subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XI                                                                          Sabri Tandoğan

 

Sayın Sabri Tandoğan’ın Sohbetlerinden Notlar - IV

(Dışarıda bir yemek sonrası):


Sabri Tandoğan:


− Hayat bir kompozisyondur, bir bütündür. Meselâ bu aşu­reyi yapan kimse, ruhu kirli bir kimseymiş. Böyle bir aşureyi ancak ruhu karmakarışık bir insan pişirebilir.


− Niçin efendim?


− Çünkü ben bu yaşıma geldim, böyle bir aşure görmedim. Bu aşureye aksetmiş bunu pişiren adamın ruh kirliliği. Her şey birbiriyle ilintilidir. Meselâ güzel yemek yapamayan, bunun aşkını içinde duymayan bir kadın, hayatına genel olarak da bir şeyler katamayan kadındır. O, estetik kıyafetler giyemez, evine güzel bir mobilya seçemez, hayat boyu bir aşkı yaşayamaz, mutlu bir yuva kuramaz, evlense bir hafta içinde adamı ken­disinden soğutur. Böyle bir kadın ne bir baloda nasıl davra­nacağını bilebilir, ne bir toplulukta nasıl konuşacağını, ne de kadın-erkek münasebetlerinde başarılı olabilir. Bunların hepsi birbiriyle ilintilidir. (Sabri Baba gülüyor ve ekliyor: “Bazı hanımlar da “özgürlüğü tattım” diyorlar. Nasıl bir şeyse, elli gram biz de tatsak...”)


Mehmet Kaplan bir gün fakültede Tanpınar’la karşılaşır, Tanpınar sorar: “Nereden geliyorsun?” O da “Halide Edip Adıvar’ın ‘Shakespeare’ konulu dersinden çıktım, çok beğen­dim.” deyince, Tanpınar: “Ama, Halide Edip, Shakespeare’i rü­yasında görmez ki.” der. Bir işi güzel yapmak için gece gündüz o aşk içinde olmak lâzım. Bir şeyi güzel yapmak için mânâ yolunda bir adım atmış olmak lâzım. Bu ne büyük bir olaydır. Bugün kimse Yunus’u benim kadar anlayamadı. Çünkü hiç kimse ona benim kadar aşkla gitmedi.


− Efendim, Rânâ Hanım’a da herhalde böyle büyük bir aşkla gitmiş, ondaki edebi, inceliği, güzelliği de siz farketmişsiniz. Ama bu galiba karşı taraf için de böyle olmuş. Rânâ Anne ile sağlığında tanışmış, elini öpüp sohbetler etmiş değerli bir gönül dostu anlatmıştı, kendisine sormuş: “Sabri Bey, sizi Danıştay’da her gün belli etmeden gözler, size notlar verirmiş. Peki siz de onu inceler miydiniz?” diye. Rânâ Hanım, çok ince bir üslûpla cevaplamış: “Ben de oradaki bütün hanımlar gibi Sabri Bey’i izliyordum.” demiş.


− Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerine olsun in­şallah. Ne güzel bir insandı o. İnsan mıydı yoksa bir melek mi, hâlâ anlayabilmiş değilim.


− Efendim, sizin meşhur bir mukavele hikâyeniz var. Ev­lendiğiniz gün Rânâ Hanım’a daha evin kapısından içeri gir­meden “Bu evde şu andan itibaren yalnız ve yalnız Allah’ın ve Peygamberin dediği olsun, kabul eder misin?” mealinde bir mukavele. Neden bu mukaveleyi içeri girmeden önce kapının önündeyken yapma lüzumu duydunuz?


− Yavrum, bir yuva kurulurken nefsaniyet evin eşiğinde kalmalı, içeriye girmemeli. O nedenle Rânâ Hanım’la o mu­kaveleyi eve girmeden önce yapmak istedim. Çünkü ben çok iyi biliyordum ki, bir şey nasıl başlarsa öyle devam eder. Bu şekilde başlasın istedim.


− Efendim, herkese örnek olan evliliğinizde kırkdört yılın sonunda bile en az ilk günkü kadar mutlu olmuşsunuz. Peki evliliğinizi her gün daha iyiye götürmek için ne yaptınız da böyle oldu? Bu zamanda çoğu evliliklerde tersi oluyor çünkü, zamanla birçok şey güzelliğini kaybediyor.


− Yavrum, ben her gün evliliğimi nasıl daha iyiye götüre­bilirim diye kendi kendime sorardım. Acaba Rânâ’yı mutlu et­mek için o günkü imkânlarım ile (sevgim, ilgim, maddî imkân­larım) neler yapabilirim diye düşünürdüm hep.


- Peki, Rânâ Hanım’ın da böyle düşündüğünü söyleyebilir miyiz?


− Herhalde. Çünkü hayatta tek taraflı hiçbir şey yoktur. Her güzel şey, çift taraflıdır. Meselâ Resulullah Efendimiz defalarca Ebu Cehil’e gitti, onu İslâm’ın güzelliklerine davet etti ama sonuç alamadı. Cenab-ı Hak bile “Kulum bana bir adım ge­lirse, Ben ona on adım giderim” buyuruyor. Mutlaka her şey karşılıklı olacak.


− Değerli bir gönül dostu anlatmıştı, siz evinizin içinde birbirinize çok tatlı, şiir gibi bir üslûpla seslenmişsiniz hep.


− Evet yavrum.


− Evlendiğiniz zaman siz 28 yaşındaymışsınız, Rânâ Hanım 36 yaşında. Ailenize evlenme fikrinizi açtığınızda herhangi bir tepki gösterdiler mi aranızdaki yaş farkı nedeniyle?


− Hayır!


− Peki, farz-ı muhal, gösterselerdi ne yapardınız?


− O zaman da hiçbir şey değişmezdi. Ben bir kere Rânâ’yı sevmiş, ona inanmış, güvenmiştim.


− Rânâ Hanım’a hem eş, hem de yaşça küçük olmanıza rağmen mürşid oldunuz değil mi? Rânâ Hanım’ın Günlüğünden böyle anlıyoruz.


− Herhalde yavrum.


− Efendim, gelin kaynana ihtilâfından hep bahsedilir. Sizce bunun altında yatan sebep nedir?


− Gelin kaynana kavgalarını yıllarca inceledim. Sebep; gelin de, kaynana da adam yerine konmak istiyor. Olmayınca da so­runlar başlıyor.


− Peki, Rânâ Hanım ile anneniz nasıl anlaşırlardı?


− Fevkalâde iyi anlaşırlardı. Annem 1969-1981 yılları ara­sında bizimle oturdu. Bir tek gün bile Rânâ Hanım ile müna­kaşaları olmadı. İki taraf da haddini bildi. Annemle baba­annemin ilişkisi de tarihte eşi görülmeyecek kadar muhteşemdi. Babaannem, hangi durumda olursa olsun, elleri hamurda da olsa, annemin işten geldiğini duyunca hemen yerinden ayağa kalkar, “Hoşgeldin Sebihanım” derdi. Annem de onun ellerine sarılırdı. Sonraları annem de Rânâ geldiğinde ayağa kalkardı.


− Olmazdı ama farzedelim ki Rânâ Hanım, annenizle be­raber oturmak istemeseydi, ne yapardınız?


− Valla, her şey o anda biterdi. Annem romatizmalıydı. Kalkıp soba yakabilecek durumda değildi. Bu işleri hep babam yapıyordu. O nedenle babam vefat edince ben annemi yalnız bırakamazdım. O orada üşürken, ben evde rahat oturamazdım. Ayrıca annem öyle muhteşem bir insandı ki, onu hiçbir şeye değişmezdim. Ama bu anneden anneye değişir. Bazı arka­daşlarımın anneleri vardı kaprisli, hırçın, ille benim dediğim olacak diyen. O zaman kendine bakabilecek durumda ise, du­rum farklı olabilir. İlle benim dediğim olacak diyen Firavun gibi bir insanla, benim kim olursa olsun anlaşmam mümkün değil.


− Rânâ Hanım güzel meziyetlerini kimden almıştı?


− Onun bir öğretmeni varmış ortaokulda. Hep onun gibi olmak istemiş, onun davranışlarına dikkât etmiş ve hayatında uygulamış.


− İnsan genç veya yaşlı, her konuda hep daha iyiye gitmek için bir arayış içinde olmalı değil mi?


− Evet yavrum, biz her zaman bir güzellik avcısı olmaya çalışacağız. Ne yapıyorsak onu en iyi yapmaya çalışacağız. Giyinirken en zevkli giyinmeye çalışmak, yemek yiyorsak en güzel yemeye çalışmak, kitap okuyorsak her cümlesinden ayrı bir zevk almaya çalışmak... Her alanda ama her alanda bunu uygulamak. Meselâ daha güzel, daha etkili konuşmaya, daha güzel yürümeye, telefonda daha güzel hitap edebilmeye ça­lışmak...


− Efendim, bütün bunlar için kendimizde dikkât unsurunu nasıl geliştireceğiz?


− Önce meselâ bir bardak çayı içmekle başlayacağız. Ona öyle konsantre olacağız ki. Diyebilirsiniz ki dünyada yedi milyar insan çay içiyor. Hayır içmiyor. Onların çoğu sadece çay içtiğini sanıyor. Önce, içtiğimiz her yudumun tadını almayı bir güzel sanat haline getireceğiz ve hepsinden ayrı ayrı lezzetler ala­cağız. Sonra bunu adım adım her alana uygulayacağız.


Meselâ sokakta yürüyorsun, etraftaki her eşyayı algılamaya çalışabilirsin. Meselâ bir mağazanın vitrin yazısı çok güzel, onu dahi gözden uzak tutmayacaksın. Hep, güzellikleri içine sin­dirmeye çalışacaksın. Meselâ bir kuşun kanat çırpmasını... Yani bir güzellik avcısı olacaksın.


− Efendim, siz gerek yalnız, gerekse Rânâ Hanım’la birlikte birçok ülkeyi gezmişsiniz. Seyahatin sizin hayatınızda hep yeri olmuş. Peki seyahat etmeyi niçin bu kadar önemsediniz?


− Ortaokul, lise hayatımızda bize hep “Batı, Batı” dendi. “Batı insanı şöyle, Batı insanı böyle” dendi. Acaba ne derece doğru idi? Yani ben gerçekleri gidip yerinde görmek istedim. Her yeri adım adım gezdim.


− Peki yurtdışı seyahatlerini herkese tavsiye eder misiniz?


− Hayır. Yurtdışına gidecek insanın belli bir kültür sevi­yesinde olması lâzım. Oralarda gördüklerini lâyıkıyla değer­lendirebilecek potansiyelde olması lâzım. Yoksa oralardaki cicili bicili görüntülere takılı kalır. Bazı sosyete hanımları gibi çarşı pazar dolaşmak, inciye boncuğa bakmak, Batı’yı görmek ve tanımak değildir.


− Efendim, her şeye karşı bu tecessüs duygusuna nasıl ulaştınız, sizi yönlendirdi mi birisi çocuk yaşlarınızdan itibaren?


(Sabri Baba, işaret parmağıyla yukarıyı işaret ediyor) Bu öyle teşvikle filân olacak iş değil yavrum. Bu Allah vergisi bir şey.


− Efendim, ânı yaşamak da çok önemli değil mi?


− Ahmet Hamdi Tanpınar; “Ve bir an yaşıyorum bütün bir ömre bedel.” diyor. Anlarımızı bir bir güzelleştirerek bunu bü­tün hayatımıza yaymalıyız.


Hayat bizim için her gün, her an yeniden başlamalı. Dünü unutacağız. Ne diyor Gülten Akın:


“Bu hava yalnız bu akşam üstünündür.”


“Bir dost elinizi aynı sıcaklıkla bir daha tutmayacak.”


“Mümkün mü, mümkün mü bir daha, bitti, kaybettiniz.”


