subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XI                                                                          Sabri Tandoğan

 

Sayın Sabri Tandoğan’ın Sohbetlerinden Notlar - I

− Efendim, sizi ilk olarak bir televizyon konuşmanızı din­leyerek tanıdığımızda, insanların davranışlarını değerlendirirken olayların köklerine indiğinizi ve gerçek nedenlerine ulaşmaya çalıştığınızı farketmiştik. Başkaları, elindeki verilere göre bir kimseyi rahatça suçlu bulabilirken, siz öyle yapmıyor, onun yaşadığı olaylara bakarak davranışlarının arkasındaki nedenleri bulup çıkarmaya çalışıyordunuz. Meselâ şu anlamda bir şey söylemiştiniz bir konuşmanızda: “Acaba bir konuda suçladığı­mız bir kimsenin yaşadığı durumlarla biz de daha önce ha­yatımızda karşılaşmış olsak onunkinden daha başka bir tavır ortaya koyabilir miyiz? Hayatta kötü insan yoktur. Sadece içindeki güzellikleri ortaya çıkaramamış insan vardır. Çünkü istisnasız her insan içinde Muhammedî Nur taşır. Önemli olan onun içinde uyanmayı bekleyen güzellikleri harekete geçirebil­mek, ortaya çıkarabilmektir. Yoksa şu şöyleymiş, şu filân hatayı yapmış demekle bir yere varamayız...”


İnsanı anlamak konusunda sizde şimdi de çok büyük bir tecessüs olduğuna şahit oluyoruz. Her an olaylar ve insanlar üzerinde tahliller, gözlemler yapıyorsunuz. Size sorulan sorulara cevaplar verirken, soruda geçen her kelime ve sorunun soruluş üslûbu bile size pek çok şeyi daha baştan anlatıyor... Peki, biz neden insanları anlamaya çalışmalıyız? İnsanları anlamak ha­yatta başarıyı ve mutluluğu da getiriyor diyebilir miyiz?


− Öyle yavrum. Acaba ben böyle çevremdeki insanları anlayacak şekilde hassas ve dikkâtli davranmasaydım, iş ha­yatımda, aile hayatımda bu kadar mutlu olabilir miydim? Bazı kimseler hatalı bir davranışını görünce, o kimseyi hemen dış­lamaya kalkışabiliyorlar. Ama eğer böyle yaparsak, o kimse nasıl tekâmül edecek, nasıl iyiye, güzele giden yolda ilerle­yecek. O nedenle biz kimseyi şöyledir, böyledir diye kesip atmayacağız. Bunu herkes yapabilir, ama biz o kimseleri de anlamaya çalışacağız, eğer bir gayretleri varsa, onlara iyinin, doğrunun yolunu göstermeye çalışacağız.


Hz. Hatice Annemizin Peygamber Efendimize ilk vahiy gel­diğinde, O’nun heyecanını yatıştırması ve O’nu rahatlatması olayı var meselâ. Bu şekilde İslâm’a çok büyük hizmet etmiştir Hz. Hatice Annemiz. Belki o anda “Hiç olur mu böyle şey, yorgunsundur, Sana öyle gelmiştir” deseydi, bir daha vahiy gel­meyebilirdi. Ama O, bir anne şefkâtiyle Peygamber Efendimizi sakinleştirdi, O’na ilk inanan kimse olmak şerefine erişti, O’na şahsiyeti ve yaşantısıyla Peygamberliği hakeden bir kimse olduğunu, bu nedenle anlattıklarının da Hak’tan olduğunu söy­ledi, O’nu rahatlattı.


− Genel olarak insanlar neden anlaşılmak isterler peki?


− Çünkü bu mânevi tekâmülü hızlandırır, o kimsenin yolunu açar. Hayatta her şey tekâmül etmek ister. Meselâ, toprak ot yetiştirir. Sonra o otu bir inek yer, süte çevirir. Sonra o sütü bir insan içer. Böylece insana kadar ulaşır. İnsan da hazret-i insan olmaya çalışarak Hakk’a ulaşmak ister. Bu böyle bir zincir şeklinde devam eder.


− Bir insanı anlamaya çalışmakla ona büyük bir iyilik etmiş oluyoruz o zaman?


