subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XII                                                                    Sabri Tandoğan

 

Karamsarlık Hastalığı

Dikkat edin çevremize, pek çok insanın bu amansız hastalığa yakalandığını göreceksiniz. Her şeyi kara görme, olumsuz yönünden alma, bulaşıcı bir hastalık gibi insandan insana geçiyor; onları mutsuz bırakıp, yaşama sevincini yok ediyor, insanlarımız kendi kendilerini yokluğa, karanlığa mah­kûm ediyorlar... Üç beş kişi biraraya gelmeye görsün, kısa bir süre sonra, bir karamsarlık yarışı başlıyor.


En karanlık, soluk alınmaz havayı kim çizerse o topluluğun yıldızı oluyor. Dağılırlarken hemen başlıyor ekilenlerin sonucu... Karamsarlık denilen zehirli illetin çıbanbaşı çıkmaya başlıyor bile... Omuzlarında bir çöküntü, gözlerinin feri kaçmış bir halde, neşesiz, umutsuz, umarsız dağılıyor insanlar evlerine... Ev sahibi, yine buyurun diyor, yine görüşelim...


Evet, yine görüşelim, yani hayatı birbirimizin burnundan getirmek için içimizdeki ışığı söndürüp, iç dünyamızdaki varo­luşumuzdan gelen yaşama sevincini yok etmek için, yine ne mümkünse yapalım. Tepeden tırnağa karamsarlıkla öyle do­lalım ki, kolumuzu kıpırdatacak hâl kalmasın. Nefes almayalım. Evet sevgili okuyucular, durumu abartmıyorum. Sizlere yıllardır tanığı olduğum yüzlerce, binlerce olayın özetini sunuyorum. Sizler ne isim verirsiniz bilemem. Ama ben buna karamsarlık hastalığı diyorum ve ben durumun birçok hastalıktan daha kötü, daha tehlikeli olduğunu görüyorum. Adına yaşam denilen, o akıl almaz harikulâdeliklerden, o her an yeniden varolan pırıl pırıl güzelliklerden alabildiğine kaçmak, hep olumsuzdan yana ol­mak, her şeyi noksan görmek, gelecekten umudunu kesmek, hep neşesiz, hep tedirgin, hep bunalımlı olmak, sorarım sizlere hastalık değil de nedir?


“Biri size gelir de, her biri birinden kötü oldu, hiçbir iyi insan kalmadı derse, bilin ki, en şerli insan odur.” sözündeki yüceliği yaşayıp gördükçe, her gün biraz daha iyi anlıyorum.


Evet, bir toplumda çeşitli nedenlerle, zaman zaman kötü fiiller işleyenler çoğalabilir, bozukluklar artabilir. Ama unut­mayalım ki, güneşin doğmasına en yakın anlar, hep gecenin en karanlık olduğu zamanlardır; daima kötünün yanında iyi, ba­yağının yanında asil ve büyük olan vardır. Aslında yaşamın diyalektiği, hep zıtlıklar üstüne kurulmuştur. İyi-kötü, güzel-çirkin, gece-gündüz, hayat-ölüm, sağlık-hastalık gibi... Zıtlıklar biraraya gelmekte ve onlardan muhterem bir sentez doğ­maktadır. Pilin artı ve eksi uçları olmadıkça radyonuzu çala­mazsınız. Bir konserde her çalgıdan ayrı bir ses çıkar. Keman sesi ayrı, viyolonsel ayrı, flüt ayrı, obua ayrıdır. Birinden çıkan ses öbürüne benzemez. Erbâbı olan hemen anlar. Önemli olan, bir senfoni orkestrasında, hepsinden çıkan seslerin birbirini tamamlaması, bir senteze varması, genel bir âhenge ulaş­masıdır. Yaşamın özü de öyledir. Önemli olan, bu kesret âleminden, vahdet âlemine ulaşabilmek, çoklukta birliği bu­labilmektir. Varoluşumuzun asıl nedeni de bu değil midir? Görüş alanımız yerde yürürken başka, bir gökdelenin üst katından bakarken başkadır. Farklı şeyler görülür. Algılamamız da farklı olur, kıpır kıpır, cıvıl cıvıl bir kaynaşma... Tıpkı, bir karınca yuvası gibi görünür yaşam... Önemli olan, bu binbir renkli, sonsuz hareketli, tâkat getirilmez güzelliklerle dolu hayatın içinde, kör gibi yaşamamak. Önce bakmak, sonra görebilmek ne akıl almaz, doyum olmaz, harikulâde bir olaydır... Gö­rebilmek… Çevremizdeki sonsuz kaynaşma ve hareketlilik içinde, bir çiçeğin açılışındaki erişilmez güzelliği ve ürpertiyi görebilmek... Seslerdeki, sözlerdeki, renklerdeki güzelliği ya­kalayabilmek... Bir güzellik aracı olabilmek… Adına hayat de­nilen binbir sorunla çevrili bu karmakarışık ortamda kendi dünyamızı kurabilmek. Ama ışık dolu, renk dolu, umut ve bekleyiş dolu bir dünya kurabilmek…