Hayatta hiçbir şeye takılıp kalmak doğru değildir. “Ben yepyeni güzellikler yaşamak istiyorum, görüş ufkumu genişlet­mek istiyorum, benim geçmişle hesaplaşacak zamanım yok.” demelidir. Her doğan gün bir şanstır. Daha iyiye, daha güzele, mükemmele gitmek için bir şans. Ânı yaşamak çok ince bir nokta. İbn-ül vakt olabilmek çok önemli.


Çayname diye bir kitap okumuştum. Japonların çok özel çay salonları oluyor. Herkes buraları açamıyor. Orada çay içmeye gitmeden önce duş alıyorlar, pastel renkli elbiseler giyiyorlar, kimseyle konuşmadan oraya varıyorlar. Çayhanenin kapısı çok alçak, oradan eğilerek giriyorlar ve bulunan ilk boş yere oturuyorlar. Çaylarından aldıkları her yudumun hakkını vermeye çalışıyorlar. Çayı demlemek için de, acaba odun ateşinde mi, yoksa başka bir ateşte mi güzel çay pişer, odun ateşinde pişerse, hangi odunla daha lezzetli olur... diye defalarca de­neyler yapıyorlar.


Meselâ bir kadının yüzüne bir an bakabilmek de bir sanattır. O bakışla, onun ruhunun derinliklerine inebilmek bir sanattır. Diyeceksiniz ki kamufle eder, saklar. Bakmasını bilen için sak­layamaz. Yüzdeki her bir uzuv ayrı ayrı önemli. Yanaklar, kaş­lar, gözler, dudaklar… hepsi birlikte bakıldığında çok şey anlatır.


− Efendim, hanımlarda en çok eleştirdiğiniz davranışlar nelerdir?


− Sakız çiğnemek, açık kıyafetler giymek, sigara içmek... Bugüne kadar sigara içen bir kadına daha hiç aşk mektubu yazan olmadı. Çünkü sigara içen kadının ağzı fena halde kokar. Hiçbir erkek böyle bir kadını öpmek bile istemez.


− Adam kendisi de içiyorsa?


− Kendisi içse bile karşısındaki hanımda istemez.


(Yan masalardan birinde birbirlerini tanımaya çalıştıkları anlaşılan orta yaşlarda bir hanım ve bey bulunuyor. Kadın, yemeği bittikten sonra bir sigara yakıyor, karşıya doğru üflüyor. Adam ise sigara içmiyor ve gergin görünüyor. Kadının sigarası bitince kalkmaya karar veriyorlar.)


Sabri Baba:


İşte bu kadın, az önce o şekilde sigara içerek işi kırılma noktasına getirdi. Böyle bir adam, bu kadınla hayatta evlenmek istemez. Böyle bir kadından ne eş olur, ne sevgili... Ben o kadının yerinde olsam öyle davranırdım ki, onun gönlünü orada fethederdim. Ama o daha gelirken bir havalara girmişti. Biz sahneye hangi rolü oynamak için çıkmışsak, onu en güzel oy­nayacağız.


− Efendim, siz kız çocuğu olarak dünyaya gelseymişsiniz herhalde çok lâtif, güleryüzlü, tatlı dilli, peşinden çok kimsenin koştuğu bir hanım olurmuşsunuz.


(Sabri Baba gülüyor) Annem bana çocukken “Oğlum iyi ki kız çocuğu olmamışsın. Bakkala bir kutu kibrit almaya gitsen, peşinde on adam takılı olarak eve gelirdin.” derdi.


− Efendim, siz dışarıda, lokantada yemek yemek için ma­sanıza ilerlerken veya yemek yedikten sonra ayrılırken ya­kındaki masalarda oturanlara hep güleryüzle selâm veriyor ve duruma göre “iyi günler”, “iyi akşamlar” veya “afiyet olsun efendim” diyerek güzel dileklerinizi belirtiyorsunuz. Bu bir edep kaidesi midir?


− Öyle. Bunların hepsi insan ruhuna bir artı yükler. Eski İstanbul terbiyesinde, vapurda herkes aynı yerine oturur ve etrafındakilere hatır sorarmış. Bir okuldan mezun olununca ho­calarla irtibat kesilmez, bayramlarda, kandillerde ziyaret edilir, elleri öpülür, hayır duaları alınırmış. Bu da bir incelik.


− Efendim, yemeğe misafir davet ederken çağrılanlar nasıl tespit edilmeli, burada da bir incelik söz konusu mu?


− Yemeğe iki kişi çağrıldığında bile, çağrılan kimseler ara­sında kültür uyumu var mı, görgü, dünyaya bakış, mizaç uyumu var mı, dikkât edilmeli, birbirlerini tamamlayacak kişiler seçil­meli.


− Efendim, insanların yürüme şekli ile karakteri arasında bir ilgi var mıdır?


− Hem de çok.


− Peki ses tonu ve konuşma üslûbu ile?


− Evet. Meselâ siz bana bir kadının telefonda “alo” deyişini bir kez dinletin, ben size o kadının karakteri hakkında altı saat konuşayım.


− Peki insan sesini eğitmeli mi? Bu mümkün mü?


− Elbette mümkün. Herkes sesini eğitebilir. Bunun için her gün yüksek sesle bir kitaptan bir parça okumak, bir şiir okumak, sesi güzel olsun veya olmasın bir şarkıyı, ilâhiyi söylemeye çalışmak, sonra nota okumak: do, re, mi... (Sabri Baba, notaları farklı şekillerde terennüm ediyor, dinliyoruz.)


− Efendim, “romantik” olmayı kadında ve erkekte nasıl de­ğerlendiriyorsunuz?


− Romantik olmayan bir kadın beş para etmez.


− Niçin efendim?


− Çünkü kadın, aşkın, şiirin, sanatın simgesidir. Yalnız para, mal, mevki düşünen bir kadın taştan farksızdır. Allah kimsenin başına öyle bir kadın vermesin.


− Peki, erkeklerin romantik olması?


− Yerine göre. Ekmek parası kazanırken değil tabi.


− Efendim, siz şık ve temiz giyinmeye de çok önem ve­riyorsunuz?


− Kılık kıyafet çok önemli. Özellikle iş hayatında çok şık olacağız. Bu zamanda insanlar kafanı, kültürünü, edebini, ince­liğini takdir edecek durumda değiller. Onlar size baktıkları za­man, sadece üzerinizdeki döpiyesi, takım elbiseyi görüyorlar.


− Peki, iki insanı kıyaslamak doğru mudur?


− Hayır, bu tevhide aykırı olur. Yaratılan her zerrenin bir rolü, bir fonksiyonu vardır. Her seçim kendi içinde değer­lendirilmelidir. Bir insanı diğerleriyle kıyaslamak doğru değildir. Hatta bir insanın bir ânını, başka bir ânıyla bile kıyaslamak doğru değildir.


− Efendim, sonradan dost olduğumuz ama ilk defa kar­şılaştığımızda çok uzun süredir tanıyormuş gibi hissettiğimiz insanlar oluyor, bunu nasıl izah edebiliriz?


− Hayata bakış açıları aynı insanlar arasında iletişim çok kolay oluyor. Beklentileri aynı olan insanlar arasında ilk görüşte anlaşma oluyor, olmamışsa o öylece devam ediyor.


Bir gün yurtdışında otobüste gidiyordum, “Keşke,” dedim içimden “birisi bana yer verse.” O sırada hiç beklemediğim bir hanım “lütfen buyurun, siz oturun” dedi. Yine yurtdışında otelde kahvaltı ediyorduk. Çok güzel bir erik reçeli vardı masada. “Ah, keşke burası bir pastane olsaydı da bir porsiyon daha söy­leseydim.” diye içimden geçirdim. Uzun sürmedi, dilini bilme­diğimiz, otelin sahibi olan hanım yaklaştı, reverans yaparak selâm verdi, eğildi ve masaya bir kase erik reçeli bıraktı.


Gülten Akın bir şiirinde: “Gönülce söyle bana, dilinden bil­mem.” der. Önemli olan gönül diliyle anlaşabilmek.


− Efendim, bazı insanları ilk bakışta çok itici de bulabiliyoruz, bu da benzer bir durum herhalde?


− İnsan karşısındaki insandaki negatifliği hemen algılıyor. İnsanların etraflarına yaydığı bir elektriği vardır. Elektriği bir­birine uyan insanlar birbirlerinden hoşlanırlar. İnsan, o elektriği algılar, hisseder.


− Efendim, insanın enerjisi pozitif veya negatif olarak do­ğuştan belli midir?


− Yavrum, bir pilin iki ucu var. İnsan da öyle, pozitif yönü (mânevi) de var, negatif (maddî yönü: zina, içki, kumar) yönü de var. Şahıslar da toplumdan aldığı etkilerle ya pozitife mey­lediyor, ya da negatife meylediyor. Ama bugün toplumda negatif yön hâkim. Artık çoğu olaylar negatif insanların isteğine göre cereyan ediyor.


− Efendim, siz bir yerde otururken arkada nasıl birisi ol­duğunu hissediyorsunuz, nasıl oluyor?


− Onlardan çıkan elektriği hissediyorum. Seslerini duyarsam haklarında objektif yargılarda bulunabiliyorum.


− Bir insan hakkında fizikî olarak görmeden de karar ve­rilebilir o zaman?


− Gayet tabi. Bazan kullandığı bir kelime, o kelimeyi kullanış şekli o kimse hakkında fikir vermeye yeter.


− Efendim, siz çok farklı inanç ve düşünceden insanlarla dostluk kurmuş, sohbet etmişsiniz. Farklı görüş ve düşüncedeki insanlarla nasıl hep iyi anlaşabildiniz?


− Annem bana “Oğlum, Allah’ın ve Peygamberin inan de­diklerinden başka hiçbir şeye inanma.” demişti. Ben ateistle de, komünistle de, budistle de dostluk yaptım ama inandıklarımdan da ödün vermedim.


Negatif insanların üzerine gitmekle hiçbir şey elde ede­meyiz. Adamın içi zaten yaralı, bir de biz üstüne gidersek hep çıldırtırız.


− Siz farklı ortamlarda bulunmaya, oralarda gözlemler yap­maya, olayları ve insanları incelemeye hep çok önem ver­mişsiniz, hatta bunu bir aşk haline getirmişsiniz?


− Biz her insandan, her ortamdan bir şeyler öğrenmeye çalışacağız. Bir erkek adam her tür insanı tanıyacak, usulü dairesinde farklı farklı ortamlarda bulunacak, oralardaki insan­ları gözlemleyecek ki, sonra gerçek iyinin değerini lâyıkıyla takdir edebilsin.


− Efendim, çok yapışkan davranan, boşuna zamanınızı alan insanlar olduğunda kırıcı olmadan onları uzaklaştırmak için ne yapardınız?


− Yavrum, özellikle böyle hanımlar mânevi konulardan hiç hoşlanmazlar. Onlara birkaç Âyet, birkaç Hadis okursan hemen uzaklaşırlar. Bir gün Rânâ Hanım’la trende seyahat ediyorduk. Karşımıza bir başka adam daha geldi, oturdu. Rânâ Hanım adamdan çok rahatsız oldu, kulağıma eğilerek “Sabri,” dedi, “bu adamı uzaklaştırsan, ben çok rahatsız oldum.” Düşündüm, ne yapabilirim diye. Hemen aklıma geldi. Rânâ Hanım her zaman çantasında Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin Fütuh-ul Gayb adlı eserini taşırdı. “Rânâ,” dedim, “şimdi o kitabı çıkar ve bana yüksek sesle okumaya başla.” Biraz sonra adam pılısını pırtısını toplayıp, kalktı, gitti. Biz trenden inene kadar da ortada gö­zükmedi.


− Efendim, siz bir şiirinizde “Ne olur kirlenmesek, temiz kalsaydık” diyorsunuz. Bir insanın tam olarak doğduğu günkü gibi tertemiz kalması mümkün mü? Bunun için nelere dikkât etmek lâzım?


