli.
− Efendim, bir de son olarak şunu soralım: Sizin olaylara bakışınızda hep bir tevhid ve sentez düşüncesi var. Oysa bugün Doğu kültürü, Batı kültürü... her birinin yaklaşımları birbirinden çok farklı. Bunlar nasıl doğruya ulaşacak?
− Anadolu’dan yetişecek aydınlar madde ile mânâyı birleştirdiklerinde, ki o aydınlar rehber olarak Peygamber Efendimizi alacaklar, o zaman insanlık doğru yola çıkacaktır.
− Efendim, bu güzel sohbet ve verdiğiniz kıymetli bilgiler için çok teşekkürler. Gayretleriniz inşallah en hayırlı sonuçlara ulaşır ve bizler de mânevi büyüklerimizin feyzinden dolu dolu istifade edebilenlerden oluruz...