Değerli şair Nurettin Özdemir, bir şiirinde,
“Hatıralar da dal istiyor, kuşlar gibi konacak” diyor.
Değerli büyüğümüz de zaman zaman çocukluk anılarını anlatmaktan mutluluk duyar.
Dört yaşında idim. Dondurmacı amca geçerdi mahalleden. Bir yanda vişneli, bir yanda kaymaklı dondurma satardı. Parmağını havaya kaldırarak, “Kurtlu vişneeem!” diye bağırırdı. Mahalleli koşar, kap kap alırdı dondurmadan. Çok merak ettim. “Amca, herkes malını över, sen kötülüyorsun” diye sordum.
“Oğlum, sen anlamazsın. Bu insanlar ters, malımı översem, gelip almazlar. Ben onları tanıyorum. Onun için böyle söylüyorum” dedi. Çocukken hep bunu düşünürdüm.
Hiç unutmadığım çocukluk hatıralarımdan birisi de şu: Pazartesi günleri “Bin Bir Roman” isimli bir çocuk dergisi çıkardı. Beş altı yaşlarındaydım. “Mandrake” vardı. Bayılırdım ona. Bir tercüme hikâye okumuştum o dergide. Kahramanın adı “El Kel Mona” idi. Amcam da çok sevmişti, o hikâyeyi tekrar tekrar okuturdu bana. Anneme bir gün o hikâyeden bahsediyordum. Tabii sık sık kahramanın ismi geçiyor. El Kel Mona diye. Babaannem o sözü duymuş, çok gücenmiş. (Ermenek ağzı ile kel, kötü demek; Mona, babaanne demek.) “Ne dii kel olacağmışıııım!” diye alınganlık gösterdi. Hiç babaannemin böyle isyan ettiğini görmemiştim. Günlerce annemle güldük. Hâlâ aklıma geldikçe babaannemin o tatlı isyanına gülerim.
Yedi yaşındayım. Kese kâğıdı yapar satar, harçlığımı çıkartırdım. Okul ihtiyaçlarımı karşılar, mahalledeki arkadaşlarımı Osman Nuri’ye götürür, dondurmalı tavukgöğsü ısmarlardım.
Bir tatil günü, hasır şapkamı taktım. (Epeyce eskimiş bir hasır şapkam vardı.) Kese kâğıtlarını sepete doldurdum. Satışa çıktım. Bir amca, “Senin şapkan ne biçim öyle, hiç meymenet yok. Ben senden kese kâğıdı almıycam” dedi. Ben güldüm. “Ya, ne gülüyorsun, başkası olsa kızar.” dedi. “Yaa amca, öyle tatlı söylediniz ki, niye kızayım.” dedim. Amca, yanındaki adama döndü, “Bu çocuk büyük adam olacak.” dedi ve bütün kese kâğıtlarını satın aldı.
İlkokul birinci sınıftayım. İlk defa beslenme programı çıktı. Herkes okula beslenme getirecek dediler. Ertesi gün hocamız, “Herkes beslenmesini çıkarsın.” dedi. Ben babaannemin yaptığı nar gibi kızarmış, ıspanaklı böreğimi çıkardım. Hoca böreklere gözünü dikti. Bir aşağı, bir yukarı gitti geldi. Biz de komut bekliyoruz yemeğe başlamak için. Birden bir hamle yaptı, börekleri kaptı. “Sen her gün yiyorsun nasıl olsa, bunu ben yiycem.” dedi aldı, nar gibi kızarmış börekleri afiyetle yedi. Akşam eve gidince babaanneme anlattım. Babaannem o kadar sevindi ki, yaptığı börek beğenildi diye pek memnun oldu. O günden sonra her börek yaptıkça, hocama da yollardı.
Annem edebiyat öğretmeni idi.Akşam kapıdan girerken, babaannem ayakta karşılardı. “Hoş geldin Sebihanım!” derdi. Annem, “Anneciğim, lütfen rahatsız olmayın. Neden ayağa kalkıyorsunuz?” derdi. Babaannem, “Ben, gelinime ayağa kalkmıycağım da kime kalkacağım?” derdi.
Hiç unutamadığım çocukluk hatıralarımdan biri de şu: Karyağdı türbesinin yanına, belediye, eski bir otobüs bırakmış. İspirtocular orayı ikametgâh yapmıştı. Ben harçlığımla onlara simit alır verirdim. Bir gün baktım ispirtocu amcalardan biri hastalanmış, yanakları ateş gibi yanıyor, hava da soğuk, tir tir titriyor. Üşüyor. Hemen eve koştum. Annem bana sünnetlik yorgan almıştı. İki ay sonra sünnet olacaktım. Pembe ipekli sünnetlik yorganımı kaptığım gibi götürdüm, ispirtocu amcanın üzerine örttüm. Eczaneden aspirin aldım, içirdim. Titremesi geçti, rahatladı. Sonra akşam anneme anlattım. Annem beni alnımdan öptü, “Aferin oğlum, iyi yapmışsın. Sakın baban duymasın, biz yenisini alırız.” dedi. Ertesi gün gitti, aynı kumaştan bulmuş. Yeni yorgan yaptırdı.
Beş yaşında bana kötü mal verdikleri için bir fırın, bir de bakkal dükkânını bir ay süre ile kapattırdım. Beni mahallede herkes tanırdı. “Küçük müfettiş” derlerdi. Esnafın ödü kopardı benden. Bana hep iyi mal verirlerdi. Komşu teyzeler iyi mal aldığım için birçok şeylerini bana aldırırlardı.
Dört yaşındaydım. Evimizin terasında kendime bir çadır kurmuştum. Sabahleyin oyun oynamaya mahalleye inerdim. Arkadaşlarımla oyun oynardık. Öğlen vakti gelince ben terasa, çadıra çıkardım. Yemeğimi çadırın önüne bırakırlardı. İçeri benden başkası giremezdi, yasaktı. Yemeğimi yerdim. Ondan sonra tefekküre çekilirdim. Niçin yaşıyoruz, yaşamaktaki amacımız nedir, nasıl bir hayat yaşayalım ki sonunda pişman olmayalım? Bunları düşünür, cevaplar bulmaya çalışırdım. Çevremde yaşanan olayları küçük yaşımdan itibaren gözlemlerdim. Akşam yemeğine kadar çadırda kalırdım. Akşam yemeğinde muhakkak ailecek sofrada olurduk. Bunun toleransı yoktu.
Altı yaşındaydım. Babaannemle kalıyorduk. Annem lisede edebiyat öğretmeniydi. O akşam misafirler gelecekti. Babaannem, Arabaşı çorbası pişirmiş, sobanın üzerine demlensin diye bırakmıştı. O zamanlar Fenerbahçe’nin kalecisi vardı, Cihat Arman. O, topu uçarak tutardı. Plonjon yapardı. Ben de onun gibi topu attım uçarken ayağım çarpmış, sobanın üzerindeki çorba tenceresi halının üzerine döküldü. Ben kenara çekildim. Korkudan sapsarı olmuşum. Babaannem hiçbir şey söylemeden hemen su getirdi, halıyı temizledi. Sonra giyindi, çarşıya gitti, malzemeleri aldı, yeniden çorbayı pişirdi. Akşam misafirlere yetiştirdi. Bunu da ömür boyu unutamadım.