− Yavrum, bu toplum şartları içinde haliyle üzerimize çamur serpecektir. Azize Anne bize “Lütfen yavrularım, az kirlenin” derdi. Önemli olan burası.


İnsanlar hayatlarının bir yerlerinde hata işleyebilirler. Önemli olan bir yerde “dur!” demeyi bilmektir. O zaman kendine yol yordam öğretecek birisinden öğüt almalı. Madem yalnızken hata yapıyor, bir rehber gerek.


− Efendim, bir çocuğun küçük yaşlardaki hâl ve tavırları, onun ileriki yaşlardaki hâline işaret eder mi?


− Eder. Ben birkaç aylıkken annem eczaneden mama almış. Eczacı verilen parayı bozamamış, “Sonra verirsiniz efendim.” demiş. Para ödeninceye kadar mamadan yememişim. Çocuğun hareketleri şekillendiğinde ilerideki hâl ve durumuna işaret eder.


− Efendim, şimdilerde daha ortaokulda, lisede bile genç kız ve delikanlıların bir kısmının derslerine, kendilerine yeni yetenekler kazandıracak çalışmalara konsantre olmak yerine, akılları fikirleri flörtte oluyor. Özellikle lisede ve üniversitelerde erkek veya kız arkadaşıyla yaşadığı sorunlar yüzünden psi­kolojik bunalıma girenler ve bütün eğitim hayatları aksayanlar oluyor. Tabi anne babalar da öğrendiklerinde iş işten geçtiği için çok zor durumda kalıyorlar. Peki sizce anne babalar iş bu noktaya gelmeden neler yapmalı, gençleri nasıl iyiye, doğruya, güzel çalışmalara yönlendirmeli?


− Anne baba ta çocukluktan itibaren bu fikri çocuğunda işleyecek. O yaşlara geldiğinde çocuk kendiliğinden o yolun yanlışlığını bilecek. Bazı hedefleri olacak·ve her şeyden önce onlara ulaşmaya gayret edecek. Hayatta her şeyin bir sırası, zamanı var. Daha çok küçük yaşlarda mânevi değerler aşı­lanmış olacak. Mânevi değerler yaşanmadan bir insanın temiz kalması, kötülüklerden kendini koruması mümkün değil. Ama bugün bunları yapan aileler o kadar az ki. O nedenle bazı gençlerin aklı fikri hep cinselliğe kayıyor.


Belli bir yaştan sonra çocuğa hiçbir şey verilemez. Onbeş yaşındaki bir genç kıza, bir delikanlıya siz artık bir şey yap­tıramazsınız.


Meselâ gençliği benim kadar temiz geçen bir başka kimse çok zor bulunur. Akıl baliğ olduğum zaman annem çamaşı­rımdan anlamış, beni çağırdı: “Bak oğlum,” dedi, “sen artık çocuk değilsin. Erkek oldun. Şimdi bu çevrende gördüğün kızlar senin kardeşlerin. Eğer onlara başka gözle bakacak olursan sana annelik hakkımı helâl etmem, âhirette de iki elim iki yakanda olur.” Bu söz beni çok etkilemişti. Bugün kaç anne çocuğuna bunları söylüyor? Çocuklarının kırdığı cevizlerle öğü­nen anneler var. Babamın memleketi Ermenek’te tanıştığım Ömer Efendi Hoca da mânevi desteğim olmuştu. Tertemiz, pırıl pırıl bir gençlik yaşadım. Hukuk fakültesinde kızlar arasında adım “İtimad”dı. Ders aralarında gelirler, en mahrem sırlarını, sıkıntılarını bana anlatırlardı. Ben de onlara nasıl davranmaları gerektiğini söylerdim. Hiçbirinin sırrını hiç kimseyle paylaşma­dım ve hiçbirisine kardeşten farklı bir gözle bakmadım.


− Efendim, “Hayatı anlamak” sözünü sohbetlerinizde çok kullanıyorsunuz, bu sözün içine neler giriyor?


− Varoluşun amacı nedir? Allah bizi dünyaya neden gön­derdi? Bununla neyi murad etti? Bizi niçin yaşatıyor? Bu so­ruların cevaplarını verebilmek lâzım. Bugünkü insanların çoğu niçin dünyaya gönderildiklerini bilmiyorlar. Biz nasıl bir hayat yaşayalım ki, son nefesimizde “eyvah, kaybettik” demeyelim. Allah ve Peygamber yolunda gitmeyen bir kimse hiçbir zaman hayatı anlayamaz. Bir insanın inancı onun hayatına bir incelik, bir güzellik katmıyorsa, o edebiyattan başka bir şey değildir. “Yağ yiyen köpek, tüyünden belli olur.” denir Ermenek’te.


Biz, her zerreden bir ders almaya çalışacağız. Her varlığa sevgiyle yaklaşacağız. Kimde ne olduğu belli değil.


− Efendim, önyargılar nasıl teşekkül ediyor?


− Yavrum, hep bir şeyleri kafamıza takmaktan oluyor. Ben meselâ mısır yemem. Emin Amcamla bir gezmeden dönerken, baktım bir adam mısır satıyor. Kaynayan mısır kazanından mısır istedim. Meğer amcamın sadece dönüş parası varmış. Sonra hava kararmaya başladı. Amcam kıvranıyor, haydi gidi­yoruz, gideceğiz diye beni oyalıyor. Sonra bir otobüs geldi, şo­förü tanıdıkmış, para vermeden onunla döndük. Ben ondan sonra mısıra küstüm.


− Efendim, güzel ve hayırlı olduğunu umduğu bir işe girişirken insan risklerini de göze almalı mı?


− Hayırlı bir işe girdiğine inanan kimse, belli bir noktadan sonra sonu şöyle mi olur, böyle mi olur diye artık düşünmemeli. Risk almadan, insan hiçbir şeye sahip olamaz. İşte, “rızkım yeter mi, yetmez mi” diye düşünürsen, “ayı çıkarabilir miyim” dersen, bu sefer de paranın bereketi gider. Madem bir işe giriştik, artık bunları düşünmeyeceğiz.


Bir velî zat camide kendinden geçmiş halde vaaz ederken müezzin efendi gelmiş, “Efendim, ben çıkıyorum, kimse kal­madı.” deyince, o zat da “Yavrum, zaten ben de meleklere an­latıyordum.” demiş. Biz bir işi yaparken şöyle mi olur, böyle mi olur demeyeceğiz. O hayırlı işe girişeceğiz, isterse kimse ondan istifade etmesin.


− Efendim, siz bundan bir süre önce “İnsan kendi rızkını hazırlar mı?” sorusuna verdiğiniz cevabın bir yerinde “Acaba o kimsenin evi temiz mi, lavaboları pırıl pırıl mı? Bazı kimseler yokluktan, maddî darlıktan şikâyet ediyorlar. Acaba böyle ay­rıntılara dikkât ediyorlar mı?” anlamında görüş belirtmiştiniz. Bütün bunlar rızık darlığına mı sebep oluyor?


− Hayatta müstakil hiçbir olay yoktur yavrum. Eğer bir kimse yatarken bir çorabını bir yere, öteki çorabını başka bir yere fırlatırsa o kimsenin rızkı da dar olur, neşesi de, mutluluğu da. Biz hayata saygı gösterirsek hayat da bize saygı gösterir.


Her zerreden çıkan ses bütün kâinatta hissedilir. Bizim her tebessümümüz, her kaş çatışımız her şeyi etkiliyor. Dua etti­ğimizde bunun tesirini herkes hisseder. Bilincinde olmayabiliriz ama biz her şeyi algılıyoruz. Kötü bir kimsenin kafasından çıkan eksi elektrik bile komşularını etkiler.


− Efendim, siz zaman zaman kadınlık sanatının incelik­lerinden bahsediyorsunuz ve “Yuvayı yapan dişi kuştur.” sözünü vurguluyorsunuz. Peki bunun yanısıra bir de erkeklik sanatı yok mu?


− Erkeklik sanatında bir erkeğe düşen görev, kadınlık sanatında bir kadına düşen görevden daha fazladır. Onu en güzel olarak Ermenek’te görüyoruz. Ermenek’te bir söz vardır: “Bir erkek eve girerken öyle aşk dolu, heyecan dolu, neş’e dolu olmalı ki, duvardaki duran saat bile çalışmaya başlamalı.” derler. Burada saat bir sembol tabi. Erkek, öyle heyecanlı, öyle aşk dolu gelmeli ki, evine büyük bir neş’e, huzur ve mutluluğu da beraberinde getirmeli. Yoksa bir karış suratla gelen bir erkeği hiçbir hanım istemez.


Erkek evin içinde yerine göre neş’esiyle, yerine göre oto­ritesiyle bir denge unsuru olacak, evin gelirini aklı başında bir şekilde idare edecek. Sofraya oturulduğunda gelen sadece bir çorba bile olsa hanımını iltifat ile karşılayacak, “ellerine sağlık, bir çorba ancak bu kadar güzel olabilir” diyecek. Eşine her zaman onu çok sevdiğini söyleyecek. Eşinin ruh ve akıl dengesi içinde yaşaması için bütün tedbirleri alacak. Meselâ hanımı bir komşu ziyaretine gittiğinde, çok pahalı elbiseleri olan, takıları olan komşunun hanımına imrenebilir. Orada öyle kelâm edecek ki, onu bu duygularından kurtaracak. Hanımının noksanlıkları varsa sosyal, kültürel, o taraflarının giderilmesi için çok gayret harcayacak ama bu onu hakir görerek değil de, onu teşvik ederek, ona güzel kitaplar alarak olacak. Bir hareketinden memnun olmadığı zaman, onu da kırıcı olmadan dile getirecek. Çünkü söylenmeden içe atılan konular biriktikçe sonradan sorunlara neden oluyor.


− Efendim, “Sevgiden bakır altın olur.” sözünü açar mısınız?


− Bu bir sembol tabi. Sıradan bir insana saygı gösterin, sevgi gösterin, ilgi gösterin, o ölü gibi olan kimse çok daha mutlu, çok daha güzel ve huzurlu oluyor. Çevresiyle daha iyi geçiniyor, daha verimli çalışıyor. Günümüzde insanlar birbirle­rine sevgi göstermeye korkuyorlar. Oysa sevgi çok önemli. Önce sevgi, sonra sevgi. Gülten Akın’ın söylediği gibi bir şii­rinde:


“Bir büyük oyun kardaş yaşamak dediğin


Beni ya sevmeli, ya öldürmeli.”


− Efendim, Yunus, “Aşk gelicek, cümle eksikler biter.” diyor. Sevgi demiyor?


− Çünkü sevgi bir başlangıçtır. Aşk, sevginin en ileri, en muhteşem, en yüce şeklidir. Bir insan bir bitkiye de, bir eşyaya da âşık olabilir. Yunus’un bir mısraı var: “Taş gönülden ne biter?” diye. Çiçekleri sevmek, ağaçları sevmek, taşları sev­mek, yaratılan her şeyi sevmek... Sait Faik, “Her şey, bir in­sanı sevmekle başlar.” diyor. Aşk, bir insana duyulan sev­giden başlayarak Allah’a ulaşmaktır.


Aşk, bütün duyguların en üstünüdür; muhabbetle başlar.


Bu çağın şu anda en büyük insanı; sevgisi en muhteşem olan her kimse, odur. Aşk kimdeyse, yücelik ondadır.


Aşk da, muhabbet de durağan değildir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah her an yeni bir şe’ndedir.” buyruluyor. Aşk da aynı kıvamda kalmaz.


Aşkta daha ileri noktalara gitmek için hakkına razı olmak gerekir. Biz hep itiraz ediyoruz, şu niye bunu giymiş, filân niye böyle yapıyor, şunun neden şusu var… Şöyle düşünün; bir an için hayatta her şey olduğu yerde durdu. İşte hayatı o an olduğu gibi kabul edeceğiz. Ama biz ne yapıyoruz; şu niye böyle yaptı, bana niye böyle söyledi diyoruz.


