Allah sonunu hayır getirsin. Bir yozlaşma sürecinin içindeyiz. Ne yana baksak elimiz böğrümüzde kalıyor. Hayal kırıklıkları birbirini takip ediyor. Öyle bir toplum olduk ki, geçen yıl televizyonda bir konuşmamda ilân ettim. “Allah’ın arıya vahyettiği gibi bir kilo hakiki bal getirene bütün kütüphanemi bağışlayacağım” dedim. Bir tek ses çıkmadı. O hale geldik ki, her şeyin hakikisinin özlemi içindeyiz. Bütün çevremiz sahteliklerle, samimiyetsizliklerle, ikiyüzlülüklerle doldu. Topluma tek düşünce egemen; daha çok para kazanmak, bunun için her şeyi mübah görmek. Yavaş yavaş insanlıktan uzaklaşıyoruz. Mânevi güzelliklerden uzaklaşıyoruz. Efendilikten, incelikten, zarafetten uzaklaşıyoruz. Bizler yüzlerce yılda teşekkül eden beyefendi, hanımefendi kavramlarını bir çırpıda silkip atmış, yerine o iğrenç, o tiksindirici bay ve bayan kelimelerini koymuşuz. Bütün mânevi güzellikler birer birer bizden uzaklaşıyor. Bir zamanlar “benim”, “benim malım”, “benim mülkiyetimde”, “ben sahibim” kelimelerini kullanmak en büyük ayıp ve görgüsüzlük sayılırmış. Meselâ bir köşkün, bir yalının önünden geçerken “Efendim, bu köşkün, bu yalının maliki siz misiniz?” dendiğinde, suâle muhatap olan, büyük bir edep, incelik ve zarafet içinde “Efendim, biz sadece emâneten oturuyoruz. Asıl sahip Cenâb-ı Hak” dermiş. Şimdi bu edebi, bu inceliği hayal bile edemiyoruz. Çünkü beyefendi, hanımefendi kelimelerini ortadan kaldırmışız. Hayatta olaylar birbirine o kadar bağlı ki bir güzellik kaybolunca onun peşinden daha niceleri de ona bağlı olarak kaybolup gidiyor.
Para hırsı düşüncelere öyle egemen olmuş ki helâl, haram kavramları düşünülmeden, “Gelsin,” diyorlar, “para gelsin de nasıl olursa olsun.” Sanki para bir mâbut olmuş, ona tapılıyor. Vaktiyle Hazret-i Ebubekir kumaş ticareti yapıyormuş. Şam’a mal almaya gitmiş. Ortağına dükkânı emanet etmiş. Bir hanım müşteri gelmiş. Siyah ipekli kumaş istemiş. Bir siyah ipekli kumaş varmış ama defoluymuş. Ortak, o kumaşı çıkarıyor, defolu olduğunu söylemeden müşterisine satıyor. Bir süre sonra Hz. Ebubekir Şam’dan geliyor. Ortağıyla konuşurlarken “Efendim,” diyor, “hani bir defolu siyah ipek kumaş vardı ya, işte onu sattım.” Hz. Ebubekir soruyor, “Defolu olduğunu söyledin mi?” Ortak, “Hayır,” diyor, “söylemedim. Belki almaz diye korktum, gizledim.” Hz. Ebubekir, fevkalâde müteessir oluyor ve derhal ortaklığı bozuyor. “Artık,” diyor “bu olaydan sonra biz beraber ticaret yapamayız.” Bizim ecdadımız helâl, haram konusunda bu kadar titizken, artık göz göre göre insanlara yalan söyleniyor. İnsanlar aldatılıyor ve hiç çekinmeden bozuk mallar sağlammış gibi satılıyor. Necip Fazıl bir şiirinde:
“Bir şey koptu bizden, bir şey, her şeyi tutan bir şey”
