− Efendim, bugünlerde, Halide Nusret Zorlutuna Hanım’ın “Bir Devrin Romanı” adlı eserinde bir husus dikkâtimizi çekti. Bu eserde Halide Hanım çok güzel bir üslûpla ele aldığı bir hatırası ile kitabına başlıyor ve kendisine annesi tarafından tam 4 yaş, 4 ay, 4 günlükken, kabul edilen bir âdet olarak din eğitimine başlandığını, annesinin söylediği bir kısa duayı onun önünde oturarak Euzü Besmele girişinden sonra ufak bölümler halinde tekrar ettiğini, Elif ve B harflerinin ilk olarak o günkü derste kendisine öğretildiğini anlatıyor. Halide Hanım, eserin bir yerinde büyük dedesinin kutb-ul zaman olduğundan da bahsediyor.
Burada dikkâtimizi çeken husus, onun belirttiği bu 4 yaş, 4 ay, 4 gün sonra çocuğa doğrudan mânevi eğitim verilmeye başlanması tespiti. Bu günün özel bir hikmeti mi vardır?
− Evet. Çocuklara din eğitimine geçişin en uygun başlangıç çizgisidir bu. Bebeklikten çıkış o dönemde başlıyor. O dönemden itibaren çocuk söylenenleri hatırlayabilecek psikolojiye geliyor ve artık bebek statüsünden çıkıyor. O dönemden itibaren öğrenilenler hafızaya kazınıyor ve hiç unutulmuyor.
− Efendim, bir başka kitapta, her sorunun cevabının yine o sorunun içinde gizli olduğu, bunun gönül gözü açık ilim sahiplerince bilindiği anlatılıyordu. Sorulan bir sorunun veya merak edilen bir durumun cevabını, o anda etrafta ortaya çıkan durumları, söylenen sözleri değerlendirerek bulabilir miyiz? Bütün bu ayrıntılar o olayın çözümüne dair işaretler taşır mı?
− Evet. Ama bu bir seziş meselesi tabi. Velîler bir soru sorulduğunda cevabın da o soru içinde olduğunu bildikleri için çok saygı ile dinlerler. O cevap, o sorunun içinde vardır. Bu bütün hayat olayları için böyledir. İş o soruyu çok büyük dikkâtle dinleyebilmekte, hayat olaylarını çok büyük bir dikkâtle gözlemleyebilmekte.
Hatta bazan soru sorulmadan da cevap verilebilir. Eskiden bazı doktorlar hasta daha içeri girerken hastaya dikkât ederlermiş, yürüyüşü, yüz rengi, ses tonu, cilt rengi... Ona göre daha hasta ağzını açmadan onu teşhis ederlermiş ama yine de belli etmez, edeben hastayı ayrıca dinlerlermiş.
Her şey bunun gibi. Meselâ bir adam, bir hanımla evlenmeyi düşünüyor. Bazıları tutuyor tahkikat yapıyor. Aslında bu çok çocukça bir şey. Kardeşim sen neyi öğrenmek istiyorsan, o hanımın bakışından, oturuş şeklinden, kıyafetinden, konuşmasından... anlayabilirsin. Ama bunu anlayacak, sezecek erkek nerede?
− Efendim, Muhyiddin İbni Arabi Hazretleri, “Günlerin ve Ayların Fazileti” adlı eserinde idi sanırım, “Bir adam bir şey sormak için geldiğinde, geldiği zaman esas alınarak, ne soracağı, doğru söyleyip söylemediği bilinebilir ve sorusunun cevabının ne olduğu söylenebilir.” diyor. Çocukken büyüklerimiz bize “Aman Cuma saatinden hemen önce alışveriş için bir dükkâna gitmeyin. O saatte gelen müşteriyi esnaf iyi saymaz.” derlerdi.
− Öyle, meselâ adam gecenin bir yarısı öylesine telefon açıyor. O saatte telefon açılmaz tabi. İnsan her davranışıyla, her haliyle kendisini ele veriyor. Ben meselâ bir müslüman kadının bacak bacak üstüne atacağına ihtimal vermiyorum. Atıyorsa, o benim nazarımda müslümanlığı şeklen yaşıyordur. İnsan her şeyiyle mesaj veriyor, artık sen de onu değerlendir, ondan bir mânâ çıkar.