Bütün ruh yücelikleri, bütün sanat eserleri hep hakkına razı olmakla ortaya çıkmıştır. Hâline razı olan insanda sükûnet hâsıl olur. Artık bu niye böyle, bu niye bunu söyledi, bu neden böyle olmadı demeden, enerjisini iyiye, güzele yöneltmiş olur. Bir gün, bir kitap gördüm, başlığı “Cehennem Biziz” idi. “Tamam kar­deşim” dedim, “biz senden iyi mi bileceğiz.” Kitabın kapağını bile açmadım. Açar mıyım, enayi miyim ben?


− Efendim, bir deney yapılmış. Yeni doğan bir grup bebeği ikiye ayırmışlar. Birinci grupla kimse konuşmamış, sadece ih­tiyaçları karşılanmış. Diğer grupla ise ayrıca konuşulmuş. Ken­disiyle konuşulmayan bebeklerden bir süre sonra ölenler olmuş.


− Evet, orada çocuk bunu algılıyor. Konuşma da bir duy­gunun ifadesidir. “Madem ki sevilmiyorum, o halde niye yaşı­yorum” diyor. İntihar edenler hep sevgisiz kalan insanlar oluyor. Oysa bugün bazı insanlar “Sen paradan haber ver.” diyorlar. Ne kadar yanlış bir düşünce.


− Efendim, sohbetlerinizde toplumda bir sevgi susuzluğunun yaşandığını söylüyorsunuz. Sizce sevgiler bütün nüanslarıyla dışa yansıtılmalı, gösterilmeli mi, yoksa bazı duygular gizli mi kalmalı suistimal edilmemesi bakımından?


− Eğer dünkü toplum olsaydı farklı olurdu ama bugün sev­gileri söylemek lâzım. Bugün biz toplum olarak sevmeyi unuttuk. Şimdi insanlar çok büyük bir sevgi açlığı, özlemi içindeler. Herkesin sevgiye, ilgiye ihtiyacı var. Çılgınca bir sevgiyi, evet, bütün nüanslarıyla söylemek lâzım. Yunus diyor ki: “Sevdiğimi demez isem sevgi derdi boğar beni.” Adamsa “O nasıl olsa benim karım. Ona sevgimi söylememe ne gerek var?” diyor.


Bir sadrazam ihtilâllerde kaçarak tam sekiz kez ölümden kurtulmuş. Yine de bir gün sadrazam olmak için padişaha haber gönderiyor. Padişah hayret ediyor, “Bunca bâdireden sonra korkmuyor musun?” deyince, “Ama efendim,” diyor, “ne yapa­yım, bu etek öpülmek istiyor.” Sarhoşlara dikkât edin, çoğu sevgisiz kalmış kimselerdir. Onlara gerçek bir sevgi, saygı, ilgi gösterilse hiç öyle yaparlar mı?


Bir insan içtiği içki oranında sevgisizliği yaşıyordur. Ne seviyordur, ne seviliyordur. Sevilmeyen insanda bir şahsiyet olmuyor, bir de sağlık olmuyor.


− Peki çocuklarımıza? Onlara da sevgilerimizi tam olarak söylemeli miyiz?


− Hayır! Eğer böyle yaparsak şımarırlar. Onlara karşı daima itidâl içinde olmak lâzım. Japonlara göre bir çocuğa karşı yapılacak en büyük kötülük, onu şımartmaktır. Sonra o çocuk ileride karısı veya kocası için, âmiri veya memuru için baş belâsı oluyor. Kapris ve kompleks yapıyor.


Amerika’da yüzme şampiyonu yetiştirmek için yeni doğmuş çocuğu denize bırakıyorlarmış. Dikkât edin madalyaların ço­ğunu onlar alıyorlar. Ama biz ne yapıyoruz, sürekli pohpohlu­yoruz.


Benim ilk mürşidim annemdi. Ona her şeyimi anlatırdım. Güzel bir hanım görsem, onu bile annemle paylaşırdım. Ço­cuklarımızla ana-baba-oğul gibi değil, iki arkadaş gibi olacağız. Öyle asarım keserimle iş bir yere gitmez. Ama arada hassas bir çizgi muhakkak olacak. Annemin, saygı dışı en ufak bir hareket yapmama asla müsaade etmeyeceğini çok iyi bilirdim. Kimileri “Ama çalışan hanımların işi zor…” diye konuşmaya başlıyor. Benim annem de çalışan bir hanımdı ama beni çok güzel ter­biye etti.


− Shakespeare, “Dünya, bir tiyatro sahnesidir.” diyor. İn­sanlar ilâhi plân gereği kendilerine verilen rolü mü oynuyorlar?


− Bir gün Hz. Süleyman Peygamber hanımından çarşı için bir liste alır. Hanımı “patlıcan al, domates al, biber al, et al, ekmek al, peynir al, gel” der. Hz. Süleyman çarşıya gider. O esnada tamamen Allah aşkıyla doludur. Esnafa bakar, kimi mal satıyor, kimi para alıyor, veriyor. “Allah’ım,” der, “bu adamların aklı fikri malda, parada. Ne olur Rabbim şunlara bir aşk ver. Sen’den başka bir şey düşünmesinler.” Aradan bir hafta geçer. Yine hanımı bir ihtiyaç listesi uzatır. Hz. Süleyman kasaba gider, bakar kasap kendinden geçmiş halde ibadet ediyor. Bekler, bekler kasap farkına bile varmaz. Sonra manava gider, aynı durum; ekmekçiye gider, aynı durum. Sonra ellerini açar: “Allah’ım” der, “beni affet. Bir kere işine karıştım, hanımımın listesi havada kaldı, tövbeler tövbesi”. Sonra eski hallerine dönmeleri için dua eder. Duadan biraz sonra hepsi işlerinin başına geçerler.


İşte hayatın özünü açıklayan bir hikâye. Hayatta her insanın yeri var. Ebu Lehep de olmalıydı. Onlar görevlerini yapıyorlar. Ortaokuldayız. Maarif Müdürlüğü’nden bir emir geldi. Dediler ki: “Her sınıf öğretmen nezaretinde küçük tiyatroya gidecek.” Gittik, sahne açıldı. Bir muhasebe bürosu. Üç kadın, bir erkek memur var. Kadınlardan biri erkek memura âşık oluyor. Bir gün diğer iki kadını gönderiyor, adama aşkını itiraf etmek için. Gidiyor evine saçlarını yaptırıyor, dekolte bir kıyafet giyerek işe geliyor. Adamsa evli. Çeşitli yollar deneyerek adamı tahrik etmeye başlıyor. Yavaş yavaş adam gevşiyor.


O arada seyircilerden gri mantolu bir teyze ayağa kalktı, bağırmaya başladı: “Hanım hanım,” dedi, “o adamı ayartmaya kalkma, o evli!” Hemen görevliler geldi, kadını dışarı çıkarmak için tuttular. Kadın hâlâ bağırıyordu. Seyirciler gülmeye baş­ladılar. O gri mantolu teyze, orada tiyatroya kendini öyle kap­tırmıştı ki, hayatla tiyatroyu karıştırmıştı. Biz de insanlara böyle bakıyoruz. Aslında o eleştirdiğimiz kimseler kendilerine verilen rolleri oynuyorlar.


− Efendim, hatta belki rollerini güzel oynuyorlar diye takdir bile etmek lâzım, öyle mi?


− Öyle yavrum.


− Mâneviyat yolunda ilerlemek isteyen bir insanda nefret duygusu hiç olmamalı mı?


− Hayır! Allah’a âşık olan bir insanda nefret duygusu olamaz. Hiçbir varlığa karşı. Kâinatta hiç kimse Peygamber Efendimiz kadar hassas ve merhametli olmadı. Ama O, çok sevdiği amcası Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi’yi bile affetti.


Bugün insanlara karşı içinde kin duygusu taşıyanlara, bu durumdan kurtulmaları için kin duydukları kimselere dua et­melerini öneriyorum. Şimdiye kadar bunu benden başka söy­leyen olmadı. Dua edilince nefs aradan çıkıyor. İnsan Rabbiyle başbaşa kalıyor. Bu konu “Gönül Sohbetleri” kitaplarında iş­leniyor. Bugün “Gönül Sohbetleri” aslında çağın kitabı ama far­kında olan kaç kişi var? Birçok kitapların özünün özü bu kitap­larda.


− Bizim bir başkasını düzeltmek gibi bir görevimiz var mı?


− Bu şöyle olur: Biz öyle güzel bir hayat yaşayacağız ki, çevreye örnek olacağız. Annem ve babaannem iki velî hanımdı. Bana bir tek gün şunu şöyle yap, böyle yap demediler. Her koyun kendi bacağından asılır. Rüşvete “bahşiştir” diyen Prof. İlber Ortaylı’nın hesabını yine kendisi verecek.


Önemli olan olaylar karşısında İslâmî bir tavır alabilmek. Kenan Rıfai Hz. ne diyor:


“Kötülük senin sınırına geldiğinde orada duruyor mu, durmuyor mu, önemli olan bu.”


“Siz inanmazsınız benim inandıklarıma, ben inanmam sizin inandıklarınıza. Sizin dininiz size, benim dinim bana.” Kur’an-ı Kerim.


Bizim inanç sistemimizde münakaşa yok. Biz kimseyle tartışmayacağız. Hiçbir konuda. Herkesi olduğu gibi kabul ede­ceğiz. Bir gün anlattılar, bir işyerinde şef, hanım memura yeni bir bilgisayar vermiş, “Bak, yine en iyi bilgisayarı sen kaptın” diye imâlı konuşunca, hanım memur kızmış. Ama orada ben olsaydım öyle demezdim. “Hanımefendi, size lâyık değil ama idare edin.” derdim, kavga da çıkmazdı.


Her insanın bir huyu var. Nasıl bazı çiçekler çok su ister, bazısı az su, insanlar da öyle. Herkese mizacına uygun şekilde davranmayı bilmek lâzım. İnsanı tanımak, insan psikolojisini bilmek hayatta mutlu ve başarılı olabilmek için çok önemli.


Hayatta önemli olan leb demeden leblebiyi anlamak, küçük bir hareketinden o insanın kafasına hâkim olan bütün düşün­celeri çıkarmak.


− Efendim, dinler arası diyalog konusunda sizin düşünce­leriniz nelerdir?


- Ne diyaloğu? Adam senin inandığın Allah’a inanmıyor, Peygambere inanmıyor. Onlar “Allah, 3’tür” diyorlar. Peygam­berimizi tanımıyorlar. Ben böyle diyen bir adamla nasıl diyalog kurabilirim?


− Avrupa ve dünya sizce bugün mânevi yönden ne du­rumda?


− Avrupa’da hiç huzurlu insan yok. Çünkü Avrupa’da örnek olacak hakikat adamları yok. Nietsche’ye sarılıyorlar, o da ba­şını duvara vura vura ölmüş bir adam. Şu anda Berlin ve Paris belediye başkanları homoseksüel. Avrupalı kendisine yol gös­terecek bir insan-ı kâmilden mahrum.


Asya’da bir yerde Tsunami olmuştu. Merak ettim, araştırdım. Meğer oralarda çocuk fuhşu çok yaygınmış. Aileler kendi ço­cuklarını teşvik ediyorlarmış. Çocuklar kazandıkları paraları eve teslim ediyorlarmış.


Hocam Münir Bey derdi ki “İnsan bir günah işler, Allah onu affeder, başka bir günah işler, onu da affeder. Ama öyle bir zaman gelir ki, Allah gazaba gelir. Onu helâk eder.” Ebu Lehep o kadar ileri gitti ki, “Elleri kurusun Ebu-Leheb’in” diye âyet indi. Bugün toplum o kadar azdı ki, artık temiz insanlar TV açmaya korkuyorlar. Sinemalar da öyle.