− Aslında en büyük iyiliği kendimize etmiş oluruz. Bu da en güzel bir ibadettir. Resulullah Efendimiz, “En büyük ibadet, insanları sevmek ve onlara hizmet etmektir.” buyuruyor.


− İnsanları iyi anlayabilmenin ilk şartı nedir?


− Bir insanı anlayabilmek için, her şeyden önce onu bütün varlığı ile dinlemek lâzımdır. İnsanlar genellikle karşılarındakine bazı şeyleri doğrudan söylemek istemezler de, dolaylı bir şekilde anlatırlar. İşte bütün mesele, bir insanı dinlerken sade onun söylediklerini değil, söyleyemediklerini de anlayabilmektir.


Bir arkadaşımın oğlu vardı. Ay gibi parlak bir çocuktu, iyi de bir işi vardı. Bir gün yeni evlendiği hanımı ile tanıştık, baktım, kara, kuru bir kız. Sonra bir gün merak ettim, çocuğa uygun bir üslûpla sordum, “Eşini seçerken kriterin ne oldu?” dedim. Dedi ki “Beni çok iyi dinliyordu. O nedenle hiç tereddüt etmedim.”


− Efendim, siz hanımların çocukluktan beri yakın ilgisiyle çok karşılaşmışsınız ama Rânâ Hanım’a kadar hiçbirisi sizi ilgi­lendirmemiş. Ve şimdi de ebediyet bağlılığı ile ona bağlısınız.


− Evet, meselâ daha ilkokul ikideydim. Bir gün evde ders çalışıyorum, komşumuzun kızı annem evde yokken geldi, ya­nıma oturdu. Senin, dedi, kız arkadaşın var mı? Yoook, dedim. Ben senin arkadaşın olabilir miyim? dedi. Olamazsın! dedim. Niye? dedi. Çünkü sen temiz bir kız değilsin dedim. Elbiselerini kastettiğimi zannetti. Devam ettim: Hem, böyle şeyler ilkokulda olmaz, ortaokulda da, lisede de olmaz, üniversitede de olmaz. Ne zaman bir insan kendi ekmeğini kazanmaya başlarsa, o zaman olur, dedim. Ay, ben o kadar bekleyemem, dedi, çıktı, gitti. Henüz gençlik yıllarımda küçük bir sandık dolusu aşk mektubu almıştım. Sonra Rânâ Hanım’la evleneceğim zaman hepsini yaktım. Rânâ’ya söylediğimde kızdı, niye yaktın, şimdi ne güzel beraber okurduk, dedi. Evlenme fikrini kafamdan ta­mamen çıkarmış olduğum halde, Rânâ Hanım’ı daha görür gör­mez kararımı değiştirdim. İçimden bir ses “Sabri; senin evle­neceğin hanım işte bu.” dedi. Ben eğer Rânâ’ya rastlamamış olsaydım, bugün bekâr bir adamdım.


− Efendim, neden hanımlara karşı sizde böyle bir tavır oluşmuştu?


(Sayın Büyüğümüz yüzünü buruşturarak:) Ne yapayım yavrum, baktım hep şımarık, hoppa, züppe kızlar... Ben dedim, bu kızlarla evleneceğim de ne olacak, bekâr kalırım daha iyi… Elimden de her iş geliyordu nasıl olsa. Annem beni öyle ye­tiştirmişti. Ama Rânâ Hanım’ı görünceee... (Sayın Büyüğümüz, öne uzattığı ellerini yanlara doğru birer çizgi çizer gibi açıyor) bütün yelkenleri suya indirdim... Onun bakışlarındaki saflığı ve temizliği başka hiçbir hanımda görmemiştim.


− Peki bir yıl sonra ona evlenme teklif ederken tam olarak nasıl söylediniz? “Benimle evlenir misin Rânâ?” mı dediniz?


(Sayın Büyüğümüz tatlı bir kızgınlıkla) Ne o öyle yavrum! Pazardan üzüm mü alıyorum…?


(Sonra duygulanarak, sesinin en tatlı bir tonuyla)


− Rânâ… Beni hayat arkadaşı olarak kabul eder misin? dedim…


− Efendim, kadınların makyaj yapması konusunda ne dü­şünüyorsunuz?


