Vaktiyle Japonya’da çok güzel resimler çizen bir ressam varmış. Görenler hayran oluyormuş. Kimse onun kadar güzel bambu resmi çizemezmiş. Bir gün genç bir ressam gidiyor. “Üstad,” diyor, “bu başarınızın sırrı nedir? Ben de sizin gibi büyük bir ressam olmak istiyorum. Ne yapmam gerek?” Ressam edep ve incelikle cevap veriyor: “Çok basit evlâdım,” diyor. “Önce bir kâğıt, bir kalem alacaksın. Bir bambu çizeceksin, sonra bir tane daha, sonra on tane daha. On yıl sürekli bambu çizeceksin.” “Sonra?” diyor genç ressam. Ressam tebessüm ederek cevap veriyor: “Sonra, bir gün bakacaksın ki, sen kendin bambu olmuşsun... Seni yakarsa, o sanat eseridir. Güzellik, insanların ne yaptığında değil, nasıl yaptığındadır.”
Japonya’da, itina ile, özenle, dikkâtle, saygı ile, aşkla yapılan her şey sanat eseridir. Güzel yemek yapabilmek, güzel çay hazırlamak da bir sanattır. Bugün bizim ve Batı dünyasının “zanaat” saydığı pek çok iş, Japon kültüründe soylu, saygın bir sanattır.
Japonlar güzelliğe karşı o kadar duyarlıdırlar ki, bazen çok güzel bir eser karşısında ağlarlar.
“Ferhat Usta, Ferhat Usta, neden güzellik ağlatır insanı…”
Japonlara göre bir çay sohbeti bile güzel olabilir. Sanat kıvamına ulaşabilir. İnsanların karşılıklı edep, tevâzu, saygı, incelik, zarâfet içinde oturdukları, birbirlerini dikkâtle dinledikleri, yalanın, riyânın, gösterişin olmadığı, güzelliklerle dolu bir sohbet ve o sohbette huşu içinde, edeple yudumlanan çaylar, Japonlara göre bir güzel sanattır. Gerçek güzellik içten yaşanandır, sessiz, iddiasız, gösterişsiz ama insanın içine işleyen bir güzellik. Bu güzellik insanı yetiştirir, oldurur, erdirir. Asıl büyük olan, yüce olan sanat, yaşama sanatıdır. Önemli olan, hayatı bir sanat eseri gibi, bir şiir gibi yaşayabilmektir.
Günümüzde misafirlik anlamını kaybetti. Misafire o kadar çok şey ikram ediliyor ki, bu yoğunlukta, bu ortamda asıl ikram unutuluyor. Biraz sevgi, biraz dost sıcaklığı, biraz yürekten ilgi. Gerek hazırlık aşamasında, gerek ikram sırasında ev sahibi, o kadar yorgun, bitkin oluyor ki, bu incelikler çok zaman aklına bile gelmiyor. Oysa, asıl ihtiyacımız, biraz ilgi, biraz sevgi, biraz yakınlık değil mi? Bizler sevgiye susamışız, farkında değiliz. Gülten Akın ne güzel söylüyor:
“Bir büyük oyun kardaş yaşamak dediğin.
Beni ya sevmeli ya öldürmeli…”
Yaşamanın, varoluşun anlamı kaybolmuş, sevgi, birbirimize samimiyetsiz olarak, içten gelmeden söylediğimiz kelimelerde kalmış, insan, fıtratından uzaklaşmış. Ne için yaratıldığının farkında olan kaç kişi var? Yiyelim, içelim, gülelim, oynayalım, gerdan kırıp göbek atalım, bu mu hayat? Varoluşun amacı bu mu? Bunun için mi yaratıldık? Yunus, bunun için mi, “Bir ben vardır bende, benden içeri” dedi? “Nefsini bilen, Rabbini bilir” sırrına böyle mi varılır?
Japonya’da, aşkla, saygıyla, edeple çalışmak ibadet gibidir. Çiçekleri öyle yerleştir, öyle bir uyum sağla ki, vazoda sanki büyüyormuş gibi olsunlar... Sen de çalışırken öyle dikkâtli, öyle aşkla dolu ol ki, görenler seni ibadet ediyor sansınlar. Japon dilinde, küçük, basit, önemsiz, sıradan, alelâde kelimeleri yoktur. Onlar için her şey önemli, büyük, yücedir. Her iş kutsaldır.