− Efendim, meselâ herhangi bir olayı çözmeye, bir sorunun cevabını bulmaya çalışırken o anda içeriye giren bir kimse, o kimsenin ağzından çıkan bir söz bile, o olayı izah eden bilgiler içeriyor aslında, değil mi? Bir de meselâ bir kimse, bir konuda konuşurken birisi hapşırırsa, işte konuşmanın şahidi geldi deniyor, söylediklerinin ispatı kabul ediliyor, buna Ayten Anne’yi ziyaretimizde de tanık olmuştuk.
− Öyle. Durduğu yerde hayvanlar konuşuyor, eşya konuşuyor, bitkiler konuşuyor. Hayatta boş, anlamsız hiçbir şey yok. O nedenle hayat boyu çok dikkâtli olmalıyız. Her hareketimize, kullandığımız her söze çok dikkât etmeliyiz. Bazan kullanacağımız bir kelime, hassas bir insanın kalbinde mezarda bile kanayacak bir yara açabilir. Ben çocukken bir bakkalda bir yazı vardı, onu her gidişte okurdum. “Kırma insan kalbini yapacak ustası yok” diye.
− Efendim, söz çok önemli tabi. Siz de “Ya hayır söyle yahut sus.” Hadisini bizlere hep hatırlatıyor, sözü çok önemsiyorsunuz. Bir de Yunus’un “Yunus bir haber verir, işidenler şâd olur.” sözü ile bu Hadis-i Şerif arasında bir ilgi olduğunu, onun bir açıklaması olduğunu söylemiştiniz sanırım daha önce.
− Evet. Daima hayır söyleyebilen bir kimse mesut olur. Meselâ bir dalkavuk, süslü püslü sözler söyler ama onlar karşı tarafın kalbinde bir güzellik oluşturmaz. Burada önemli olan bir nokta var: Ancak Allah rızası için söylenen güzel sözler insanı mutlu eder, ona mutluluk getirir.
− Peki hayır söyleyen bir insanı dinleyenler de mutlu mu olurlar?
− Evet. Bir kimse gül sunarsa, onun etrafındakiler de gül kokarlar. Meselâ etrafa lâğım suyu akıyorsa, etraftakilerin de üstü başı bir süre sonra lâğım kokar. Ben boşuna söylemiyorum, sadece “Ya hayır söyle yahut sus.” Hadisi bir kimsenin hayatına yer etse, o kimse bu sayede velâyet makamına kadar çıkar diyorum.
− Peki bu o kadar çok mu zor? Hayırlı olmayan bir şey diline geldiği zaman susmak?
− Ben bu yaşa geldim, birkaç velînin dışında bunu uygulayabilen görmedim.
− Peki neden böyle oluyor efendim, nefs mi giriyor araya, ille söylemek mi istiyor insan o anda o sözü?
− Öyle yavrum. Kış kışlığını, puşt puştluğunu yapıyor.
− Efendim, hep hayırlı konuşan insanlarla beraber olunduğunda, onlarla konuşulduğunda, o andaki meselelerin de hâl yoluna girdiğini görüyoruz. Bu durumda insanın güzelliklerle karşılaşma ihtimali de artıyor sanki.
− Güzel insanlarla beraber olduğumuzda, güzel sözler işittiğimizde tat alma kabiliyeti de artar, insanın şekeri de düşer, kalbi de ferahlar… her şey ama her şey daha güzel olur.