(Genç bir gönül dostu):


− Dedeciğim, çok güzel bir film dediler, biz de onun üzerine “Issız Adam” filmine gittik arkadaşlarla. Ben filmden çıktıktan sonra ağladım. Ama neye ağladım bilmiyorum. Bir evde ni­kâhsız yaşıyorlar, bu sapıklık biliyorum. Aşk bu değil, onu da biliyorum. En sonunda birbirlerine sarıldılar ona mı ağladım, yoksa o çifte acıdım da mı ağladım hiç bilmiyorum.


− Yavrum, sen aslında memleketin haline ağlamışsın.


Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak, “Peygamberlere vahyettik” ve bir de “Arıya vahyettik” buyuruyor. Bugün arıcılar insanlara şifa olacak bir gıdanın doğal olmasına engel oluyorlar. Bu in­sanlara, bunun çok büyük vebâli olduğunu anlatan yok mu? Sahte veya fennî bal satanlar yarın Allah’ın huzurunda bunun hesabını nasıl verecekler?


− Efendim, dindarlık denince ne anlamalıyız?


− Dindarlık Allah’ın ve Peygamberin istediği şekilde ya­şamaktır. Allah ve Peygamber bizim mutlu yaşamamızı istiyor. Hem bu dünyada, hem öteki dünyada. Dünyası cennet olanın, âhireti de cennet olur.


Cennet, yaşanılan ânın güzelliğidir. O ânı saygıyla, sevgiyle, edep ve incelikle sonsuza dönüştürebilmektir. Bu yemek ya­parken olabilir, bulaşık yıkarken olabilir, namaz kılarken, bir şiir okurken, bir insanla konuşurken olabilir. Ve o yaşanılan an ebediyete dönüştürülebilir. Hafızada renk dolu, ışık dolu, aşk dolu bir sayfa bırakabilir. Cennet, Allah’la beraber olunan ânın içindeki sırdır. Önemli olan ömür denilen şu kısacık zaman dilimi içinde her ânı böyle sonsuzlaştırabilmektir.


Bugün bazı insanlar “Ben gönül adamıyım,” diyor, “başka işlerle ilgilenmem.” Bu çok yanlış. Madde ile mânâyı, bu dünya ile öbür dünyayı, kadınla erkeği ayrı ayrı düşünmek yanlış. Müslümanların mutlu olmaya, hayattan zevk almaya hakları yok mu? Vaktiyle zamanın padişahı bir seferde kaybediyor. Çok üzgün. Şeyhülislâmın dikkâtini çekiyor. Onu teselli etmek için “Sultanım, niye üzülüyorsunuz, yenilgi olacak tabi. Dünya kâ­firin, âhiret müslümanın.” diyor. Bu ne kadar yanlış bir düşünce efendim. Âhirette mutlu olacağımız ne malûm? Bir müslüman niye dünya hayatını efendice yaşamasın, Hadislere göre ha­yatına şekil vermesin, mutlu bir evlilik yapmasın, neden güzel giyinmesin, neden ağız tadıyla yiyip içmesin, herkesle iyi ge­çinmesin... “Ben sadece âhiretle ilgilenirim” ne demek efendim?


Bütün mesele dünya hayatı ile âhiret hayatını ayırmamak, madde ile mânâ arasında senteze ulaşabilmek...


Tasavvuf aklın yerini akla, gönlün yerini gönle bırakır.


− Efendim, akıl, aşk ilgisi?


− Aşkın akılla beraber gitmesi lâzım. Ben aksi görüşlere katılmıyorum. Aşkımız da aklımızIa uyumlu olmalı. Siteme gelen bir soruya cevap vermiştim. İşi ve ev geçindirecek geliri ol­mayan bir adamla evlenmek isteyen bir hanıma “böyle olmaz” demiştim. Daima ben tevhid taraftarıyım. Tevhid deyince bizim aklımıza sadece “La ilâhe illallah” sözü geliyor. Hayatı daima bir bütün olarak ele alacağız, ona tevhidî yaklaşacağız. Dünya ile âhiret, kadın ile erkek, madde ile mânâ, ruh ile beden arasında birlikteliği kuramazsak bu ne ifade eder? Biz öyle bir sevgi bağı kuracağız ki, bütün kâinatı aşkla, sevgiyle kucaklayacağız.


Akıl bir nurdur. “Aklı olmayanın dini de yoktur.” buyruluyor. Dikkât edin, gönlü olmayan denmiyor! Aklı olmayan deniyor.


Bazı durumlar da vardır ki, akıl onu anlayamaz. Meselâ ayın ikiye yarılması gibi. “Allah’ın zâtı üzerinde düşünmeyin” buy­ruluyor. Biz komşumuza bile niye bugün bunu pişirdin diye soramazsak, Cenab-ı Hakk’ı nasıl sorgulayabiliriz? Ziya Paşa “Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” diyor bir şiirinde. Öyle hususlar var ki, bu kuru kafanın içindeki akılla açıklanamaz. Bazı şeyleri akıl almıyor diye tartışmaya kalkmak olmaz.


− Efendim, akıl hastalığı ilaçla tedavi edilir mi?


− Akıl bir nurdur. Onu korumak lâzım. Aklın ilaçla tedavi olacağına inanmıyorum. Aklın görevini yapabilmesi için bizim evvelâ duygularımızı eğitmemiz lâzım.


− Peki ruh hastalıkları?


− Ruh hasta olmaz yavrum. Bu çok yanlış bir ifade.


− Efendim, sabrın iyisi sınırsız olanı mıdır? Bir şeye ta­hammülde sınır nasıl tayin edilmeli?


− Bazıları “sonsuza kadar sabır, sonsuza kadar tahammül” diyor. Bu insanlar Peygamber Efendimizin hayatına bakmıyorlar mı? Peygamber Efendimiz kendine yapılan zulümler bir çizgiyi aşınca hicret etti. Onun da sabrının bir çizgisi vardı. İnsan bir gün, iki gün dişini sıkar, sonra artık o sabır biter.


Hukukçular bilir. Bazen bir iki günlük evlilikten sonra ayrıl­maya kalkanlar oluyor. Tamam, karşı taraf baştan saçmalamış olabilir. Ama hemen ayrılmaya kalkanlar oluyor. Tabi, bu da doğru değil. Bir süre sabredeceğiz. Ama bu bir çizgiyi aşıyorsa, orada duracağız. Allah’ın da sabrının bir derecesi vardır. Pey­gamber Efendimize yapılan zulümler bir noktaya gelene kadar Cenab-ı Hak sabretti. Ama bu öyle bir noktaya geldi ki, Allah artık hicreti emretti.


− Efendim, mânevi büyüklere her konuda danışılabilir mi, yoksa bazı konular sorulmamalı mı?


− Ben kırk büyük mutasavvıfın talebeliğini yaptım. En son Münir Bey’e bağlandım. Hiçbirinden “mürşide bu sorulmaz” diye bir şey işitmedim. Kimi diyor ki “cinsel konular mürşide sorul­maz, ekonomi ile ilgili konular mürşide sorulmaz.” Ben internette bir site açtım, her soruya açık. Biz büyüklerimizden böyle gördük. Kadınlar en mahrem hallerini bir baba gibi Peygamber Efendimize soruyorlardı, hem de yerine göre topluluk içinde. O da bir baba şefkâtiyle cevaplıyordu. En büyük örneğimiz Pey­gamber Efendimiz. İsteyen herkes bana istediği soruyu gece gündüz sorabilir.


− Efendim, “Hiç kimse bilmez bizi, biz ne işin içindeyiz?” sözünü biraz açar mısınız?


− Yavrum, bir velî bir yerde sohbet eder ama aynı anda gider Kâbe’de namaz kılar, başka bir topluluğa dahil olur. Ama bunları söylemez tabi.


− Efendim, siz mânevi büyüklerle sohbet etmeye gençlik yıllarınızdan itibaren çok önem vermişsiniz. “Kırk velînin soh­betinde ve hizmetinde bulundum.” diyorsunuz. Gereğinde gö­rüşmek için başka şehirlerde de olsalar telefonla randevu alıp, tanışmış; olabildiğince sohbetlerinde bulunmuşsunuz. Neden sohbetlere iştirak etmeye bu kadar önem verdiniz, yorucu ol­madı mı sizin için ve Rânâ Hanım için?


− Yavrum, mâneviyatta yaşın ve cinsiyetin önemi yoktur. İnsan öyle bir sohbette bulunur ki, otuz senede katedemediği yolu ona orada bir saatte aldırırlar. Ben nerede sohbet ehli duysam gitmişimdir ve çok şey kazanmışımdır. Yaş, cins, mezhep ayırmadan her duyduğum sohbete katıldım. Niyazi Bey vardı, mübârek bir insandı, 35 yaşındaydı. 80 yaşında emekli bir general vardı, gelir onun mânevi sohbetini dinlerdi. Ben bu konuda taassup gösterenleri pek de hoş karşılamıyorum.


− Rânâ Hanım için zor olmaz mıydı hafta sonlarını şehir dışında geçirmek?


− Yavrum, Rânâ işlerini hep günü gününe yapardı. Hafta sonuna iş bırakmazdı.


− Efendim, bir gönül dostu hanımdan dinlemiştik, bir grupla mânevi annelerden birisinin sohbetine gitmişler. Bu gönül dostu hanım, sohbet devam ederken yenilen içilenlerin bulaşıklarının biriktiğini görünce, izin istemiş mutfakta onları yıkamak için. O Anne, “Hayır yavrum,” demiş, “bırak kalsın, otur, sonra yıkanır.” “İçim rahat etmedi.” diyor. Kalkmış, yıkamaması için ısrar edil­mesine rağmen mutfağa geçip bulaşıkları yıkamış. Sonra geri yanlarına geldiğinde o velî hanım ona, “Bilsen yavrum,” demiş, “sen bugün ne çok şey kaybettin.”


Efendim, sizce orada kaybedildiği kastedilen şey neydi?


− Yavrum, mânevi büyüklerin sohbetlerinde bazan bir tecelli ânı olur. O anda mâneviyat kapıları açılır. Ve orada bulunan bir kimse, o anda herhangi konuda istekte bulunsa, o şey ger­çekleşir.


− Efendim, bir gün de yine bu mübârek annelerimizden birisi, sohbet ettikten sonra sohbet boyunca orada duran bir bardak su için “Bu su, bugün neler nelere tanıklık etti, bir bilseniz.” demişler.


− Mânevi büyüklerle ünsiyet etmek, yüzyüze sohbet etmek çok önemli yavrum. Ama bu konuda talep müridden gelecek. Cenab-ı Hak bir Kudsî Hadiste “Kulum bana bir adım gelirse, Ben ona on adım giderim, o bana bir kulaç gelirse, Ben ona on kulaç giderim, yürüyerek gelirse, koşarak giderim.” buyuruyor. Dikkât edin önce biz bir iIk adımı atmadıkça bir şey bekleyemeyiz.


− Efendim, bazıları “Bizim mânevi büyüğümüzle kalbimiz her an bir, biz kendimizi onunla birlikte hissediyoruz, talep edil­medikçe yüzyüze görüşmüyoruz.” diyorlar. Siz bu düşünceye katılıyor musunuz?


− Yavrum, o zaman velîlerin de namaz kılmaması gerekir. Onlar da her an Allah’la beraberler ama bütün ibadetler onlar için de aynen söz konusu.


− Efendim, Hocanız Rahmetli Münir Derman Hz.’nin sizlerle paylaştığı anıları vardır. Hatırınızda kalanlardan lütfeder misi­niz?


− Yurtdışında bulunduğu bir zamanda Münir Bey, bir gün bir kilisenin yanından geçerken etraftan gelen mânevi bir hava hisseder. Kiliseden içeriye girer. Bakar içeride bir papaz. Ona, “Ben,” der, “Müslümanım. Namaz kılmak istiyorum. Bana bir yer gösterebilir misiniz?” Papaz son derece edep içinde “Buyurun efendim, beni takip edin.” der. Birlikte dar bir merdivenden bir­kaç kat aşağıya inerler. Papaz köşede küçük bir odayı gösterir, kapısını anahtarla açar, “Buyurun efendim” der. Münir Bey ba­kar, içeride “Allah”, “Hz. Muhammed” yazılı levhalar. Papaz du­rumu anlar, izah eder, “Efendim,” der, “bendeniz de Müslüman oldum. Ama takdir edeceğiniz üzere açıklayamıyorum.” Sarı­lırlar... Münir Bey namazını orada edâ eder.


