Yabancılaşma
Yabancılaşmanın etkisi her gün biraz daha çoğalıyor, büyüyor. İnsanoğlu kendinden uzaklaşıyor. Kaçıyor kendi özbenliğinden. Çevre hep bu tür insanlarla doluyor. Sevgiler, içtenlikler uzak, bağlılıklar gösterişe, çıkara, küçük hesaplara dayanıyor. Herkes işini zoraki yapar gibi. Ekmeğini yediği işini, uğraşını, mesleğini aşkla, heyecanla götüren kaç kişi gösterebilirsiniz? Yıllar önce hikâyeci Bekir Yıldız yazdığı bir kitabın adını “Evlilik Şirketi” koymuştu. Günümüzde nice evlilikler bir şirket gibi. Hep hesap, kitap, çıkar üstüne kuruluyor. Aynen bir şirket kurar gibi. Menfaatler, hem de minicik çıkarlar çatıştığı zaman, o evliliğin yerinde yeller esiyor. Medya tümüyle aşktan, şevkten, ihlâstan uzak. İstisnalar da kaideyi bozmuyor. İhlâstan en çok bahsedenlerin, ondan en fazla uzaklaştığını görüyoruz. Bazı ekranların ilk günleri ile şimdiki hallerini görseler, aradaki negatife doğru korkunç gelişmeler karşısında, acaba o ekranların yayına girmesi için ilk günler çırpınan, beyaz bulutlar kadar temiz yürekli insanlar, ne derlerdi, nasıl acı ve ıstırap içinde kalırlardı.
Birtakım önyargılar içimize öyle işlemiş ki... Bazı ekranlara sürekli çıkarılan, yüzünden, ifadesinden, sesinden melânet akan birtakım hatun kişiler, entel görünmek uğruna, o ekranlarda, o sözümona inanmış kişilerin ekranlarında boy gösteriyorlar. Her vesile ile inanmışlıktan uzak yaşadıklarını haykıra haykıra söylüyorlar, hem de… Köle bile olamayacakları bazı kimseleri, yerden yere vuruyor, onlara hakaretler ediyorlar. Sahte sevgiler onlara, sahte ödüller onlara, sahte saygılar onlara... Efendiler, iş mi yaptığınızı sanıyorsunuz? Şunu hiç unutmayın. İtalyanların bir atasözü var: “Düşman çiçek göndermez.” diye. Siz istediğiniz kadar sahte gülücüklerle o çağdaş Firavunlara şirin görünmeye çalışın, onlar sizi adam yerine bile koymuyorlar. Alay konusu oluyorsunuz. Farkında değilsiniz. Sizinle aynı görüşte olanlara, o görüşleri için her şeylerini ortaya koyanlara yan bakma, küçümseme... Bir gün bu toz bulutu dağılıp da, atlı kim, yaya kim ortaya çıktığında gerçekleri göreceksiniz, ama vakit geçmiş olacak.
Günümüzün en çok kullanılan kelimelerinden biri de stres. Stres aşağı, stres yukarı, Hani insanın “Kardeşim bir su ver, stressiz tarafından olsun.” diyeceği geliyor. Sonra deli gibi sigaraya saldırıyorlar. Gelsin içki, o da olmadı, gelsin uyuşturucu. Stresinizi sevsinler cici beyler, cici hanımlar...
Neden böyle oluyor? Sebep ne? Telâş etmeyin, bağırmayın efendim, “ekonomik koşullar” diye ukalaca nutuklara başlamayın. Çok dinledik. Bıktık artık. Sadece siz fıtratınızdan uzaklaşıyorsunuz. Onun için her şeye yabancılaşıyorsunuz. Mesele bu...
Fıtratından uzaklaşan, sadece Allah’a ve Peygamberine, Yüce Kitabına değil, her şeye yabancı kalır. Sanata, doğaya, düşünceye, güzelliğe ve estetiğe kadar her şeyden uzaklaşır. Bir mânâ büyüğü: “Cehennem, Allah’tan uzak kalanların sırrıdır.” diyor. Resulullah Efendimiz, “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar.” buyuruyor. Sonradan ne yazık ki okul, aile, toplum üçlüsü, o melek gibi doğan çocuğu, aslından, özünden, yaratılışından kopara kopara ortaya bir canavar çıkarıyor. Günümüzün çağdaş Firavunları, çağdaş Nemrutları böyle ortaya çıkıyorlar. İçinde yaşadığımız toplumla, insanın fıtratı, temiz ve asıl yaratılışı arasında öyle bir çelişki var ki... Belli bir sosyal ve ekonomik statü içinde bulunan ama buna rağmen hâlâ içindeki güzellikleri devam ettiren, hâlâ kalpleri iyilik ve hayır için çarpanlar ne mübârek insanlardır, ne eli öpülesi insanlardır.