Hep hayır konuşulan, hayır yaşanılan yerde her şey daha güzel olur. Meselâ eski Türk toplumunda kadınla erkek düğünden sonra beraber olmadan önce birbirlerine ibrikle su döker, abdest almalarına yardımcı olurlar, sonra birlikte iki rekat namaz kılarlarmış. Bu o kadar önemli ki. Çünkü o anda duygular çok hassaslaşıyor, çok iyi çalışıyor. Bu şekilde olunca birbirlerine daha edeple, daha saygıyla yaklaşıyorlar, iki hayvan gibi değil. Bugün ise gelinle damadın tek düşünceleri cinsellik oluyor, ama sonra bundan da hiçbir zevk alamıyorlar. İsteyen anket yapsın. Evlendiği zaman ilk defa beraber olmaktan mutlu olan kadınların son derece az olduğu ortaya konmuş bir realitedir. Çünkü kadın erkeğe göre çok daha hassas. Kadın o kaba davranışlardan kırılıyor, inciniyor. Hiçbir güzellik yaşayamıyor. Meselâ bugün ilk beraberlik korkusunu benden başka tedavi edecek kimse yok. Psikologlar işi hep ilâçla tedavi etmek istiyor. Oysa insan ruhunun beklentileri var, özlemleri var. Meselâ bazı erkekler ilk beraberliklerinde çok heyecanlanıyorlar. Bunun üzerine bazen kadın alay ederek, “Sen,” diyor, “yarın en iyisi git, kendine bir etek al, giy…” Adamın bunun üzerine kafası iyice bozuluyor ve eline geçeni kadına saplıyor. Halbuki kadın öyle diyeceğine “Aman sevgilim, boşver, ikimiz de yorgunuz, gel koluma uzan, biraz dinlenelim” dese, o cinayet işlenmeyecek. Yani onu uykuya, istirahate davet etse, her şey kendiliğinden hallolacak. Ama ne kadın erkeğin, ne de erkek kadının psikolojisinden anlıyor. İki taraf da karşı tarafı parçalamaya hazır bir hayvan gibi oluyor maalesef.
Meselâ yıllar önce Amerika’da çok güzel, hanımefendi, beyefendi genç kızlar, erkekler bir dernek kurmuşlar. Çok zarif, kibar, genç insanlar bunlar. Onlar diyorlar ki, insan hayatında cinsellik hiç önemli değil. Ve evliliklerinde bunu esas alıyorlar. Ben de aynı kanaatteyim. Eğer bir kadınla bir erkek arasında ille çocuk yapma fikri yoksa, o zaman ben de o Amerikalı dernek mensupları gibi düşünüyorum.
Eğer bir hanım evlendiği erkekte aradığı özellikleri bulmuşsa, o kimse aklı başında, zarif, kibar, edepli, saygılı bir kimse ise, cinsellik olmadan da pekâlâ o evlilik yürüyebilir. Evlilik bir edeptir, inceliktir, bir güzelliktir.
− Efendim, sizin bu söyledikleriniz aslında dünyada bir devrim niteliğinde, çünkü insanlar çocuk yaştan itibaren tam tersine şartlandırılıyorlar.
− Öyle. Henüz birçok psikologlar bile bu düşünceye yabancı. Ama mühim olan doğruları söylemek. Önemli olan iki insan arasındaki sevgiye, saygıya dayalı ilişkidir. Evliliğin olmazsa olmazı sevgidir, saygıdır, nezakettir, fedakârlıktır, yardımlaşmadır, paylaşmadır, birbirinin mânevi tekâmülüne hizmettir.
− Rânâ Hanım’la evlenirken onun sizden sekiz yaş büyük olmasından dolayı sizi çok kınayanlar olmuş, ama siz hiç rahatsızlık duymamışsınız.
− Ben evlenirken bunları hiç düşünmedim. Nasıl olur dediler, 28 yaşındaki bir genç adam kendinden sekiz yaş büyük bir kadınla nasıl evlenir, yazık oldu çocuğa dediler. Oysa o ne muhteşem bir evlilik oldu, ne mükemmel bir evlilik oldu... İkimiz de birbirimizin mânâ yolunda ilerlemesi, tekâmül etmesi için olanca gücümüzle gayret ettik.
− En önemlisi de bu tekâmül konusu herhalde?