− Dünyada en güzel makyajı Viyanalı kadınlar yapıyor. Onlar normal, sağlıklı bir kadının yüzünü esas alıyorlar ve ancak o gün yüzlerinde bir solgunluk varsa, onu telâfi edecek kadar makyaj yapıyorlar. Viyanalı kadın açık saçık, vücudunu teşhir edecek kıyafetler giymiyor. Hepsi de son derece zarif, kibar ve edepli hanımlar.


Vücudunu teşhir eden kadın, erkekte sadece tiksinti hissi uyandırır. O hanımlar erkek psikolojisini bilmiyor. Kadın, erkek için bir sır olarak kalmalı. Her şey gözönünde olduğu zaman sadece tiksindiriyor, o zaman da erkek bir hürmet ve saygı hissi duymuyor kadına karşı. Ve böyle bir kadın giderek erkeğin gözünde değerini kaybediyor.


Bir kimse anlatmıştı: Cannes Festivali’nden yayın yapan bir muhabir röportaj yapmak için diğerlerine göre çok kapalı gi­yinmiş bir hanımın yanına yaklaşıyor ve “Siz” diyor, “acaba niye diğerleri gibi çıplak değilsiniz?” Kadın da diyor ki “Bakın gör­dünüz mü, işte siz bile röportaj yapmak için onları değil, beni seçtiniz.” Yine o kimsenin bir tanıdığı da plajda tanıştığı bir hanımla evleniyor. Sebebi de şu: Bakıyor plajda hanımlar hep bikinili, bir o hanım kapalı bir mayo giymiş. Bundan etkileniyor. Evlendikten sonra bir gün hanımı soruyor, neden diyor beni seçtin onca hanımın arasından? E, diyor adam o gün plajda baktım, senden başka kapalı giyinen yoktu, bu beni çok etkiledi. Kadın bir kahkaha atıyor, o gün diyor, bacağımda bir çıban çıkmıştı, ben o görünmesin diye öyle giymiştim.


Bazan bakıyorsunuz kadının tırnakları uzun, kırmızı oje ile boyanmış. Halbuki doğada hiç kırmızı tırnaklı bir canlı yok. Eğer bazı hayvanların tırnakları uzunsa, onun da o hayvanın yaratılış sebebiyle bir ilgisi var, gıdalarını temin edebilmeleri için.


Meselâ biz her canlının küçüğünü severiz. Niye? Çünkü en doğal, en sade halleriyle, oldukları gibi göründükleri için.


(Başka bir sohbetten)


− Efendim, sade davranışlarımız ve sözlerimizin mi etkisi vardır, yoksa düşüncelerimizin de olaylar, eşya ve diğer canlılar üzerinde bir tasarrufu oluyor mu?


− Gayet tabi oluyor. Her şeyin olduğu gibi eşyanın da bir algısı var. İnşallah Allah onu anlayabilmeyi nasip etsin. Biz anlamaz, eşyadır diyoruz ama onlar da her şeyi anlıyorlar, his­sediyorlar. Peygamber Efendimiz sahabelerine artık ayrılık vak­tinin geldiğine işaret ettiği zaman hep yanında oturarak sohbet ettiği kuru bir kütük ağlayıp, inIemeye başlamış meselâ.


− Efendim, siz bunları söyleyince hatırıma geldi: Bir gün çalıştığım binaya bir kedi girmiş, çalışma odamın önüne kadar gelmişti. Dışarıda bir ses duyup kapıyı açınca -kedi seven bir dost olduğumuzu hissetmiş olacak ki- hemen içeri daldı ve kitaplığımın alt rafına yerleşerek çok geçmeden mırıldanarak uyumaya başladı. Bir süre sonra dışarı çıkmam gerekince, ne olur ne olmaz diye onu da çıkarmam gerektiğini düşündüm. Ama bir türlü gelmek istemiyordu. Bunun üzerine çaresiz en­sesinden bir elimle kavrayıp kaldırdım, diğer elimle de altından destekleyerek binadan çıkış yolunu bulabileceği bir yere kadar taşıdım. Etrafta başka kimseler de vardı bu duruma şahit olan. Onu taşırken bundan utandığını ve bana darıldığını hissettim. Ama yapacak başka bir şey aklıma gelmemişti. Aradan bir on gün kadar geçmişti. Bir gece bu olay beni çok rahatsız etti, içim daraldı. Ben şimdi o kediyi bir daha nasıl bulup da o hatamı telâfi edeceğim? diye düşündüm. Kalktım. Allah’ım dedim, beni önce Sen affet, sonra o kedi affetsin... Ertesi gün ofisimde çalışıyorum, bir şey dikkâtimi çekti. Baktım. Aynı kedi yerden odanın penceresine atlamış, camın önünde içeriyi izliyor. Pen­cereyi açtım, başını okşadım, sevdim. Biraz sonra tekrar bah­çeye atlayıp kayboldu. Böylece sanırım helâlleşmiş olduk. O günden sonra da o kediyi bir daha görmedim.


