subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XI                                                                    Sabri Tandoğan

 

Büyük Istırap

Eğri oturalım doğru konuşalım, insanımız son yıllarda med­yanın çirkin bir istilâsı altında. Nursuz, pirsiz görüntüleri ile bazı kimseler sürekli olarak inanan, temiz, nur yüzlü insanları ra­hatsız ediyorlar, taciz ediyorlar. Allah şahittir ki bu rahatsızlık bazen Çin işkencesi boyutlarına ulaşıyor. Yurtta ne oluyor, dün­yada ne oluyor haberdar olmak için ekranın düğmesini açı­yorsunuz. Aman Allah’ım, cehennem kaçkını birtakım kimseler, incelikten, zarafetten, edepten, uygarlıktan kilometrelerce uzak olanlar, insan ruhunu kirleten ses tonlarıyla her gün iç dün­yamızda yaralar açıyorlar, size ıstırapların en büyüğünü veri­yorlar. Bıktık artık. Yetti artık. Kâinata akıl vermek iddiasında bulunan bu aklıevveller bir gün oturup tövbe estağfurullah de­yip, hayatlarının bir muhasebesini yapsalar, önce kendi ha­yatlarını bir düzene koysalar ne iyi olur. İbnül Emin Mahmut Kemal İnal’ın dediği gibi, “Her gün bize geleceklerine, yılda bir kere kendilerine gelseler ne olur?” Ta çocukluk günlerimden beri tanıdığım, sevdiğim, saygı duyduğum, hayran olduğum gerçek Müslümanları gözümün önüne getiriyorum da, o ağzı kalabalık, yüzü ekşi, nursuz, pirsiz kimselerin iyi niyetle de olsa verdikleri ve verecekleri zararların büyüklüğü karşısında ür­periyorum. İçimden bir ses, benliğimin ta derinliklerinden gelen bir ses: “Hayır,” diyor “olamaz.” Bütün incelikleri, zarafetleri, güzellikleri ve edepleri çiğneyerek nereye gittiğimizi sanıyoruz? Bütün bu mânevi güzellikleri yıktıktan sonra geriye kalan birkaç şekil eğer inanışsa, alın başınıza çalın onları. Güzel insanların, nezih, temiz, asil insanların dediği tek şey var: “Eğer inanış buysa, bizim böyle inanışa ihtiyacımız yok. Tepe tepe kullanın sizin olsun. Yeter artık. Türk milletinin iman kalesini yıkmak için açılan bu Haçlı seferleri gına getirdi. Yeter. On kere yeter! Yüz kere yeter! Bin kere yeter!”


Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, Hz. Musa’yı Firavun’u Hakk’a davetle görevlendirir: “Yâ Musa, Firavun’la konuşur­ken yumuşak ve tatlı söyle.” buyurur. İslâm’da bir konuşma âdâbı vardır, bir oturup kalkma âdâbı vardır. İslâm demek, incelik, hassasiyet, şefkat, sevgi, saygı ve edep demektir. Ben hiçbir gerçek İslâm büyüğünün böyle çirkin münakaşalarla bir yere ulaştığını görmedim. Kesinlikle böyle bir şey olamaz. İslâm edebine bürünen, İslâm zarafetini örtünen insan zaten müna­kaşa etmez ki. Neyin münakaşası? “Ben inanmam sizin inan­dıklarınıza. Siz de inanmazsınız benim inandıklarıma. Be­nim dinim bana, sizin dininiz size.” buyurmuyor mu, Cenâb-ı Hak. Şimdiye kadar münakaşadan kim ne kazandı ki? İslâm edebinde münakaşa yoktur. İnanmıyor musun? Hay hay, güle güle. Yolun açık olsun. Ben inançla münakaşa arasında bir ilgi görmüyorum. Bilmeyen bir bilene kafasına takılanları, öğrenmek istediklerini, edeple, saygıyla, efendice sorar. O zat da daha büyük bir saygı ve incelikle soruyu cevaplandırır. Bu işte pazarlık olmaz. Bu işi bakkal hesabına döndürmek inanan insanlara hakarettir.


İnanç meselesi, yeryüzündeki her şeyden daha ince, daha hassas, daha dikkatli olmayı gerektiren bir konudur. Bazen bir tebessüm, bazen bir bakış, bazen bir ses tonu, bazen bir hitap tarzı, bazen oturuştaki bir ince edep insan ruhunu ebediyen fethedebilir. Onun hayatının gidişini tamamen değiştirebilir. Bir tek kelime ile hayatının akışı değişen insanlar gördüm. Yıllarca önce bir hanımefendi anlatmıştı: “Gençlik yıllarımda aşırı hoppa, züppe bir genç kızdım. İçki içerdim, sigara içer, kumar oy­nardım. İnanç dünyasıyla, gönül âlemiyle uzaktan yakından en ufak bir bilgim yoktu, güler geçerdim. Bir gün evimize bir misafir geldi. Babamın o misafire karşı gösterdiği aşırı saygı ve ilgi dikkatimi çekti, merak ettim. Bir ara babam dışarı çıkınca sor­dum, “Kim bu zat?” dedim. Rahmetli babam: “Evlâdım,” dedi, “bu zat mânen çok kıymetli, çok değerli bir insan. Hayatta en büyük sevgiyi ve saygıyı ona karşı duydum.” Müsaade istedim, içeri girdim, onların sohbetini dinlemeye başladım.