Yabancılaşma, insanı kendinden, ailesinden, güzellikten, estetikten, doğadan, efendilikten, incelik ve zarâfetten koparan bir canavar.
“Bıçak soksan gölgeme
Sıcacık kanım damlar
Gir de bir bak ülkeme
Başsız başsız adamlar…”
İşte o canavar, insanı iyi, güzel, temiz ve asil olan, büyük ve yüce olan her şeyden koparıyor. İnsan duyamaz, düşünemez, muhakeme edemez bir hale geliyor. Bir robot gibi oluyor. Kur’an-ı Kerim’de “Göklerde ve yerde nice belgeler var ki, yanlarından, yüzlerini çevirerek geçerler.” buyruluyor. Onlar o kadar zavallı bir hale getiriliyor ki, kulakları var duymuyorlar, gözleri var görmüyorlar, kalpleri var hissetmiyorlar. Her zerre gezegenlere, galaksilere kadar, bir muhteşem konserin eşsiz notaları gibi en hikmetli biçimde sahnede yerini almış, görevine koşarken bir ses haykırıyor:
“Görecek göz nerede?”
İnsan, evrendeki âhenge uymak ve onun bir parçası olmak durumundayken, bunun farkına varamaz, bu ilgiyi göremezse, kendini evrenin merkezi sanır. O andan itibaren de kırık bir plâk gibi, düşüncesi hep aynı nokta etrafında cızırdar durur. Nice insan var ki, gözüm açık diye gördüğünü sanır.
Her şeyin bir bedeli vardır ve zaman er veya geç bunun hesabını sorar. Görev, içinde bulunduğumuz ânın bizden istediği şeydir. İnsan gerçeklerden kaçtığını sanarak kendini aldatır ama akıbet, er veya geç onu bulur, yakalar, hesabını sorar. İnsanoğlu aldanmak için yıllarca verdiğini, sonra faizleriyle öder. İnsan içinde ne taşıyorsa, dışında onu bulur. Haksız olarak elde edilen bir mal, yine bir haksızlıkla elden gider. Kötülüğün oku mutlaka geri döner. Her tohum kendi meyvesini verir. Bu onun kaderidir.
Bugünü hazırlayan şeylerin kökleri geçmiştedir. Sevgi, sevgiyi doğurur, kin ise kini çeker. Sabır acıdır ama, meyveleri tatlıdır. Acele ağacının meyvesi pişmanlıktır. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bazen kurt, en güzel meyvenin içinde gizlenir. Gizli düşmanlıklardan, açık olanlarından daha çok çekinmek gerek. Realiteyi değil, gizlediği gerçeği yakalamak önemlidir. Bazen minicik dediğimiz olaylar, küçücük dikkâtler insan fıtratını harekete geçirir. Bazen sevgi dolu bir bakışla, bir ses tonuyla gönüldeki düğümler çözülüverir.
Her şeyin yeri, değeri aynıdır. Bir iş, eğer özenle yapılırsa, hem mutlu, hem huzurlu olur, hem de ortaya güzel bir eser koymuş oluruz. Yaptığınız işin en iyisini, zamanında yapın. Göreceksiniz, dağ başında olsanız bile, insanlar sizi arayıp bulurlar. Her şey, her an etkiler, her şeyden etkilenir aynı zamanda... Her şey zincirleme birbiriyle ilgilidir. En küçük bir kımıldanışın bütün doğa üzerinde etkisi vardır. Resulullah Efendimiz “Rabbim, her şeyi, aslında nasılsa, öyle göster bana.” buyurur.
Olaylar, oldukları şekliyle bizi aldatmasınlar. Dış görünüş her zaman yanıltabilir insanı. Gölgede görülen bir renk, ışıkta değişiverir. Hiçbir şey gerçeğini öyle bir anda vermez. Düşünce adamı; yeniden düşünen ve şimdiye kadar üzerinde düşünülmüş şeylerin asla yeterince düşünülmemiş olduğu kanaatine varan kimsedir. En büyük eksik düşünce yanlışıdır.