− E, yavrum, biliyorsun, Fenerbahçe tesislerinde Kont diye bir köpek var. Dostlar sağolsunlar, ona her gün kemik geti­riyorlardı. Orada olduğumuz bir gün onunla birlikte kemikten yemek isteyen kediye öyle bir hırladı ki, ben de dayanamadım ve yüksek sesle azarladım. Biraz sonra kemikleri bırakıp uzak­laştı. Sonra gece sabaha kadar uyuyamadım onu azarladığım için. Bütün gece çok üzgün bir şekilde otururken, sabaha karşı bir de baktım Kont apartmanın bahçesine gelmiş, orada hav­lıyor. Biz hayvan deyip, eşya deyip geçiyoruz ama onların da bir dünyası var. Her şeyi anlıyorlar, seziyorlar, hissediyorlar.


− Efendim, meselâ Münir Derman Hazretleri suyun (çayın) bardakta fazla karıştırılmasını suya hürmeten doğru bulmuyor; Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de elbiseleri ayakta giyip çıkarmanın fakirlik getireceğini söylüyor. Bu örnekleri de bu konu kapsamında düşünebilir miyiz?


− Evet, düşünebiliriz.


(Başka bir sohbetten)


Sayın Büyüğümüz sohbet sırasında geçen bir kelimeden esinlenerek Ahmet Hamdi Tanpınar’dan bir şiir okuyor:


Ne içindeyim zamanın,


Ne de büsbütün dışında.


Yekpâre geniş bir ânın,


Parçalanmaz akışında.


Bir garip rüya rengiyle,


Uyuşmuş gibi her şekil.


Rüzgârda uçan tüy bile,


Benim kadar hafif değil.


Başım sükûtu öğüten,


Uçsuz bucaksız değirmen.


İçim muradına ermiş,


Abasız, postsuz bir derviş.


Kökü bende bir sarmaşık,


Olmuş dünya sezmekteyim.


Mavi, masmavi bir ışık,


Ortasında yüzmekteyim.


− Efendim, ne kadar kaliteli bir şiir, daha ziyade yazılarını biliyorduk Ahmet Hamdi Tanpınar’ın. Sâde bu şiiri bile onun ne kadar değerli bir şair olduğuna işaret ediyor.


− Öyle. Asıl şiirleri çok önemli zaten. Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk Edebiyatının en kültürlü yazarı. Ömrü boyunca kendini yetiştirmeye çalışmış. Kültürüne ayak uydurabilecek bir hanım karşısına çıkmadığı için de hiç evlenmemiş. Bütün za­manını kendini yetiştirme ve eserler verme çabasıyla geçirmiş.


− Efendim, zaten eğer rastgele bir hanımla evlenseydi, bütün birikimi uçabilir, onca emek hiçbir esere dönüşmeyebilirdi, değil mi? Peki, bazı Peygamberler evlenmediği halde Pey­gamber Efendimizin evlilikleri olduğunu görüyoruz. Bunu nasıl izah ederiz?


− O başlı başına muhteşem bir insan, çok özel. Aldülhakim Arvasi Hazretleri diyor ki, “Peygamber Efendimizin Hz. İsa’ya üstünlüklerinden birisi de evlenmiş olmasıydı.” Bunu talebesi Necip Fazıl Kısakürek’e söylüyor.