Önemli olan yapılan işin nev’i, ne olduğu değil, nasıl yapıldığıdır. Aşkla, heyecanla, özenle, itina ile yapılan her iş sanattır. Japon sanatı küçük işlerde de büyüktür. Dünyanın her tarafından Japonya’ya yontulmak, şekil verilmek için elmas gönderilir. Elmas yontmak çok ince bir iştir. Yapılan en ufak bir hata, elması berbat edebilir, değersiz kılabilir. Onun için nice büyük kuyumcu elmasını ne olur, ne olmaz diye Japonya’ya gönderir. Japon usta, küçüklükten itibaren her işte dikkâtli, saygılı, edepli yetiştirildiği için, çok kolaylıkla, gelen elması yontar, istenilen şekli verir.
Bir profesör arkadaşım anlatmıştı. Bilimsel çalışmalar yapmak için Japonya’ya gider. Bir otele yerleşir. Akşam gelir, anahtarı almak için resepsiyona gider. Görevli kimse, birden saygıyla ayağa kalkar. Arkadaşımın ismini, soyadını edeple söyler ve anahtarı, oda numarasını söyleyerek uzatır. Arkadaşım hayretler içindedir. Odasına çıkınca telefonu açar, otel yöneticisine, “Bu görevliye özel bir ücret ödeniyor mu?” diye sorar. Yönetici “Hayır,” der, “diğer çalışanlar ne alıyorlarsa, o da onu alıyor. Yalnız bizde bir âdet vardır. Her Japon ailesi, çocuğunu yetiştirirken ısrarla şunu telkin eder: Hayatta ne yaparsan yap, ama onu en iyi yapmaya çalış. Ne yaptığın değil, nasıl yaptığın önemlidir. Herhalde, bizim resepsiyondaki görevli arkadaşımız da, kendine göre, o işi en güzel yapmak istemiş. O şekilde hareket etmiş.”
Japonlar, dünyadaki güzelliklerin hiçbirini kaçırmayacak kadar duyarlıdırlar. “Dirlik, düzenlik olsun, hayattaki ilk rehberin.” derler. Büyük bir iş başarmak istiyorsan, işe küçükle başla. Unutma ki en uzun yolculuk bir ilk adımla başlar. Vehbi Koç’a sormuşlar: “Bu kadar parayı nasıl kazandınız?” “İlk bir lirayı kazandım, sonra diğerleri geldi.” demiş. Avuç avuç toprakla koca dağlar eritilir. En küçük şeylere de, en büyük konulara da eşit derecede önem vermek lâzımdır. Küçüğe burun kıvıran, büyüğü kesinlikle başaramaz. Sokakta bir tanıdığa selâm vermek, hatırını sormak bile son derece önemli, ince bir iştir. Adı büyüğe çıkmış nice insan, telefonda konuşmasını bilmez.
Japonlar, çok şeyi bilmek yerine, küçük şeyleri bilmeyi yeğ tutarlar. Bilmek başka, uygulamak başkadır. Japonlar ne doğaya esir, ne de egemen olmayı düşünmezler. Önemli olan doğayla birlikte ve uyumlu bir şekilde yaşayabilmektir. Çalışmak, günleri kısaltır, ömrü uzatır. İlk denemede çok ciddi, çok dikkâtli, çok uyanık olmalıdır. Çünkü ikinci bir deneme şansı olmayabilir.
Japonya’da kaldığınız otele akşam döndüğünüzde, gündüz sizi arayanlar, not bırakanlar, mesaj bırakanlar, çok güzel bir kâğıda, daktilo ile hiç hatasız olarak yazılmış şekilde gelir, size saygı ile sunulur. Japon insanı, işini, görevini en iyi şekilde yapmak, karşısındakini, hizmet verdiği insanları sevindirmek, onların övgülerini kazanmak ister. Bunun için çabalar, ölçer biçer, her türlü olasılığa karşı hesaplı ve hazırlıklı olmaya çalışır. Bazen o hesap ve ölçü duyarlığı, sonsuz ayrıntılara iner. O insanların yaşantısında ve sanat anlayışında yalınlık egemendir. Japon kültürü oturup kalkmayı, giyinmeyi, yemek yemeyi, çay içmeyi, çiçek düzenlemeyi, bir çiçeği, bir ağacı seyretmeyi, gökyüzüne bakmayı bir sanat haline getirmiştir. Aşikâr olmayanı, gizli olanı görüp kavrayabilmek özel bir eğitim, görgü, duyarlık ve çaba ister. Ulvî, ürpertici güzellik duygusu, sanat eserleriyle, bizzat sanatı yaşayarak, yaparak yaşanır. İnsanoğlu bu acıyı tatmalı ve yaşamalıdır. Japon düşüncesine göre, kişi, ıstırap çekerek olgunlaşırken, kendini, kimliğini, kişiliğini bulur.