- Efendim, siz madden tanışmadığınız halde Kenan Rıfai Hz.’ne de büyük bir saygı ve sevgi duyuyorsunuz ve “O’nun müridIeri içinde, O’na benim kadar aşkla bağlanan ve O’nu benim kadar seven bir başka kimse daha olmamıştır.” diyor­sunuz?


− Gazi Lisesi’nde öğrenciydim. Bir arayış içindeydim. Ne­rede bir örnek insan görsem ona sarılıyordum. Ankara’da Berkay Kitapevi’nde bir kitap gördüm. “20. Asrın Işığında Müs­lümanlık” diye. O kitabı okuduktan sonra hayatıma renk geldi, ışık geldi, nur geldi. Allah o kitabı yazan Samiha Ayverdi, Sofi Huri, Nezihe Araz, Safiye Erol Hanımefendilerden razı olsun. O günden itibaren Kenan Rıfai Hz.’ne aşkla bağlandım. O kitabı deliler gibi sevdim, çılgınlar gibi sevdim, 200 kere okudum. Şimdi tekrar tekrar okuyorum. Gençliğim, orta yaşlılığım o ki­tapla geçti, yaşlılığım o kitapla geçiyor. Kenan Rıfai Hz. ta­savvufta en büyük inkılâbı yapmıştır. Ben dört fakülte okudum, Avrupa’yı karış karış gezdim. Ama şunu gördüm: İnsanlar bir mânevi açlık içinde ve bir rehbere muhtaç. Bugün bu eksikliği Kenan Rıfai Hz.’nin giderebileceğine inanıyorum.


− Efendim, sizin Hacı Ahmet Kayhan Hazretleri ile de çok yakın bir dostluğunuz olmuş. Değerli gönül dostu Şâyan Hanım anlatmıştı. Siz Kayhan Hazretleri’ne ziyaret için gittiğiniz zaman rahmetli eşi Hacer Hanım -ki çok edepli ve eşine karşı çok itaatli bir hanımmış- koşar, “Efendim, Hâkim Bey geldi, Hâkim Bey geldi.” diye sevinçle gelişinizi kendisine haber verirlermiş.


− Evet. Beni çok severdi. Gittiğim zaman yanına oturtur, çay içiyorsa çayını bana ikram ederdi.


− Efendim, yine Şâyan Hanım anlatmıştı, siz vaktiyle birisi hakkında, bir hanımı kastederek, “Onunla evlenirse hakkında çok hayırlı olacak, evlenmezse, ölecek.” demişsiniz ama o ev­lilik, adam sıcak bakmadığı için gerçekleşmemiş. Bir süre sonra da adam kalp krizi geçirerek âniden ölmüş.


− O kız, o adamı çok sevmişti, hatırlıyorum.


− Efendim, herkesin kafasını çok karıştıran bir nasip olayı var. Bunu biraz açar mısınız?


− İnsan kendi kısmetini kendi gayretiyle yakalar. Biz nasip ve yazgı işini yanlış anlıyoruz. Bir şeyin yazgı olması bazı şartlara bağlıdır. Önce o şartları yerine getireceğiz. Biz hem o şartları yerine getirmeyeceğiz, hem de “kısmetimde varsa olur” diyeceğiz. Olmaz böyle şey. Sen liyâkat kesbedersen kısmet seni bulur. Elimizden geleni yaptıktan sonra bunu beklemeye hakkımız olabilir. Danıştay’a girdiğimde çevreme baktım, bir koşuşturma var. “Ben,” dedim, “kendimi bu kavgalara kaptır­mayacağım. Efendice işimi en güzel şekilde yapıp, zamanı gel­diğinde ayrılacağım.” Üye olamadım diye hastalananlar olurdu. Bir gün baktım, “Üye olmuşsunuz, hayırlı olsun” diye tebrik ediyorlar. Şaşırdım. “Bana, Resmi Gazete’yi getirin, öyle inana­yım.” dedim. Getirdiler, o zaman inandım. Hâlâ beni kimlerin üye yaptığını bilmiyorum. Ben işimi en güzel şekilde yapıp, sonrasını Allah’a bırakmıştım çünkü.


− Efendim, insana bir yol gösterici mânevi büyüğün olması da nasip meselesi midir?


− Şems, Şam’dan kalktı, Konya’ya geldi, Mevlânâ’yı buldu. Mürşit aranmaz, mürşit müridin ayağına gider. Mürid öyle temiz bir hayat yaşar ki, mürşit onu çeker. Dolayısıyla da aslında insan nasibini kendisi hazırlar.


Öyle durup dururken hop diye ne bir mürşit gelir, ne de hop diye bir adam bir kadına âşık olur. Bütün mesele şartlar ne olursa olsun, dürüst, temiz, pırlanta gibi bir hayat yaşamak. Biz hep şunu düşüneceğiz: “Acaba ben bugün kime iyilik yapa­bilirim, kimin içine ümit ışığı uyandırabilir, kimin içinde güzel­likler bırakabilirim, kimin derdini, sıkıntısını paylaşabilirim?...”


− Efendim, siz bu duyguyu ta çocukluğunuzdan, gençli­ğinizden beri hep içinizde hissetmişsiniz anlaşılan. Bir şiirinizde ne kadar da güzel anlatıyorsunuz bunu (Dokuzuncu Senfoni - Sabri Tandoğan - Bekleyiş kitabından):


Ben sevgilerin türküsünü söyleyeceğim


Belki şimdi, belki başka bir zaman


Karanlık gönüllere ışık serpeceğim


Sevgilerle dolan bakışlarımdan...


Hayatı ben sevdireceğim gayri


Yaşama gücünü yitirmiş insanlara


Ana sütü gibi duru ve ılık mısralarım


Derman olacak umutsuz kalanlara


Sevgisiz ve inançsız yaşayanlara


Önce sevginin tadını öğretmeliyim


Boş ve karanlık kalmış gönüllere


İnançtan nurlu ağaçlar dikmeliyim


Sevgisiz yaşanmayacağına inanmışım bir kere


İyi günlerin rüyasını görürüm


Umutlu ve aydın düşüncelerle uyanır


Çalışmadaki hazzı düşünürüm


Hepsinin derdini paylaşmaya hazırım


Ne kadar kederli varsa kâinatta


Sarmak... sarmak ister onları kollarım


Sıcacıktan, kardeşçe, dostça


Cümle dertliler arasında da olsam


Hayatı sevdiririm onlara


Dostların yaşama sevincini bulacaksınız artık


En tatlı seslerle mısralarımda...


Aşkla inançla bağlanıp hayata


Kederlerden silkininiz


Sımsıcak sevgilerle uzatıyorum ellerimi


Geliniz...


Asırlar ötesine varmalı sevgilerimiz


Örnek olmalı gelecek nesillere


Vaktiyle yaşanmıştı diye


Dillerde söylenmeli türkülerimiz...


Duyuyor, biliyor, inanıyorum ki


Yaşamak sevgilerle güzel


El ele tutuşup ilân edelim


“Aşk gelicek cümle eksikler biter.”


− Evet yavrum, benim hiç özel hayatım olmadı. Hep in­sanlara faydalı olmak için çalıştım. Halen de öyle. Gece gündüz bütün düşüncem yeryüzündeki yedi milyar insana faydalı ola­bilmek.


− Efendim, mânevi hocanız Münir Bey’le irtibatınız halen devam ediyor mu?


− Mânevi büyükler Hakk’a göçtükten sonra da onlarla irtibat kurulabilir. Bazı sorularımın cevaplarını zaman zaman Münir Bey’den aldığım olur.


− Efendim, mânevi büyüklerden zor zamanlarda uzaktan yardım istemenin hükmü nedir?


− Yavrum, bazı dünya işlerinde de aracıya ihtiyacımız vardır. Birisi, bir işi için Cumhurbaşkanıyla görüşmek istese, onu içeri almazlar. Ama öyle birini aracı koyar ki, o zaman orada onun bir dediği iki edilmez.


− Efendim, mânevi büyüklerle maddî veya mânevi konulara ait bütün sırlar paylaşılmalı mı?


− Hayır. Zaten bilmesi gereken bir husus varsa mürşide bildirilir.


− Efendim, mânevi büyüklere hitap tarzımız nasıl olmalı? Bu konuda siz nasıl hareket ederdiniz?


− Yavrum, eski İstanbul terbiyesinde edeben çırak ustasına selâm söylemez, hürmetlerini gönderirmiş. Ben bir kere olsun Münir Bey’e “Nasılsınız efendim?” diye sormadım.


− Efendim, sizin elinizden düşürmediğiniz ve “Elimde im­kânım olsa bin tane bastırır, Kızılay’da gelen geçene ücretsiz dağıtırdım.” dediğiniz, nesli tükenmekte olan bir İstanbul ha­nımefendisi: Halûk Sena Arı’nın kaleme aldığı “Edep Mekte­binden Hatıralar” adlı eserde de “Onlar bize sorsa da biz mânevi büyüklerimize edeben hâl hatır sormazdık.” diye ya­zıyor.


− Evet yavrum. Bu kitap beni öyle heyecanlandırdı ki, onbeşinci defa okuyorum. Hâlâ doyamadım. Elimden düşürmek istemiyorum. Bütün dostlarıma bu güzel kitabı okumalarını tavsiye ediyorum. Ankara’da bulacakları tek yer: Kızılay’daki Akçağ Kitabevi.


− Bize Allah aşkına giden yolun aşamalarını genel olarak anlatır mısınız efendim?


− Bu yolda ilk aşama, insanın eşya ile olan ilişkilerini gü­zelleştirmesidir. Eşya denince insanın aklına çevresinde gör­düğü masa, sandalye, elbiseleri geliyor. Eşya ile olan ilişkilerin düzenlenmesi ne demek? Onu eşya olarak değil, Allah’ın bir tecellisi olarak görmek demek. Ben bazen bulaşık yıkarken onu Allah’ın elini tutuyormuş gibi tutarım. İki tabağı üst üstte ko­yarken incitmemeye gayret ederim. Çay fincanlarını bambu ta­bak altlarına koyarım. Bambunun özelliği üzerine bardak konu­lunca ses çıkarmaması. Dünyada en güzel ses, sessizliğin se­sidir. Ben bazen gardırobumu açar, elbiselerimi okşar, sever, öperim. Elbiselerim 30 yıllık bile olsa, yeni gibidir. Çünkü onlar öpülüyor, seviliyor, okşanıyor. Önemli olan eşyayla güzel iliş­kiler kurmak. Ben eve girince evdeki bütün eşyalara saygıyla selâm veririm.


İkinci aşama, hayvanlarla güzel ilişkiler kurmak. Ondan sonra üçüncü aşama, bitkilerle güzel ilişkiler kurmak. Bu ku­rumuş bir gül olur, bir ağaç olur, hatta kurumuş dallar olur. Kurumuş dallara dikkât edin. Onlarda öyle bir güzellik var ki, onu yakalamaya çalışın. Evimde güzel bir çam ağacı var. Onu incitmemeye itina ediyorum. Ona her gün ilân-ı aşk ediyor, şiirler okuyorum. Ondan sonra insanlar geliyor. İnsanlara öyle bir ilgi duyacağız ki, onları ayırmadan seveceğiz.


