Neden Boşanma Davaları Gittikçe Artıyor?
Son zamanlarda internetteki siteme gelen maillerde en çok bu soru soruluyor. “Neden boşanma davaları bu kadar çoğalıyor?” Olaya, isterseniz önce bir sosyolog gözü ile bakalım: Toplumda yerleşmiş bir âdet var. Bir nişan haberi duyulunca hemen herkes aynı soruyu soruyor: “Kız güzel mi? Oğlan zengin mi?” Sanki bir genç kızda aranacak ilk vasıf güzellikmiş gibi, sanki bir delikanlıda ilk önde gelen özellik zenginlikmiş gibi... Ne yazık ki bu sorgulama nicedir devam ediyor. Acaba, evlenecek bir genç kız, güzelliğinin dışında, bir delikanlı zenginliğinin dışında evliliğe hazır mı? Çıkması her an muhtemel problemleri sükûnetle, aklın ve ilmin ışığında çözebilirler mi? Bir meslekleri var mı? Bunları kimseler düşünmüyor. Kafamızı takmışız: “Kız güzel mi? Oğlan zengin mi?” Daha evliliğe ilk adım atılmadan trajedi başlıyor. Bazen bir yıl, bazen iki yıl süren taksitlerle düğün salonu kiralanıyor. Ne kadar süreceği belli olmayan taksitlerle en lüks mobilyalar alınıyor. İsteniyor ki iğneden ipliğe, eksik olan, noksan olan hiçbir şey kalmasın. Tabii hepsi uzun vadeli taksitlerle alınıyor. Yuvaya ilk adım dev gibi bir borçla atılıyor. Günlük hayatın gelişi, yeni yeni masrafları da beraberinde getiriyor. Bazen hiç umulmayan masraflar boy gösteriyor. Aylık geliri çok aşan taksitler, kısa bir sürede iki tarafın da moralini bozuyor. Sinir sistemleri geriliyor. Arkasından sonu gelmeyen münakaşalar, birbirini itham etmeler, kavgalar başgösteriyor. Yâ Rabbi, bir türlü ayağımızı yorganımıza göre uzatamıyoruz. Bir türlü edepli, saygılı, mütevazı olamıyoruz. Tek düşünce egemen oluyor: “Falancanın var da, bizim niye yok? Sonra elâlem ne der? Âleme maskara mı olalım?” Bu abuk sabuk düşünceler müşterek hayatı çekilmez hale getiriyor. Daha nikâh memurunun önünde başlayan tepişmeler hayatın tümünü egemenliği altına alıyor. Yok efendim, kim kimin ayağına basarsa evde onun sözü geçermiş. Kendi evliliğimi hatırlıyorum. Merhum eşim Rânâ Hanım’la beraber nikâh memurunun önünden kalktık, Yenimahalle’deki evimize gittik. Beşinci duraktaki Çavuşoğulları Camii’nin imamı Rıza Çöllü Hocaefendi geldi, dinî nikâhımızı kıydı. Büyüklerin ellerinden öptük. Yemek yedik. Sonra evimize geçtik. Sıhhiye Cihan Sokak’ta iki odalı, sobalı, mütevazı bir ev tutmuştuk. Kapıdan içeri girerken, “Bak Rânâ,” dedim, “şu andan itibaren evlilik hayatımız başlıyor. Gel seninle bir mukavele yapalım.” Merhum Rânâ, “Ne gibi?” dedi. “Diyelim ki,” dedim, “şu andan itibaren, bu evde, ne senin dediğin olacak, ne benim dediğim olacak. Yalnız Allah’ın ve Peygamber’in dediği olacak.” Kırk dört yıl evli kaldık. Her an bu mukaveleye bağlılığımız devam etti. Bu süre içinde aramızda bir tek gün bir münakaşa, bir kavga olmadı. Hep birbirimize saygılı kaldık. Yıllarımız, sevgilerin en güzeli ile doldu. Gün oldu kuru ekmek yedik, ama kimseden borç istemedik. Bazen çevremizden duyuyoruz. Nice evlilikler banka kartı tuzağı ile mahvoluyor. Kırk dört yıllık evlilik süresi içinde bir kere bile Rânâ Hanım’ın önünde ayak ayak üstüne atarak oturmadım. Bir gün midesi