Bilmek demek, en ufak şeyin, bütüne nasıl bağlandığını anlamak demektir. Bakmak başka, görmek başkadır. Görmek demek, parçanın bütündeki yerini dikkâtle incelemek, duymak, içine sindirmek, yeni bir bakışla, esas olan bütünü kavrayabilmektir. Sadece bakmak bir şey ifade etmez, anlayabilmektir görmek. Önemli olan ayrı ayrı parçalar arasındaki doğal ilişkiyi sezebilmek, bütünün ruhunu, anlamını çıkarabilmektir. Bilmek demek, en ufak bir olayın, en küçük bir parçanın bütünle bağlantısını kurabilmek, sezip anlayabilmek demektir. Her varoluş diğer nesnelerle, oluşumlarla ortaya çıkan bir bütündür. Onu tek olarak görmek, müstakil olarak görmek, aradaki bağlantıyı algılayamamak bizi bütünden uzaklaştırır. Böylece varacağınız sonuçlar da bizi aldatır. Bilim, bize bilmediğimiz çok şey öğretti. Fakat aynı zamanda öğrendiğimiz şeyleri ne kadar az anlayabildiğimizi de gösterdi. Dış görünüş yanıltır. Her şey bilgi ve sezgi ile, tam bir gerçek aşkı ve araştırıcılık ruhuyla bakıldığı ölçüde sırrını verir. En büyük eksik, düşünce yanlışıdır. Hz. Ali’nin şu sözü ne kadar anlamlı, ne kadar düşündürücüdür. “İlim bir nokta idi, onu insanlar teksir etti...” Bugün, bilgi çağı diye bas bas bağırıyoruz, caka satıyoruz, kendimizi bir şey olduk sanıyoruz ama bir o kadar da özümüzden, aslımızdan, varoluşun kanunlarından, fıtratımızdan uzaklaşıyoruz. Öyle uzaklaşıyoruz ki, bir noktadan sonra kendimizi tanıyamıyor, kendimize yabancılaşıyoruz. Çılgın bir sürat asrında yaşıyoruz. İnsanda düşünce yeteneği gittikçe yok oluyor, dumura uğruyor. Hızlı yaşam temposu içinde bir şeyler göremiyor, sezemiyoruz. Einstein, “Bu çağın en büyük dramı, insanın bir gülün açılışındaki harikulâde güzelliği görememesi, sezememesi, hayret duygusunu kaybetmesidir.” diyor. Her şey bizi bizden uzaklaştırıyor, dikkâtimizi başka taraflara çekiyor. Sonra tam bir panik ve şaşkınlık içinde “Aynalar söyleyin bana, ben kimim?” diyoruz. Bu çılgın gidiş içinde artık insanlar, “Ben kimim, neden dünyaya gönderildim, varoluşumdaki hikmet nedir? Neden yaşıyorum, nasıl yaşamalıyım, nasıl bir hayat sürmeliyim ki, sonunda, son nefesi vermeye sıra geldiğinde pişman olmayayım, eyvah yanlış yaşadım, hayatımı rezil ettim demeyeyim?” diyemiyor. Bu çılgın hayat temposu, bu delice gidiş, uyuşukluk ve alışkanlık gözleri kör ediyor. Koyu bir sis içinde gerçek görünmez oluyor. Her şey “doğal” denilen yalana gömülüyor. Yunus: “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” der. İşte biz bu ulu nazarı kaybettik. Ürpermeyi, hayran olmayı, hayret etmeyi kaybettik. Necip Fazıl’ın tabiriyle güneşi cebimizde unuttuk, dışarıda cılız ve sahte mum ışıkları arıyoruz. Kimileri bulduğunu sanarak aldanışların en büyüğünü yaşıyor...
“Otuzüç yıl saatim işlemiş, ben durmuşum.
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.”
Bazıları, yetişebilmemiz, gelişebilmemiz için şartlar elverişli değil diyecekler. Doğru, ama lotüsü unutuyoruz. Bir zambak türü olan lotüs bataklıkta yetişir. Son derece güzel çiçekler açar. Bataklıktaki iğrenç kokuları, çıkardığı harikulâde güzel koku ile bastırır, nefis bir kokuya dönüştürür. Bu, güzelliğin zaferidir. iyinin kötüye galebesidir. Bu sabırla, tahammülle, çirkin olandan, pis ve iğrenç olandan iyiyi, güzeli, temiz ve yüce olanı çıkarmak demektir.
O halde biz ne bekliyoruz?
|