Benim sizden ricam şu, zengin, fakir, köylü, kentli, milliyetçi, komünist... ayrımı yapmadan bütün insanlara sevgi duyun, saygı duyun. Bugün dinsiz dediğiniz insanlar, yarın sizi fersah fersah geçebilirler. Bazı hayat kadınları para için vücutlarını satıyorlar ama para için vicdanlarını satanlara ne demeli? Bizim yapacağımız iş, baştan herkese saygı duymak. Rahmetli Azize Anne pencereden bakıyormuş, bakmış bir çöpçü kuru ekmek yiyor. “Gel evlâdım,” demiş, “bundan sonra öğle yemeklerini bende ye.” Çöpçü başını kaldırmış, (eliyle yukarıyı işaret ede­rek) “Verirse yedirirsin!” demiş.


Bir hukukçu arkadaşım vardı. Onun çizgisi benimkinden farklıydı. Evlenmedi, çapkınlık yapardı. Ama aramızda saygıya dayanan bir dostluk vardı. Bir hatırasını anlatmıştı: Bir gün, bir kadınla beraber olmak için geneleve gidiyor ve sonra her gidişte aynı hanıma çıkmaya başlıyor. Zamanla birbirlerine âşık olu­yorlar. Bir gün kadına bir çiçek buketi götürünce kadın şaşırıyor, “Hayrola?” diyor. O da “Ben bugün itibariyle hâkim stajyeri ol­dum, kutlamak için getirdim” deyince kadının yüzü birden de­ğişiyor, “Çık dışarı!” diye bağırıyor. “Sen artık buraya gelemez­sin. Sen artık sıradan bir insan değilsin. Devletin stajyer hâkimi buradan içeriye giremez. Sonra mesleğinden, saygınlığından olursun.” diyor ve ona kapıyı gösteriyor. O çıkıp giderken de içeride hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Kadın bir daha da görüşmeyi kabul etmiyor. Şimdi soruyorum: Kaç tane kadın bunu yapabilir? Demek ki, oradaki kadınların da bir dünyası var. O nedenle biz hiç kimseyi hor, hakir görmeyeceğiz.


− Efendim, Allah’a giden yolda neden eşyaya saygıyla başlıyoruz?


− Şunun için; eğer, biz eşyayı eşya olarak görüyorsak, o iş orada biter. Bak, şu bardak canlı. Şu çay bardağında mil­yonlarca elektron, proton fırıl fırıl dönüyor. Şu peçetenin içinde de dönüyor. Her zerreden Allah zikrediyor. Eşyaya sevgi, saygı gösterince onlarla olan ilişkilerimiz düzeliyor. Giysilerimizi sev­giyle çıkarıp asacağız. Onlar da bu durumdan mutlu oluyor. Yıkadığımız bardağa, tabağa saygı duyacağız. Onları duru­larken bazen öyle heyecanlanacağız ki, Allah’ın elini tutar gibi olacağız.


Yıkarken Allah’la beraber, durularken Allah’la beraber, giyi­nirken..., alışverişe giderken... her an Allah’la beraber...


Eşya, bitki, hayvan, insan, cemâdat zincirinden hiçbir varlığı çıkaramayız. Bir kum tanesinden, Samanyolu’na kadar her varlığı sevgiyle kucaklayacağız. Ben internet siteme yeryü­zündeki bütün insanlar yazabilir derken bunu kastediyorum.


− Azize Anne, Günlüğünde, bir ekmek parçasını yerden aldığını ve alırken o ekmek parçasının sadece dili değil, gözü de olduğunu farkettiğini söylüyor.


− Evet, şu kaşık da, şu bardak da, bu masa da konuşuyor, her şeyi anlıyor, algılıyor.


− Peki neden anlamıyormuş gibi yapıyorlar?


− O, bakana göre öyle yavrum.


− Efendim, “Ulu nazarla bakmak” konusunu kendimizde nasıl geliştirebiliriz?


− Biz hep “Her zerreden zikreden, Allah’tır.” sözünü düşünmeliyiz. Her insanda farklı olan bir yön vardır. Bir karın­canın yaradılışını incelersek hayretler içinde kalırız. Eğer bir karınca, topluluğun çalışma kurallarına riayet etmezse, müfettiş karıncalar bir mahkeme kurup, onu yargılıyorlarmış. Bir de idam mangası varmış. Suçlu bulunursa idam ediyorlarmış. Bir ka­rınca, ağırlığının 46 katını taşıyabiliyor. Oysa biz çok az bir yükte feryat ediyoruz. Karınca mübârek hayvandır.


Hayat, hayret duygusu ile bir anlam, bir ihtişam kazanıyor. Ben eşimde 44 yıl her gün ayrı bir güzellik gördüm. Ortaokulda resim hocamız Sema Hanım bize La Jaconde tablosunu ge­tirmişti. O günden beri ona hep bakarım ve her gün yeni bir güzellik görürüm. Çünkü hem biz sürekli değişiyoruz, hem de etrafımızdaki objeler değişiyor. Ben, dünkü ben değilim. Hâlâ daha Mona Lisa tablosundaki güzellikleri, gözlerin güzelliğini, ellerin güzelliğini, arka dekorun güzelliğini hayranlıkla seyredi­yorum. Yunus’un mısralarından her gün ayrı bir güzellik çıka­rıyorum. Her şey, her an yeniden varoluyor. “Allah her an yeni bir şe’n üzeredir.” buyruluyor Kur’an-ı Kerim’de.


− Siz diyorsunuz ki, sevgiyi bütün canlılar algılıyor, bu nasıl oluyor?


− Allah her zerreye sevgiyi öğretiyor. Her zerrenin zikrinin güzelleşmesi gördüğü sevgiye bağlı. Bir zikrin gerçek bir zikir olabilmesi için de sevgiyle yapılması lâzım. Bu her varlık için böyle.


Her insanın asıl ihtiyacı ekmekten evvel, sudan evvel sev­gidir. Ümit Yaşar bir şiirinde,


“Sen sevildiğin için güzelsin bu kadar,


Ben sevilmediğimden böyle çirkinim”


diyor. Yunus Emre, “Aşk gelicek, cümle eksikler biter.” diyor. Sevgi olmadığı zaman her şey anlamını kaybediyor. İnsanlar arası, insan - hayvan, insan - bitki, insan - eşya ilişkisi sevgiye bağlı, sevgi olmadığı zaman insan - eşya arasında güzel bir ilişki olmuyor. İnsanla Allah arasında da bir güzellik yaşanmıyor. Sevgisiz insan mutlak surette mutsuz, huzursuz olmaya mah­kûmdur.


− Herhangi bir şarta da bağlı olmadığı halde, bu çağda insanlar niye sevgisiz kalıyorlar sizce?


− Yavrum, temiz bir sevginin sunulabilmesi için, önce nefsin yenilmesi gerekiyor. Bir insan nefsini aşmadıkça sevgisini gös­teremez. Hayatın en önemli iki olayı; sevmek ve sevilmektir. Sevilen varlıklar güzelleşir. Sevgi, Allah’a giden en kısa yoldur. Nerede sevgi, orada Allah! İnsanın imanı büyüdükçe sevgisi de büyür. İman sıfıra giderse sevgi de sıfıra gider. İmanı olmayan iki insanın birbirini sevmesine imkân yok. Nefsaniyetleri zirvede olan insanlar asla anlaşamazlar. Çünkü her ikisi de kendi dediği olsun ister.


Biz toplum olarak sevgi göstermeyi bilmiyoruz. Bizde sevgi göstermek demek, şımartmak demek. Aile çocuklarını şımar­tıyor. Şımarık büyüyen bir kadının, bir erkeğin mutlu olmasına imkân, ihtimal yok. Çünkü onlar ömür boyu herkesten şımar­tılmayı beklerler. Kadın kocasından, memur âmirinden, adam karısından... Nasıl bir bardak çaya 7-8 şeker atarsak o çay içilmezse, aşırı şımartılan çocuk da topluma zarar verir.


− Efendim, sizin çok tekrarladığınız bir sözünüz var: “Önemli olan olaylar değil, o olaylar karşısında insanın takındığı tavır­lardır.” diye. Bu sözü biraz açar mısınız?


− Kafamızın içindeki şüpheleri, tereddütleri çıkarıp atma­dıkça huzuru bulamayız. İnsanı deli eden şey yine kendisin­dedir. Bir durumla karşılaşınca, önce nasıl davranacağımız konusunda Allah’tan yardım isteyeceğiz. Bir kadın görüp etki­lendiğimiz zaman, ona şehvet gözüyle bakmamak için Allah’a sığınıp, O’nun yardımını isteyeceğiz. O zaman onu kardeşimiz gibi görürüz.


− “Seni deli eden şey yine sendedir sende” sözünü biraz açar mısınız?


− Ben bu mısraı kırk yıldır düşünüyorum. İnsanlar mutsuz­luklarının sebebini hep başkalarında arıyorlar. “Kocam kötüydü, görümcem kötüydü, annem, babam kötüydü, kavgalıydı, ben onlar yüzünden böyle mutsuz oldum.” diyorlar. Ama bazı in­sanlar görüyoruz, onların kocası da iyi değil, görümcesi de, annesi de, babası da ama mutlular. “Onlardan bana ne,” di­yorlar, “ben kendi dünyamı kurdum, pırıl pırıl, gül gibi orada yaşıyorum.” Önemli olan da bence burası. Bakıyorsun anne şöyle, baba böyle ama çocuk pırıl pırıl. Biz tutup da kendi mut­suzluklarımızın faturasını başka insanlara kesersek, sadece kendimizi aldatmış oluruz.


İnsanı üzen birçok durumlar da olayları algılayış tarzından ortaya çıkıyor.


Yeni evlenmiştik, hastalanmıştım, doktor rapor verdi. Evde yatıyorum. Rânâ Danıştay’da. Kalktım, pencereden baktım, çocuklar iki grup olmuşlar, top oynuyorlar. Bir taraf mağlup oldu. Takımın kaptanı arkadaşlarını topladı. Onlara bir şeyler söyledi. Diğer taraf galibiyetin tadını çıkaramadan hep bir ağızdan ba­ğırmaya başladılar: “Mağlubuz, mağlubuz, mağlubuz da mağ­lubuz” diye. Sürekli bağırıyorlardı. Galip taraf onların bu tavrı karşısında suspus oldular, şaşırdılar, sindiler ve sanki yenilen onlarmış gibi dağıldılar. Diğer taraf mağlubiyeti öyle benim­semiş, öyle aldırmamış görünmüştü ki, diğer taraf zaferine se­vinecek gücü bulamamıştı.


Bu olayı yıllardır düşünürüm. Bugün de öyle durumlar oluyor ki, bazı insanlar bize karayı ak diye yutturmaya kalkıyorlar ve kendilerinden öyle emin bir tavır koyuyorlar ki, bazıları onlara inanıyor.


− Sonuç olarak “Biz izin vermedikçe kimse bizi üzemez.” diyebilir miyiz?


− Öyle. Kenan Rıfai Hz. “Kötülük senin sınırına geldiği zaman orada duruyor mu, durmuyor mu, önemli olan bu.” diyor. Elâlem içki içiyorsa bana ne, sapıklık yapıyorsa bana ne?


− Peki diğer olaylara ve insanlara hiç aldırmamak mümkün mü?


− Elden gelen bir şey yoksa ne yapabiliriz? Bazıları annem öldü, babam öldü diye ömür boyu yas tutuyorlar. Bu zaten beklenen bir olay. Yapılacak iş “Allah rahmet etsin.” demektir. Bakıyorsunuz bazı devlet meseleleri oluyor, kimsenin umurunda değil. O zaman bizim üzülüp, kendi kendimize ağlayıp sızlan­mamız ne ifade eder? “Allah sonumuzu hayır etsin.” demekten başka elimizden ne gelir?


− Peki iftiralar, çekememezliklerden hiç etkilenmeyecek mi insan?


− Peygamberimizin emri var: “Haksızlıklar karşısında su­san dil, şeytandır.” buyuruyor. O konuda yapabileceğimiz ne ise onu yapacağız, onu söyleyeceğiz. Sonra da işi Allah’a bı­rakacağız, üzülmeyeceğiz. Bizim gücümüz nedir ki? Hayat za­ten sınırlı. Bir şeye takılıp kalınca, bu defa da hayatın diğer güzelliklerini kaçırıyoruz.