Evet, şimdi görür gibi oluyorum. Bu satırları okurken, sabah çayını yudumlayan bir okuyucum, nasıl olur diyor. Mümkün mü? Malûm dertleri sayarak bu toplumda diyor...


Mümkün sevgili okurum. İnanmazsan gel sana nicelerini göstereyim. Birtakım güzel insanlar... Büyüklüklerini tevâzu hır­kalarının içinde gizlemiş, iç dünyaları bütün bu vıcık vıcık pisliğin, anlamsızlığın, karmakarışıklığın içinde ışık dolu, renk dolu, sevgi ve saygı dolu, edep ve incelik dolu, umut ve bekleyiş dolu güzel insanlar... Bir düşün, Nemrut ve Hz. İbrahim kıs­sasını. Putlara tapmayı reddettiği için, zamanın zâlim sultanı Nemrut tarafından yakılmak üzere, alevleri göklere yükselen bir ateşin içine atılan, bir güzel, bir yüce insan... Sonra… O kor­kunç anda bile inancını ve sükûnetini bozmamanın mükâfatı olarak verilen bir mucize... O ateşlerin arasında tecelli eden bir gül bahçesi ve arkasında, dudaklarındaki masum tebessümü ile, büyük sınavdan başarı ile geçen o muhterem insan...


İtirazınızı hisseder gibiyim. Efendim, diyeceksin. O, o za­mandı, şimdi yok. Bitti bunlar. Hayır dostum, bitmedi. Günü­müzde de Nemrutlar, İbrahimler var. Neden sen de, bir İbrahim olmak için gayret göstermiyorsun? Neden sen de, çevrendeki ateş içinde, ışık dolu, renk dolu, bütün âIemi kucaklayacak kadar sevgi, saygı, edep, incelik dolu bir güzel insan olma­yasın? Karanlıkta kalan insanlara kucak kucak sevgi dağıtan, şefkat ve dostluk dağıtan bir insan olmayasın? Unutma ki dağıtımIa tükenmeyen, bilâkis çoğalan bir hazinedir sevgi...


İki mahkûm gece hapishanenin penceresinden bakıyorlardı. Biri yerdeki çamurları gördü, arkadaşına döndü, “Yarabbi” dedi, “ne kadar kötü, iğrenç bir gece... Her yer vıcık vıcık çamur içinde...” Arkadaşı cevap vermek için başını gökyüzüne çevirdi, “Allah’ım, ne muhteşem, ne harikulâde bir gece... Anlatı­lamayacak kadar güzel... Bütün yıldızlar gökte pırıl pırıl...”


Bu hikâye, bana hayatın özü gibi geliyor sevgili okuyucular. Çocuklar ve yıldızlar hep beraber onun içinde. Dün de böyleydi, bugün de. Yarın da böyle olacak. Önemli olan bu karmakarışık, bu her kafadan ayrı bir sesin çıktığı kaos içinde, insanın kendi dünyasını kurup, güzelliklerini tadına doyum olmayan nefis bir su gibi yudum yudum içebilmek.