− Evet. Evlilikte ilk gaye mânevi tekâmülü hızlandırmaktır. Kavga olan bir evlilikte mânevi tekâmül durur. Şimdi bazı gürültülü müzikler var, rock gibi. Bu müzikleri dinleyenlerde mânevi ilerleme olmaz. Böyle bir kimse, bir başkasını gerçek mânâda sevemez. O insanda edep ve incelik kalmaz.
Bir kimse günlük hayatında kendini yetiştirme aşkı içinde ise, cinsellik düşünecek vakti kalmaz ki. Eşi ölmüş veya hiç evlenmemiş bazı insanlara bakıyoruz, son derece sağlıklı, mutlu yaşıyorlar. Güzel işlerle meşgul olan bir insanın aklına bile gelmiyor cinsellik.
Cinsellik de gıda istiyor. Cinselliğin gıdası nedir? Sürekli cinsellik düşünmek, porno filmler izlemek, açık saçık kıyafetler giymek... Meselâ bir kadın, göğüs dekolteli elbiseler giydiği zaman, göbeğini açtığı zaman, eğilip kalkarken karşıdaki erkeği tahrik edebilir ama kendisi de tahrik oluyor. Plajdaki kadın, erkekten çok kendisi tahrik oluyor. Çünkü aklı fikri vücudunda oluyor. Bu sefer etraftaki güzellikleri görecek ne zamanı kalıyor, ne de ruh hali. Bütün bunlar da hep zincirleme birbirine bağlı.
Artık cinsellik toplumda o kadar ön plâna çıkarılıyor ki, eczane vitrinlerini bile bu amaçla çıkarılan ilâçların reklamları kaplıyor. Bu haplarla insanları cinsellikten başka bir şey düşünemez hale getirmeye çalışıyorlar. Oysa normal bir kadının, erkeğin bu haplara ihtiyacı yok. Bir yaştan sonra Allah insandan cinselliği alıyor. Ne güzel, ne iyi bir şey. Bu şekilde Allah kuluna demek istiyor ki “Ey kulum, artık bu işlerle uğraşmayı bırak, arınmaya, temizlenmeye, mânen yükselmeye bak. Artık zaman, bu zaman.”
İslâmiyet öyle güzel kurallar getirmiş ki, biz o kurallara riayet ettiğimiz zaman her şey çok güzel oluyor.
Ama bütün bunları söyleyen dünyada sadece ben varım. Benim üzüldüğüm nokta burada. Yedi milyar insanın aslında bana ihtiyacı var. Nefsaniyetim için, övülmek için, tanınmak için istemiyorum bunu. Ama insanlar benim için “İşte,” diyorlar, “emekli bir Danıştay üyesi, aklı fikri kitap okumakta olan bir adam.” Mısri Niyazi Hazretleri de böyle karşılanmıştı. Allah, mânâ âleminde elinden ayağından öpmeyi nasibetsin, hayatı sürgünlerle geçmiş, en son Limni adasına sürgün etmişler, orada Hakk’a göçmüş.
Acaba şu anda dünyada benim kadar insanı anlayan, insanı çözmüş bir kimse var mı? Ama ben bugün birçok kimse için, sadece çok kitap okuyan bir emekli Danıştay üyesiyim. Benim kıymetimi bilenler, benden istifade edenler, benim tecrübelerimi alıp uygulayanlar çok az.
− Efendim, ne yazık ki mânevi büyüklerin kıymetini bilme ve onların tecrübelerinden istifade etme konusunda çok zayıf bir toplum olduk.
− Öyle. Meselâ Rabia Sultan bana göre evliyânın en büyüklerindendir. Ama onu anlayan acaba kaç kişi çıktı? Eminim oturduğu mahallede ona deli kadın bile diyenler olmuştur, Münir Bey’e deli doktor dedikleri gibi. Ben Rânâ Hanım’la evlendiğim zaman bana da deli demişlerdi.
− Efendim, Allah size hayırlar, sağlıklı uzun ömürler nasibetsin ve güzelliklerinizin farkına vararak sizden öğrendiklerini hayatına geçiren dünyanın her bir köşesinden çok değerli öğrenciler nasibetsin. Bizlere de inşallah bu yolda size lâyık olarak ilerleyebilmeyi...