diyordu. Bizlerden bir şey koptu, her şeyi tutan bir şey. Allah’a olan inancımızı, aşkımızı, heyecanımızı kaybettik. Ve ondan sonra her şey çorap söküğü gibi birbiri arkası sıra gelmeye başladı. Ne kadar acı! Dünkü insan bütün varlığıyla, bütün aşkıyla, bütün heyecanıyla Allah’a inanıyordu. Nur içinde yatsın, rahmetli babaannem beş yaşındayken bana şunu söylemişti:
“Yavrum, Allah kara gecede kara taşın üzerindeki kara karıncanın rızkını bile düşünür.” Asırlar bu güzel inançlarla renkle, ışıklarla, güzelliklerle doldu. Anadolu insanı “Ağılda kuzu doğunca, yaylada otu biter” diyordu. Bugün ne yazık ki bu para hırsı, mal mülk ihtirası en ücra köylere kadar girdi. Artık zengin insanların çalımlarından, cakalarından yanlarına yaklaşılmıyor. Hürmet onlara, itibar onlara. Çevrelerindeki insanların kaçı acaba bu kadar servetin kökeni helâl midir, haram mıdır diye düşünüyor? O duygular kaybolduktan sonra ne düşünülecek? Durum ortada. İnsanlar alabildiğine mutsuz, alabildiğine huzursuz. O mal, mülk, o paralar, dövizler, altınlar insanlara aradıkları huzuru, mutluluğu, güzelliği getirmiyor ki. O, paranın şımarttığı zavallı insanlar kendilerini sigaraya, içkiye, kumara, fuhşa atıyorlar ama gene de aradıklarını bulamıyorlar. Bu defa çılgınlar gibi uyuşturucunun kucağına düşüyorlar. Artık ilkokulların önünde bile uyuşturucu satılıyor. Korkunç bir trajedi yaşanıyor. Ama bakıyoruz kimsenin umurunda değil. Herkes kendi dünyasında yaşıyor. Allah sonumuzu hayır getirsin.
İşte bu korkunç tablo, mâneviyattan uzaklaşmanın ne kadar tehlikeli olduğunu bize ne kadar da bâriz bir şekilde gösteriyor. İnsanlar evlenmek istiyor, evlenemiyor. Birileriyle dost, arkadaş olmak istiyor, olamıyor. Rahmetli şair Cahit Sıtkı Tarancı bu durumu ne güzel anlatıyordu:
“Neden sonra farkına varıyorsun
Etrafındaki korkunç ıssızlığın
Yâr olsun, dost olsun, ne arıyorsun
Adresi belli mi vefasızlığın
Aşk, dostluk, hepsi dökülür yapraklar
Çıplak bir ağaç, durgun suda aksin
Yalnızlık dediğin hayatta başlar
Kabir boyu devam etmek için”
İnsanoğlu dünyaya geliyor. Biraz sevmek, biraz sevilmek istiyor. Biraz mânevi duyguları yaşamak istiyor. Ama öyle bir çevreyle kendini sarılı buluyor ki tek egemen düşünce küçük menfaatler, mevki, makam, mal, mülk, para, pul. Bu dünya içinde daralmasın da, bunalmasın da ne yapsın? Asırlarca önce kâinatın en büyük şairi Yunus Emre bu durumu ne güzel anlatıyordu:
“Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan”
İnsanlık bu trajediyi aşmak zorunda. Yoksa bu durum bütün insanlığı mahva götürecek. Allah’ın ve Peygamberin bütün dertlere derman olan sonsuz güzelliğini, yakınlığını, sıcaklığını yanımızda hissetmedikçe ve Onların bütün dertlerin dermanı olduklarına inanmadıkça bu çile bitmeyecek. Yunus,
“Gel, dosta gidelim gönül”
diyordu. Bizim de tek gideceğimiz yol, tek sığınacağımız liman Allah ve Resûlullah değil mi?
O sevgiyi içlerinde duyup, aşkla, heyecanla sımsıcak yaşayanlara ne mutlu…