ağrıyordu. “Sabri,” dedi, “çantamda ilaç var, lütfen verir misin?” Çantayı aldım, götürdüm. Niye açmadığımı sordu. “Hiçbir zaman ne çantanı, ne çekmeceni açma saygısızlığında bulunmam.” dedim. Bütün mesele, her an, saygı ve edep içinde olabilmek. Şuna inanıyorum ki, kendisine saygısı olmayanın, karşısındaki insana da saygısı olmaz. Evlilik hayatını güzel ve anlamlı kılan, müşterek zevklerin olması ve bir güzelliği beraber paylaşabilmektir. Birlikte kitap okumak, birlikte ibadet etmek, birlikte yürüyüş yapmak, birlikte yemek yemek, birlikte dostlarla görüşmek, birlikte seyahate çıkmak, birlikte mânevi büyükleri ziyarete gitmek evliliği pekiştiren, canlandıran, güzelleştiren ne güzel olaylardır. Biz Rânâ Hanım ile yürüyüşlerimiz sırasında çeşitli meseleleri görüşür, fikir teatisinde bulunurduk. Resûlullah Efendimiz: “Birbirinizle hediyeleşiniz, hediyeleşmek ne güzeldir, insanları birbirine bağlar” buyurur. Biz de sık sık hediyeleşir, birbirimizi mutlu etmeye çalışırdık.
Eşlerin, çevrenin etkisi altında kalarak, imkânlarını aşarak birtakım teşebbüslere girişmeleri sanki boşanmalara ortam hazırlamaktadır. Bir komşumuz araba almıştı. Araba, aylarca kapının önünde bekledi. O sokaktan kirli bir su geçiyordu. Her geçen araba o kirli suyu duran arabanın üstüne sıçratıyordu. Bir süre sonra araba, sanki yıllarca kullanılmış, bir kenara atılmış hale gelmişti. Bir sabah evden çıkarken komşuya sordum: “Neden arabayı kullanmıyorsunuz, bir hukukî durum mu var?” dedim. Yanıma yaklaştı, parmaklarını uc uca getirdi, “Sabri Bey,” dedi, “benzin alacak para yok. Hanım istedi diye aldım. Hanım günlerinde arkadaşlarına mahcup oluyormuş... ‘Alalım, bir kenarda dursun, ben yine dolmuşla gelir, giderim’ demişti. Olay bu.” dedi. Bizzat şahit olduğum bir durum bu... Şahsiyetini kazanamamış insanların evlenmesi, ister istemez bir süre sonra onları boşanmaya götürüyor. Özentiler içinde bir hayatın sonu başka ne olabilir? Komşuya özenerek mobilyalarını değiştirenler, komşuya özenerek ödünç alıp, yaz tatiline çıkanlar az mı? Ne yazık ki, devlet de bu çirkin işe âlet oluyor. Tatil kredisi alıp, çok uzun vadeli borca giriyorlar, sonra onu ödeyeceğiz diye bütçelerinin altı üstüne geliyor. Banka kartları ilk çıktığı zaman, daha önce tahkikat yapılır, ödeme kabiliyetinin olup olmadığı tespit edilir, sonra ona göre kart verilir veya verilmezdi. Şimdi bankalar, sokaklara masa koyuyorlar, önüne gelene kart veriyorlar. Öyle ki, on para geliri olmayan adamın cebinde, on tane kart bulunuyor. Ondan sonra banka ekstreleri arka arkaya gelmeye başlayınca, “Kendimizi boğaz köprüsünden mi, yoksa bir gökdelenden mi atsak?” diye düşünceler başlıyor. Daha beş yaşımdan itibaren rahmetli annem telkinlerde bulunurdu: “Aman yavrum, ayağını yorganına göre uzat. Yerine göre kuru ekmek ye, ama borç yapma. Kardeşinden bile borç alsan, boynun eğri olur, efendiliğini koruyamazsın.” derdi. Nur içinde yatsın. Ne kadar ileri görüşlü bir insanmış. Borç yüzünden şerefini, haysiyetini kaybeden nice insanlar gördüm. Gün oldu kuru ekmek yedim, ama anne sözü dinledim, borç yapmadım.