En ufak bir sıkıntıları olunca, karamsarlığa düşen insanlar vardır, sanki dünya yıkılmış, onlar altında kalmışlardır. Açarlar ağızlarını, yumarlar gözlerini... Başlarlar, cahiliyeden kalma ne kadar söz varsa sıralamaya... Her zaman kaçtım böylelerinden, davranış tarzlarına akıl erdiremedim. Kuzum siz hayatı ne sanıyorsunuz Allahaşkına... Tabii sıkıntılar olacak, üzüntüler olacak, anlaşmazlıklar, maddi sıkıntılar, hastalıklar, ölümler ola­cak. Biz de gücümüz yettiği kadar, olanca varlığımızla bunları yenmeye çalışacağız. Sorunlar, sıkıntılar bizlere, demire su verilip çelik haline getirilişi gibi, daha fazla mücadele gücü kazandıracak. Daha güçlü olacağız. Ondan daha önemlisi onlarla yoğrulup olgunlaşacağız. Her gün daha iyiye, daha güzele gitmenin sevincini yaşayacağız.


Efendim, hikâyeyi bilirsiniz. Bir gün Buda, öğrencileri ile ders yapıyormuş. Konu, ölüm. Buda, ölümün çok doğal, normal bir olay olduğunu anlatmakta. O sırada bir öğrenci ağlayarak ge­liyor. Buda talebesine ağlamasının nedenini sorduğunda genç öğrenci, “Efendim,” diyor, “ileri yaşlarda bir komşumuz öldü. Hepimiz çok üzüldük. Çok rahattı. Ömür boyu hiçbir sıkıntı çekmeden, hiçbir sorunla karşılaşmadan, keyfedip göbek atarak yaşadı.” Buda dinler, dinler, bir süre susar, sonra ağlamaya başlar. Öğrencileri şaşırırlar. Biri, “Efendim, demin ölümün çok doğal bir durum olduğunu, onu çok rahat karşılamak gerek­tiğinden bahsediyordunuz. Şimdi hüngür hüngür ağlıyorsunuz. Bu işi anlayamadık. Lütfen açıklar mısınız?” der. Buda öğ­rencisine döner, “Yavrum der, ben adamın öldüğüne değil, bomboş gelip, bomboş gittiğine yanıyorum. Hiçbir acı çekmedi, hiçbir sorunla karşılaşmadı, ıstırapla yanmadı, gözyaşlarını içine akıtmadı. Olgunlaşmaya imkân bulamadı, ham kaldı. Za­vallıcık eşek geldi, eşek gitti. Ona ağlamayayım da kime ağ­layayım.”


Evet dostlar, çektiğimiz ıstırapları da, sıkıntı ve hastalıkları da şükranla karşılamamız gerekiyor. Onları bizim olgunlaşma­mız, hamlıktan, çiğlikten kurtulmamızı sağlayan birer egzersiz gibi kabul etmemiz gerekiyor. En güzel malzeme ile hazırlanan börek, pişmedikçe neye yarar! Onun da acılardan, ıstıraplardan, çilelerden geçerek arınması, temizlenmesi gerek. İmkânsızı mümkün kılan her yöntemi, Yüce Önderimiz göstermiş. O’nun izinden sapmadan yüründüğü takdirde her şey olabilirlik sınırına girecektir. O, bizlere sözleri ve davranışları ile iyi olan, güzel olan, temiz ve asil olan her şeyi gösterdi.


Peşin hükümlerle, yarım yamalak tecrübe ve kültürleri ile, susam tanesi kadar akılları ile hayata bakanlar, kendi karanlık ve zavallı dünyalarının daracık perspektifleri ile insanı ve hayatı algılamaya çalışanlar, her zaman hüsrana uğrayacaklardır. Ama onlara rağmen güneş yine doğacak, gökte pırıl pırıl yükselecek, karanlıkları aydınlatacaktır.


“Yarın elbet bizim, elbet bizimdir,


Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir”


Hepinize güneş gibi günler diliyor, selâm, sevgi ve say­gılarımı sunuyorum…

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]