− Efendim, Peygamber Efendimiz de zaten sıradan hanım­larla evlenmemiş, değil mi? Bir Hz. Hatice Annemiz, bir Hz. Aişe Annemiz çok özel kadınlar. Hz. Hatice Annemiz en azından çok büyük bir serveti hiç çekinmeden İslâm dininin yayılması uğ­runda harcamış. Hz. Aişe Annemiz de Peygamber Efendimiz­den sayısı binlerle ifade edilen Hadis rivayet ederek İslâmiyet’in iyi anlaşılması konusunda çok büyük hizmetlerde bulunmuş... Bunlar alelâde kimselerin yapabileceği hizmetler değil...


− Gayet tabi. Hz. Aişe, aynı zamanda zamanın en büyük hukuk âlimlerinden birisi. Birçok önemli hukukî mevzularda kendisine danışılırmış. Kur’an-ı Kerim’de bir Âyet var: “Kadın ve erkek, birbirlerinin velisidirler.” buyruluyor. Veli demek, koruyup gözeten, yardımcı olan demek. Yani kadın da, erkek de aynı şekilde birbirlerini koruyacak, yetiştirecek, birbirlerinin tekâmü­lüne yardımcı olacaklar. Her iki taraf da bu düzeyde olmazsa birbirlerinin nasıl velisi olabilirler?


− Efendim, Kur’an-ı Kerim’deki bazı sûrelerin başında geçen harflerin (Huruf-u Mukatta’nın) mânâsı nedir?


− Yavrum, o harflerin mânâsını, ancak mânâ yolunun bü­yükleri bilebilir. Başka bir kimse istese de bunları anlayamaz. Bunlar ilâhi şifrelerdir.


− Efendim, Kur’an-ı Kerim’de bütün hayatı kapsayan du­rumların zahiri veya batıni olarak çözümlerini içeren Âyet-i Kerimelerin bulunduğu anlatılıyor. Meselâ, “Biz, denizde yolu­muzu kaybetsek, yönümüzü Kur’an-ı Kerim’e bakarak bulur­duk.” diyen bir topluluk hakkında okumuştum.


− Doğrudur, yavrum. Daha neler neler…


− Efendim, soru biraz tuhaf olacak ama insanın bedeni kendisinin midir?


− Hayır. İnsanın bedeni kendisine verilen bir emanettir sa­dece. İnsan için ancak çalışıp kazandığı şey vardır.


− O halde bedeni üzerinden herhangi bir şekilde tasarrufta bulunma hakkına da sahip değildir?


− Öyle yavrum.


(Başka bir sohbetten)


− Efendim, Fenerbahçe sezon arasında bir başka takımdan golcü transfer etmişti. Sizce bu oyuncu burada da aynı per­formansı sergileyebilir mi? Genellikle takımdaki diğer oyun­cularda aldıkları transfer ücreti vs nedeniyle yeni futbolculara karşı bir kıskançlık duygusu oluşuyor ve yeni gelene pas ver­mekte ve onu takımda vazgeçilmez bir noktaya taşımakta te­reddüt ediliyor?


− E, işte Guiza örneğinde böyle oldu. Guiza İspanya’da gol kralı idi, ama Fenerbahçe’ye geldiğinde bir varlık gösteremedi. Çünkü diğer oyuncular ona gole çevirebileceği pasları ver­mediler, bu da takıma çok pahalıya maloldu…


− Burada da mı nefsaniyet ön plâna çıkıyor? Eğer öyleyse her takımda teknik antrenör yanında bir de mânevi antrenör olması gerekir dersek doğru olur mu?


− Elbette. Meselâ ben Fenerbahçe’ye bu şekilde antrenör olsam, Fener hem Türkiye’de, hem de dünyada şampiyon olur.


− Bunun için ne yaparsınız meselâ?


− Meselâ onları alır, hep birlikte yemeğe gider, güzel soh­betler yapar, büyük bir takım ruhu oluştururum. Bana göre iyi bir devlet adamının da bir mânevi danışmanı olması gerekir. Fatih, eğer Akşemsettin Hazretleri olmasaydı İstanbul’u fethedebilir miydi? Edemezdi.


Mânevi terbiye olmadan hiçbir güzel sonuç ortaya çıkmaz.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]