Günümüz evliliklerinin en büyük sorunlarından birisi de, çocuk terbiyesidir. Ne yazık ki, günümüzde çocuklar çok yanlış terbiye edilmekte, birtakım yanlış bilgilerle çocuk şımartılmakta, evin içinde, âdeta bir firavun yetiştirilmektedir. Çocukların bütün şımarıklıkları, terbiyesizlikleri, hatta edepsizlikleri hoş görülmekte, “Çocuktur, tabii yapacak.” diye gerekçeler gösterilmektedir. Japonlar, çocuklarına bir hükümdar gibi saygı göstermekte, fakat kesinlikle onları şımartmamaktadırlar. Çünkü biliyorlar ki, çocuk şımartmanın bir cinayetten farkı yoktur. Çünkü onlar yarın sâde ailelerine karşı değil, cemiyete karşı da en büyük problem olabilirler. İnançları olan, karakter sahibi bir insanın gözü dışarıda olmaz. Bu, evlilikte görülen en pis, en aşağılık, en âdi bir huydur. Bazı kimseler, “Gece geç geleceğiz, arkadaşlarla buluşacağız, beraber yemek yiyeceğiz.” diyorlar. Bu, aslında, “Beraber içki içeceğiz.” demektir. Ne kötü bir alışkanlık. Madem geceleri arkadaşlarınla buluşup içki içeceksin, o zaman neden evleniyorsun, ne hakla evleniyorsun? Eşini, çoluk çocuğunu gece yarılarına kadar bekletmeye kimin ne hakkı vardır? Bu da, günümüzde çok görülen rezil, aşağılık bir yaşama üslûbudur. Kültürlü, tahsilli, inanmış, nezih bir aile kadını, bu çirkin yaşantıya ne kadar tahammül edebilir? Onun da sabrının bittiği bir an gelmez mi?
Bazı kimseler, iş hayatlarındaki problemleri, eve taşımak itiyadındadırlar. Buna hakkımız var mı? Rahmetli dedem, “Erkeğin kötüsü, iş hayatındaki dalgalanmaları, evine taşıyan insandır.” derdi. Ben Ermenekliyim. Orada bir söz vardır, derler ki; “Erkek eve girerken, öyle canlı, öyle neşeli, öyle hayat dolu olmalı ki, kapıdan içeri girdiği zaman, duvardaki duran saat bile çalışmaya başlamalı. Eşi sıkıntılıysa, derdini unutmalı.” Aynı şekilde, bir de kadının erkeğini karşılama sanatı vardır. Onu bir hükümdar gibi, sevgiyle, saygıyla, edeple karşılamalı, günlük hayatın sıkıntılarını ona unutturmalıdır. Gündüzden, evini temizlemeli, yemeğini hazırlamalı, güzel kitaplar okuyarak kendini, eşini karşılamaya hazır bir hale getirmelidir. Günümüzde evlilik, her zamankinden daha çok önem kazanmıştır. İki taraf da hayatın fırtınalarına karşı, evliliklerini sakin, sığınılacak bir liman haline getirmelidir. Çünkü o limana her zamandan daha çok bugün ihtiyaç vardır. Evlilik, elele, gönül gönüle verildiği zaman, bir yeryüzü cenneti olmaktadır. Neden bütün evliler bu cennetin nimetlerinden faydalanmasınlar?
Gönül istiyor ki bütün kurulmuş ve kurulacak yuvalar, güzellikler ve mutluluklarla dolsun...
|