subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XIV                                                                   Sabri Tandoğan

 

Gözlerin de Edebi Var

Bir Gönül Dostu, söz sırası kendisine geldiğinde, değerli büyüğümüzün güzel bir sözünü paylaşıyor, “Kalbin edebi sükûttur.”


Sabri Tandoğan: Ne kadar güzel bir söz, bunu yazın lütfen. Harikulâde güzel bir söz bu…


O zaman bütün organların da edebi var Efendim?


Sabri Tandoğan: Öyle tabii yavrum. Midenin de edebi var, ağzın da edebi var, gözlerin de edebi var. Bak bir anımı anlatayım. Rânâ ile yeni evlendik, Rânâ kaptan kızı, denizi çok seviyor. Avşa Adası’na gittik. Tabii biz orada herkesle beraber plaja gidecek değiliz. Bu olacak değil. Ne yapıyorduk, bir buçuk saat yürüyorduk. Yürü, yürü, yürü... Öyle bir noktaya geliyorduk ki Avşa Adası’nda, sinek dahi yok orada. Biz orada denize giriyorduk. Bir gün gene giderken, etrafı seyrediyorum, bulutlara bakıyorum, bir yeşil tepe var, orada bir at duruyor. Biraz sonra bir kadın geldi. Atın karşısında soyunmaya başladı. Mayosunu giyecek. At ne yaptı biliyor musun yavrum? Başını çevirdi, arkasını döndü kadına. Ben ağlamaya başladım. At yapıyor bunu… Edebiyat yapmıyorum. Atın edebi olur mu? Olur. At deyip geçmeyelim. Peygamber Mirac’a neyle gitti? Burakla. Burak bir at türüdür. Öyle atlar var ki... Bizim bir komşumuz vardı çocukken, Haydar Amca. O, at yarışlarına çok meraklıydı da ondan öğrendim bazı şeyleri. Öyle atlar varmış ki, meselâ sahibi onu eliyle besliyor. At en çok kuru üzümü severmiş. Ona yeminin yanı sıra kuru üzüm veriyor. Ertesi gün yarış var, hazırlıyorlar atları, yarış başlıyor. O Haydar Amca’nın bahsettiği at koşuyor, koşuyor, koşuyor fakat ikinci geliyor. Buna o kadar üzülüyor ki, o gece üzüntüsünden ölüyor at. Sahibim beni üzümle beslediği halde, ben nasıl ikinci gelirim diye kahrediyor kendini. Sabahleyin bakıyorlar at ölmüş.


Efendim, sanırım siz söylemiştiniz, rüya gören tek hayvan attır diye.


Sabri Tandoğan: Evet, rüya gören tek hayvan at. Hani ben ona hayvan demeye de utanıyorum da başka neyle anlatayım yani?


             —Bu rüya görüşün Mirac’la da alakası var mı?


Sabri Tandoğan: Gayet tabii yavrum. Yani başka bir hayvanla da gidebilirdi Peygamber, ama Burak isimli bir atla gitti. Babam gençliğinde atlarla çok meşgul olmuş rahmetli, o anlatırdı, yani o kadar hassasmış ki atlar... Bir de bilmiyorum içinizde Çehov’un hikâyelerini okuyan var mı? Onun bir at hikâyesi var, şöyle: Rusya’da, Moskova’da bir genç insan annesiyle beraber oturuyor. Evlenmemiş, bekâr. Bir evleri var babadan, deden kalma. Evin altı ahır, o ahırda bir atları var. Bir de faytonları var. Bazen bir yere gidecekleri zaman annesini o faytonla götürüyor. Bir gün annesi ölüyor. Adam tek başına kalıyor. Çok hassas, içe dönük, içli bir insan. Ağlıyor, ağlıyor. Sonra akrabaları ile ıstırabını paylaşmak istiyor. Gidiyor akrabalarına, “Annem öldü” diyor. Gayet hissiz, duygusuz bir şekilde akrabaları “Yaa, vah vah, tüh tüh, Allah rahmet eylesin!” diyorlar, bitiyor. İçi dolu böyle adamın… Sonra çalıştığı daireye gidiyor. “Belki arkadaşlarıma söylerim beni birisi anlar, paylaşır duygularımı.” diyor. Çalıştığı yere gidiyor, “Arkadaşlar” diyor, “Allah sizinkilere uzun ömür versin, annem vefat etti.” Onlar da Yaa, vah vah, tüh tüh!” diyorlar. Fakat kimse gözyaşlarına ortak olmuyor .İçi dolu, bir türlü boşalamıyor, kimseden bir yakınlık yok, kimseden uzanan bir sevgi, şefkat eli yok. Evine gelirken ahırın kapısını açıyor, at ile bakışları karşılaşıyor. Öyle bir bakıyor ki at, yani “Ben senin duygularını anlıyorum.” der gibi, atın gözlerinden yaş geliyor. Onun üzerine adam atın boynuna sarılıyor, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor. Sonra ferahlıyor. Gidiyor evine, biraz bir şeyler yiyip yatıyor.


Bunu Çehov o kadar güzel anlatıyor ki, ben yirmi kere filan okudum, hepsinde ağladım okurken. Bir anne sevgisinin, hassas bir evlat üzerinde, onu yitirmenin ne kadar büyük ıstırap uyandıracağını o at hikâyesi ile o kadar güzel anlatmış ki... Koca Moskova’da dost, hısım akraba, mesai arkadaşları… Onu anlayan bir tek at çıkıyor. At mübarek bir hayvan.


Efendim, o zaman bu anlattığınız olaydan yola çıkarak, gözün edebi de harama bakmamaktır diyebilir miyiz?


Sabri Tandoğan: Gayet tabii. Gene bir anımı anlatayım. O sırada modaydı, biz de gene yazın Avşa Adası’na gittik. Küçük bir pansiyon odası tuttuk. Orada bize işte bir somya, incecik bir şilte, somyanın üzerinde, bir de pike verdiler, o kadar. Kendin pişir kendin ye. Biz de balık alıyorduk sahildeki balıkçılardan. Onu Rânâ ızgara yapıyordu, yiyorduk. Sonra akşamüstü gezmeye çıkıyorduk. Bir adam dikkatimi çekiyordu. Gözlerini siyah bir bezle bağlamış. Şimdi âmâ olsa niye gözünü bağlasın? Bir gün, tam bizim evin önündeki küçük bir çay evi vardı, orada oturmuş çay içiyordu. Hemen ben de fırladım, gittim yanına. “Merhaba kardeşim, beraber çay içebilir miyiz?” dedim. “Hay hay, memnuniyetle.” dedi. Sordum, “Niçin gözünüzü siyah bezle bağlıyorsunuz?” dedim. “Efendim, burada o kadar uygunsuz kıyafetteki hanımları görüyoruz ki, o kadar açık saçık, dekolte hanımlar var ki, ben günaha girmemek için böyle yapıyorum, bastonumla da adım adım yürümeye çalışıyorum.” dedi. Ben kendimi tutamadım, gene hüngür hüngür ağlamaya başladım. Hiç unutamam. Beni çok etkilemişti. O adamdaki edep, hayâ duygusu beni hâlâ ürpertir, Ya Rabbii...

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]