Dünyada her şey, bir oluşum ve gelişim süreci içindedir. Gün gelir, çiçekler solar, dostlar uzaklaşır, insanlar ölür. Her şey fanidir. Ebedî olan yalnız Allah’tır. Solmayan, yeni, pörsümeyen güzellik, ezelî ve ebedî gerçek yalnız Kur’an-ı Kerim’dedir. Nuru kıyamete kadar bütün varlığa ışık vermeye devam edecektir. İnsanlar onunla huzura ve mutluluğa kavuşacaktır.
Hiç kimse, kendi öz benliğini bütün muhtevası ile ortaya koyamaz, koymak istemez. Çiçeklerin açması bile, çeşitli şartlara bağlıdır. Ancak sevgi, saygı, dostluk ve güven duygusu, gönlümüzün sırlarını kısmen dışarıya açabilir. Büyük Yunus, bir mısraında,
“Hiç kimse bilmez bizi, biz ne işin içindeyiz”
der. Konuşulan veya yazılan, gönülde yatan kitabın ancak bir cümlesi olabilir. Attila İlhan, bir şiirinde,
“Anladım imkânsız şey, bir insanın bir başka insanı anlaması”
diyor. Her yeni gün iyiye, güzele, doğruya olan yolculuğun yeni bir başlangıcıdır. Önemli olan Yunus gibi, insanlara hitap etmenin, onları etkilemenin sırrını öğrenebilmektir. “Yunus bir haber verir, işidenler şâd olur.” diyebilmektir. Şâdolmuyorsak iyice bilelim ki kabahat bizimdir. Yar ile beraber olanlar, hangi zamanda, hangi mekânda olursa olsunlar, şâdolurlar. Cahit Sıtkı,
“Sevmek, devam eden en güzel huyum”
der. Gönül öyle bir aynadır ki, sevenler, birbirini orada görürler; “Aşk gelicek cümle eksikler biter” derler. İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşamaz; insan âlemde insanları sevdiği müddetçe yaşar. Gerçek olgunluk, madde ile mânâ, ruh ile beden, dünya ile âhiret, din ile ilim arasında sağlanan birlik ve beraberlik ile olur. Bize zıt gibi gelen unsurlar, çelişki içinde gördüklerimiz aslında birbirlerini tamamlayan durumlardır. Biz ehl-i tevhid olamadığımız için onları birbirlerine hasım gibi görüyoruz. Gönül gözü açık olanlar için, onlar sadece Allah’ın nurunun çeşitli görünüşleridir. Yunus ne güzel anlatır bunu:
“Bir çeşmeden akan su, acı tatlı olmaya…”
Dünyayı iğne deliği kadar küçük bir pencereden izleyenler, tevhitten uzak yaşayanlar ne kadar tatsız, tuzsuz bir hayat içindedirler. Dünya güzel, büyük, yüce, muhteşem bir olaydır. Bu dünyada cenneti bulamayanlar öbür tarafta hiç bulamazlar. Seccadesinde Firdevs cennetini bulanlar ne güzel insanlardır.
Bilgelik, hâkim insan olmak, dünyanın anlamını, yaşamanın şiiriyetini bilmek ve hayatını bir aşk haline getirmektir. Bilgelik kişinin içindedir. Onlar her yerde, her zaman âhenk, birlik ve barış içinde yaşarlar. Onlar kendilerini, başkalarına aydınlık götürmeye adamış kimselerdir. Onlar bir tek güzel hareketin, bin güzel sözden daha önemli olduğunun bilinci içindedirler. Halka hizmet, Hakk’a hizmettir. Ârif olanlar, fâni olandan bâki olana, geçici varlıklardan öze geçebilen güzel, müstesna insanlardır. Onlar her gün tevhidin içinde, bir ve beraber bu dünyada bir misafir gibi yaşarlar.