Adam ne güzel söylemiş: Bir yaz günü bir velî zat, bir caminin önünden geçiyormuş. Caminin pencereleri açıkmış, hava çok sıcak. Caminin dışından da sesler duyuluyormuş. Hoca uzun uzun anlatıyormuş, “Yarın âhirette şunlar şunlar sorulacak.” diyormuş. Bir velî zat da oradan geçiyormuş, pen­cereden başını içeri uzatmış, “Hoca Efendi,” demiş, “Allah o kadar çok şey sormaz. O sadece ‘Ey kulum! Ben seninleyken sen kiminleydin?’” diye sorar. Önemli olan Allah’la beraber ol­mak yavrum.


Bazı insanlar “Beni kimse sevmedi” diyor. İnsanlar tara­fından sevilmek, sayılmak istiyorsan, önce sen bir insanı sev­mekle başlayacaksın. Sonra o kişi yavaş yavaş on kişi olacak, yüz kişi olacak, bin kişi olacak... Ben başkalarını seviyorsam, başkaları da beni seviyordur. Çünkü seven, sevilir.


Sait Faik bir hikâyesinde “Her şey bir insanı sevmekle başlar.” diyor. O sevmek de nefs için olmayacak, Allah rızası için olacak. “Madem ki onu Allah yarattı, o halde ben onu seviyorum” diyeceksin.


− Efendim, bir insanı çok sevdiği halde, onun çok sevdiği bazı kimseleri sevmemek sevgide samimiyetsizlik midir?


− Bu gerçek sevgide olmaz. En basitinden ben Hocam Münir Bey’i tanımadan önce o kadar tahin sevmezdim. Ama Münir Bey tahine çok önem verirdi. Onu tanıdıktan sonra bende müthiş bir tahin sevgisi başladı. Şimdi hâlâ çok severek yerim.


Sevdiği bir kimsenin sevdiği bazı kimseleri sevmediğini söy­leyen kimse, o sevmediği kimselerden kendisine gelecek nur ve ışık tecellilerinden kendisini mahrum etmiş olur. Burada işin içine nefsaniyet giriyor. Meselâ bir kimseyle arkadaş oluyorsun, birlikte yemeğe gidiyorsunuz. O kimse yemekte öyle bir cümle sarfediyor ki, o cümle sana büyük bir hakikatin kapısını aça­biliyor. Bunun gibi “Ben onun sevdiği şu kimseyi sevmiyorum.” diyen de belki içinde elli yıldır duran bir ukdenin çözülmesine ve nurun tecellisine kendi eliyle engel oluyor. Bunun örneklerine günlük hayat içinde tanık oluyoruz. Bu küçük gibi görünen çok büyük bir sır. Belki o şahısla tanışmasan son nefesine kadar o ukde çözülmeyecek. O ukdenin çözülmesi, o kimsenin ağzından çıkacak bir söze bağlı olabilir.


− Efendim, bir yerde okumuştum. Resulullah Efendimizin kabağı çok sevdiğini bildiği halde, bir kimsenin yemekte “Ben kabak sevmem.” demesi bile, edebe aykırı düşer diye anlatı­lıyordu.


− Bu da onun gibi. Belki bir hastalığımızın iyileşmesi için kabak yememiz gerekiyordur. “O sevdiği halde ben sevmem.” deyince zararı kendimize oluyor.


− Peki böyle kimseler tavrını değiştirirse?


− Hz. Ömer de Müslüman olmadan önce hışımla Pey­gamber Efendimizin evine gitmişti ama sonra Müslüman oldu, maç bitti.


− Sevdiğimiz kimselerin sevmediklerini de sevmeyeceğiz o zaman?


− Tabi. Münir Bey derdi ki: “Peygamberimiz aleyhinde ko­nuşanlara düşman olmalıyız.” Peygamber Efendimize hangi durum ve şartlar altında olursak olalım söz söyletmeyeceğiz. Ölüm pahasına da olsa.


− Efendim, velîler niçin gerekli?


− Her sürünün çobanı vardır. Çobansız sürü dağılır. İşte velîler de bizim çobanlarımızdır. Her bir topluluğun kendi için­den evliyâsı vardır. (Sabri Baba konuyu açmayı uygun bul­muyor.)


Eskiden çocuklar hastalanınca mahalledeki mânevi büyüğe götürülürdü. Orada çocuğu iyileştiren, o kimsedeki pozitif enerjidir. Bizim sitemizi de aşkla, şevkle okuyanlar da pozitif elektrikle yüklenirler. (Sabri Baba gülüyor:) Fenerbahçe antre­nöründe akıl olsa, beni maçlardan önce 10 dakika futbolcularla sohbet ettirir.


− Efendim, bir gönül dostu anlatmıştı. Hacı Ahmet Kayhan Hazretleri’ne bir hanım gelir ve çok yaramaz olan torununa nazar etmesini ister. Hazret de “Cuma namazından sonra getir, camide kapının yanında bekleyin, çıkarken nazar edeyim.” der. O gün hanım, torunu ve torununun köpeği ile gelirler, kapıda beklerler. Tam hazret çıkarken çocuğun topu kaçar, tabi çocuk da peşinden. O sırada nazar köpeğe isabet eder. O günden sonra köpek öyle uysallaşmış ki hiç havlamamış.


− Yavrum, bir velî isterse eşyayı değiştirebilir, bir insanı görünmez yapabilir.


− Efendim, bir velîyi bilerek veya bilmeyerek incitenlerin durumu nedir?


− Bilmeyerek de olsa incitenlerin işleri bozulabilir. Kısmen hissederek incitenlerin başlarına olaylar gelir. Bile bile inci­tenlerse felâketlerle karşılaşırlar ve bunların altından ömrü billah kalkamazlar. Ebu Lehep’in azgınlığı üzerine âyet indi: “Elleri kurusun Ebu Leheb’in.” diye. Şimdi kıyamete kadar bu âyet okunacak.


− Bir insana eşya, cemâdat veya hayvanlar tarafından gösterilen davranışlar onun Allah katındaki derecesiyle alâkalı mıdır?


− Evet.


− Efendim, toplumun bugünkü alt üst olmuş değerleriyle geldiği durum hakkında neler söylersiniz. Sizce bir çıkış yolu mümkün mü?


− Dünya tarihinde bizim kadar diniyle, örf âdetiyle, güzel sanatlarıyla oynanan bir başka millet yok. Eğer Türkiye bir şahlanış yapabilse, bir silkinebiIse, bu bütün dünyaya yayılacak, bunu biliyorlar. Onun için bizimle uğraşıyorlar. Ama ben hâlâ ümitliyim. Çünkü aramızda kadın, erkek çok güzel insanlar ya­şıyor. Bu ülkenin içinden yetişen güzel insanlar bunu başara­caklar.


− Efendim, değerli bir gönül dostu anlatmıştı. Bir arkadaşı, bir gün, bir rüya görüyor. Anlattığı ve hatırımızda kaldığı şekliyle: “Karanlık bir gecede gökyüzünde adeta çivi ile açılmış gibi delikler çıkıyor ve oralardan yıldızlar parlamaya başlıyor. Sonra o yıldızlar biraraya gelerek bir Türkiye haritası oluş­turuyorlar. Bu haritanın içinde İç Anadolu Bölgesinde üç tane kuyruklu yıldız beliriyor. Bu yıldızlar daha sonra Güneydoğu Anadolu tarafına doğru kayıyorlar.” Bu hanımla arkadaşı gidiyor, bu rüyayı Ahmet Kayhan Hazretleri’ne anlatıyor. Hazret: “EI-Hak doğrudur yavrum.” diyerek onaylıyorlar.


− Evet yavrum.


− Efendim, bir de insandaki hayâ duygusu hakkında neler söylersiniz?


− Hayâ, insanı Allah’a bağlayan bağdır. Hayâ duygusu bitmişse, o bir daha geri gelmez. Kadın genelevde çalışıyor olabilir, ama onların da bazısı gece yarısından sonra sabaha kadar namaz kılar, af dilerler. Onlarda hayâ duygusu yine de ölmemiştir.


Bazen Hızır (A.S) da bir hayat kadını suretinde gelerek bizi imtihan edebilir. Rahmetli Münir Bey’in bir sözü vardı: “Allah dostları binbir şekil ve kisve altında gizlidir.” derdi. Kimde ne olduğu hiç belli olmaz.


Çok yaşlı bir hanım vardı. Evliyâdan idi. Ziyaretine gidildi. “Efendim,” dediler, “siz nasıl velâyet makamına erdiniz?” Zor işitiyordu, “Efendiiiim, yavrum? Velâyet makamı ne demek ki?” dedi. Bilmiyordu kendisinin velî olduğunu. Allah dostları bazen kendilerinin de velâyet makamında olduklarını bilmezler.


Bize düşen görev, içimizde kimseye karşı kin, nefret duy­guları beslememek. Bir insanı eleştirirken, kınarken, onu o dav­ranışa iten sebepleri bilmiyoruz ki. Meselâ kravat takmış, hiç uymamış. Ama ne biliyoruz, belki tek kravatı o.


− Efendim, bir ekonomik kriz lâfıdır gidiyor. Sizce bir insan şartlar ne olursa olsun rızkını nasıl artırabilir?


− Allah’a ve Peygambere daha çok bağlanarak. “Kriz var, bana müşteri gelmez” dememeli. Diş ağrısı kriz dinlemez. Biri­leri gidecek bakkaldan eksiklerini alacak, birileri gidecek karnını doyuracak. Biz işimizi en güzel, en mükemmel şekilde yapa­cağız. O zaman müşteri gelir.


Ben ne yiyorsam işçime de onu yediririm. Benim rızkım ne kadarsa onu işçilerimle bölüşürüm. Ben işten adam çıkaranlara karşıyım. İnsanın rızkını Allah verir.


Japonlar maddî gelirleri ne olursa olsun, her ayı birkaç kuruş da olsa tasarrufla kapatırlar. Mesele bu terbiyeyi almak.


− Efendim, size bir konuda danışıldığında, siz gerekli olan­ları söylüyor ama yapılmasında ısrar etmiyorsunuz. Kimi oluyor bir konuda fikir verildiğinde onu uzun süre bekletiyor, bazısı ise hemen uyguluyor. Ama sonuçta en iyi neticeye onlar ulaşıyorlar.


− Evet, meselâ Azize Anne’ye siz bir çorba tarifi verseniz onu hemen uygulamaya başlardı. Ancak akıllı, ileri görüşlü kimseler kendilerine verilen anahtarla hemen uygulamaya ge­çiyorlar. Ama bir insana bir şey ancak bir kere söylenir. Talih kuşu insanın kapısına hayatında sadece bir kere konar. Kıy­metini bilebilirse ne âlâ. Birine bir şey söylediğiniz zaman ba­karsınız dinlemiyorsa, bir daha söylenmez. Bizim görevimiz, in­sanlar ne düşünürse düşünsün doğruları söylemek, anlatmak. Ama karşı taraf dinler, dinlemez, uygular, uygulamaz o kendi bi­leceği iş.


− Efendim, inşallah her cümlesinde büyük hayat tecrübeleri ve ibretler olan sohbetlerinizden ve uyarılarınızdan gereken dersleri çıkarabilmek ve onları hayatımıza en güzel şekilde uygulayabilmek hepimize nasip olur. Siz başlı başına bir üni­versitesiniz. Bir gönül dostu “Gerçek hayat üniversitesi: Sabri Bey ve internet sitesi.” demişti. Bizler de bu üniversitenin birer öğrencisi olarak hayat tecrübelerinizi bizlerle gönülden paylaş­tığınız için size sonsuz teşekkürler ediyor, hürmet ve sevgile­rimizi sunuyoruz.


Sağlıklı, hayırlı, uzun ömürler dileğiyle efendim…

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]