Allah indinde en sevimli insanlar, sevenler ve sevilenlerdir. Her çağda insanların uzlaşmaya, paylaşmaya, sevmeye ve sevilmeye ihtiyaçları vardır. Evrensel insan yapısında sağlıklı gelişme, sevgi ile gerçekleşir. Yunus bu durumu ne güzel anlatır:
“Biz sevdik âşık olduk
Sevildik mâşuk olduk
Her dem taze doğarız
Bizden kim usanası”
Allah ve Peygamber sevgisi ile dolu bir kalpte, kin ve kibir yaşayamaz. Gurur ve kibir insanoğlunun kendi kendine taktığı bir esaret zinciridir. Onlar kendi kendilerini mahkûm etmişlerdir. Yunus, “Biz kimseye kin tutmayız, kamu âlem birdir bize”, “Beri gel barışalım, yad isen bilişelim” der. Bir mânâ yolunun eri, “Sabahleyin evden çıkarken, kendinizi kimseden üstün görmeyin” der. Mânevi tekâmül bununla başlar. İnsanları hor ve hakir görmek, bütün kötülüklere açılan kapı gibidir. Kimde ne olduğu hiç bilinmez. Yunus, “Tehi görme kimseyi, hiç kimesne tehi değil!” der. Tehi, boş anlamındadır. Kibir, gurur kalpte bir kir gibidir. Onlar çıkmadıkça insan için rahat yoktur. Gurur ve kibir, sevginin en büyük düşmanıdır. Yunus, bir gönülde olmayı, sevmeyi, sevilmeyi ibadet gibi bilir:
“Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım
Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.”
Allah’ı sevmenin yolu, insanları sevmekten geçer. Sevgi, varlığın özüdür. Sevgiden uzak insanların kalbi taş gibidir. Yunus böyle kimselere bakar bakar da, “Taş gönülden ne biter?” der.
Yunus, ömrü boyunca, insanı, kendi öz varlığına çağırdı: “Yunus bir haber verir, işidenler şâd olur.” dedi. Şâdolmuyorsak, kabahat bizdedir. Boşuna suçlu aradıkça, kendimizden uzaklaşıyor, öz benliğimize yabancılaşıyoruz. “Ben taşrada arar idim, ol can içinde can imiş.” sözü ne kadar anlamlıdır.
Bir ay oruç tut. Gece namazına kalk. Kimseye söz söyleme. Harama bakma, bak, neler oluyor. Nefsimizi Müslüman etmedikçe, hür olamıyoruz, ne kendimize, ne etrafımıza karşı.
İnsanoğlu daima bir meseleler çıkınıdır. Yaşamak, her an kendimize sorduğumuz bir yığın soruya cevap aramak değil midir? Biz sormasak bile, onlar kendiliklerinden bize gelmiyorlar mı?
Uzlet eden selâmet bulur, şehvetine galebe çalan kurtulur. İbret almadan bakmak zillet, düşünmeden susmak gaflet, hikmetsiz söz söylemek en büyük derttir. Hasan Basri Hazretleri’ne, “falanca adam can çekişiyor” dediler. Güldü, “O, yetmiş yıldır can çekişiyor” dedi. Gönül, nefsin esaretinden kurtuldukça, Allah’a yaklaştıkça mutlu ve huzurlu olur. Allah’ı bilmeyen, O’nunla beraber olmayan şâdolamaz. Bir yazıyı okuduktan, bir sohbeti dinledikten sonra, kendinizi rahatlamış, hafiflemiş, arınmış, Allah’a yaklaşmış hissetmezseniz, bilin ki o yazıyı yazan, o sohbeti yapan sevginize, saygınıza lâyık değildir. Boşuna içinizi karartmayın. Terk edin o kimseyi. Bal arısı gibi olun. Ancak yararlı olana konun. Zararlıyı bırakın. Boşuna zaman harcamayın. Akıntıya kürek çekmeyin. Kaybedecek bir dakikamız bile yok. Biz bu dünyaya yontulmaya geldik, adam olmaya geldik. Güzelleşmeye geldik. Atasözünde ne güzel anlatılmış: Arkadaşının kim olduğunu söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim...
Kur’an-ı Kerim’de, “Bilin ki dünya hayatı bir oyundan ibarettir.” buyruluyor. Yunus, “Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi / Mal da yalan, mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan...” der. Dönüş Allah’adır. Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle şâdolurlar.
Kapı kapı dolaşma, muratlar sendedir. Mutluluğa atılan ilk adım, vermekten, paylaşmaktan başlar. Çiftçi tohumunu atmadan ürün alamaz. Mütemadiyen kötülükleri sıralamak, şu şöyledir, bu böyledir diye lâfazanlık etmek bize ne kazandırıyor? Tamam, o öyle, beriki böyle, ama biz nasılız? Karanlıklara küfredeceğimize bir mum da biz yaksak daha iyi olmaz mı? Biz bu dünyaya yalnız şeytan taşlamaya mı geldik? Ne zaman gül gibi olacağız?
Hayatın bizzat kendisi umut kaynağı, mutluluk kaynağı değil mi? Bütün insanlar, mutlu olmaları için yaratıldılar. Mutsuz oluyorlarsa, bu kendi hataları yüzünden... Nasıl bakarsan öyle görürsün. Kimse görmek istemeyen kadar kör değildir. İki mahkûm hapishanenin penceresinden bakıyorlardı. Biri hiddetle yere tükürdü. “Ne berbat bir gece,” dedi. “Yerler vıcık vıcık çamur.” İkinci mahkûm gökyüzüne baktı, baktı. “Allah’ım,” dedi, “ne muhteşem bir gece. Gökte yıldızlar pırıl pırıl.”
Mutluluk her zaman yanımızdadır. Onu yakalamak için elimizi uzatmak yeterlidir.
Hakikati, insanların ölçüleriyle değil, insanları hakikatin ölçüleriyle tanımalıyız. Önce doğru bilinmeli. Doğru bilinirse, yanlış da bilinir. Ama önce yanlış öğrenilirse, bunda ısrar edilirse, doğruya ulaşmak imkânsız hale gelir. Yazık o insana ki, Kabe’de doğmuş, puthanede ölmüştür. Yaşamayı sevin ki, yaşam da size güzelliklerini göstersin.
Huzurlu olduğunuz zaman, ne kadar güzel oluyorsunuz, farkında mısınız? Gözün eşyayı görebilmesi için ışığa ihtiyaç vardır. Kul, Allah’ından razı olduğu an, Allah da ondan razıdır. Gerçek güzellik içten içe yaşanandır. Sessiz, sözsüz, harfsiz, iddiasız, gösterişsiz, ama insanın içine işleyen bir güzellik... Bu güzellik, insanı yetiştirir, oldurur, erdirir. Hayat bir yolculuktur. Sadece belli bir noktaya varmak değildir.
İstersek, hayatımızı, her ânını yudum yudum tadarak, güzel, sakin ve anlamlı bir yolculuğa dönüştürebiliriz. Büyük ressam Matisse, görülen her şeye, ilk kez görülüyormuş gibi bakılmasını ister. Yaşamın üstünü örten önyargı ve alışkanlık örtüsünün kaldırılmasını bekler, “O zaman,” der, “görülenler yağmurla yıkanmış, pırıl pırıl olmuş bir dünyanın tazeliğini taşır. Gerçek bir dünyanın güzelliğini taşır.”
Gerçek güzelliğin sırrı, sevgiyle dolu iyi bir kalptir. Gittiği yerde âhenk, yumuşaklık ve ruh güzelliği izlenimleri bırakan insan, baş tacı edilir. Ab-ı hayat, bengisu, insanın kendi içindedir. Her an ve her insan yeni ve farklıdır. Kimseye hakaret gözüyle bakma. Herkesin birbirinden farklı, ayrı bir yaradılış nedeni vardır. Yunus, onun için, “Yaradılanı hoşgör, Yaradan’dan ötürü” demiştir. Allah, abesle iştigâl etmez. Unutma ki Hakk’ın dostları gizlidir. Binbir kıyafet, şekil, edâ ve özellik içinde gizli... Hep “ben” diyoruz. “Sen” demedikçe bu kavgalar bitmez. “Sen” demek, “ben”in dar sınırlarından kurtulmak demektir. Kalbin dar sınırlarından kurtulmak demektir.
Kalbin edebi, sükûttur. Bu dünya darılma pazarı değil, dayanma pazarıdır. Gözü yerde olanın, gönlü âsumana çıkar. Elde edilmesi en güç dostluk, insanın kendi kendisiyle dost olmasıdır. Yunus, “Seni deli eden şey, yine sendedir, sende” der.