Babam soruyor, o zat cevap veriyordu. Dakikalar geçtikçe, konuşmalarını dinledikçe, o güne kadar hayatımda hiç hisset­mediğim bir hâli hissetmeye başladım. Kelimeler bir inci tanesi gibi dudaklarından dökülüyordu. Sâkin, yumuşak, ağır ağır, tane tane konuşuyordu. Yüzüne baktım nur doluydu. Sabahın ilk ışıkları gibi güzeldi, etkileyiciydi. Yavaş yavaş bulunduğum or­tam ile ilgim kesiliyordu. O güne kadar hayatımda hiç his­setmediğim bir hâli yaşıyordum. Oturduğum mekân, mânevi bir ışıkla dolmuştu. “Efendim,” dedim, “müsaade ederseniz bir soru sorabilir miyim?” Cevap verdi: “Hay hay efendim, buyurun” dedi. Kendisine tek soru sordum. “İslâmiyet nedir?” Durdu, düşündü, tek kelimeyle cevap verdi: “Doğruluk” Bu bir tek kelime, o kelimenin söylenişindeki güzellik, asalet, incelik ve derinlik beni varlığımın bütün hücreleri ile ürpertti. Çünkü o kelime o kadar güzel, o kadar farklı, o kadar anlamlı söylenmişti ki... O günden sonra bütün dünyam değişti. Yepyeni bir hayat başladı benim için. Renk dolu, ışık dolu, şiir dolu bir dünya. Artık mutluydum, huzurluydum. Bütün günlerim birbirinden daha pırıltılı geçmeye başladı. Neden dünyaya geldiğinin bilincine ulaşmak, varolu­şunun çılgın güzelliğini duyumsamak ne muhteşem bir olaydı. Önce sigarayı, içkiyi, kumarı bıraktım, sonra o güzelim na­mazlarıma kavuştum. İnsanın kendini her gün, her an Rabbinin huzurunda hissetmesi ne güzel bir olaydı. Bu birliktelikten daha ferahlık verici, daha hoş, daha aydınlık ne olabilirdi.”


Bunun gibi daha yüzlerce, binlerce örnek verilebilir. Öyle insan vardır ki, Hak nazarıyla bir kere bakar, bütün dünyanız değişir. Sessiz, sözsüz, harfsiz, yeni, yepyeni, tertemiz, bem­beyaz bir sayfa açılır önünüzde. O başka, bambaşka bir hayattır artık. Her an kelimelere sığmayan bir aşk kalbinizi kaplar. O aşkın yanında okyanuslar bir damla su gibi kalır. Artık solmayan renk, pörsümeyen güzellik oradadır. Necip Fazıl merhum, Abdülhakim Efendi Hazretleri ile olan karşılaşmalarını ne güzel anlatır:


“Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız,


Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız.”


İslâm budur. İslâm aşktır, heyecandır, estetiktir, güzelliktir, zarafettir, hayatın her noktasında edeptir, hayâdır, inceliktir. Ne zaman ki İslâm’ı iman ve estetik boyutundan ayırıp katı, hissiz, duygusuz, aşksız, heyecansız şekillere icra etmişsek, işte o zaman o mânâ güzellikleri renk gibi uçuyor, duman gibi da­ğılıyor.


Adam soruyor: “Yılbaşı gecesi sabaha kadar kafayı çe­keceğim, çekeceğim, kanım rakıyla, viskiyle vıcık vıcık olacak, ondan sonra da oruca niyet edeceğim. Olur mu, olmaz mı?” Cevap veriyorlar: “Niye olmasın?” Allah aşkınıza istirham edi­yorum, rica ediyorum, yalvarıyorum. Elinizi vicdanınıza koyu­nuz, bir kere koyunuz, on kere koyunuz, bin kere koyunuz. Böyle cevap olur mu? Böyle ibadet olur mu? Böyle rezilce ibadetin hayrı olur mu? Sevabı olur mu? Kur’an-ı Kerim’de “İçinizde öyle namaz kılanlar var ki, kıldığı namaz ona lânet eder” buyruluyor. Yine Kur’an-ı Kerim’de, “İçkili iken namaza yaklaşmayınız.” emri var. Namaz ibadet de, oruç ibadet değil mi?


Birtakım mantık oyunlarıyla, “Efendim oruç tutayım mı diye soru sorana tutma mı diyeyim?” lâfazanlıklarıyla çağı, toplumu kokutanların, çürütenlerin yaptığı gibi nabza göre şerbet vermek İslâm edebine yakışır mı, Allah aşkınıza cevap veriniz. Se­nelerce evvel bir gün orta yaşlı bir adam Büyük Velî Fatih Türbedarı Ahmet Amiş Efendi Hazretleri’ne gider. Selâm verir, el öper, “Bir sualim var.” der. “Müsaade ederseniz sormak is­tiyorum.” Efendi Hazretleri tebessüm eder, “Buyur yavrum” der, “Ne soracaksan sor.” “Ben,” der adam, “nice yıllardır içki âlem­lerinden, fuhuş âlemlerinden başımı alamıyorum, ne kadar mücadele etsem o malûm şeylerden çıkamıyorum. Bir arka­daşımdan sizin şöhretinizi duydum, size bağlanmak istiyorum, beni kabul eder misiniz?” Sonra susar.


Ahmet Efendi Hazretleri gönül gözüyle adama bakar, bakar ve cevap verir: “Nene gerek evlât, mânâ âlemi kim, sen kim. Var git meyhaneden, kerhaneden, nasibini al.” Bu cevap üzerine adam tir tir titremeye başlar, ağlayarak çıkar gider. Kısa bir süre sonra gelir, ağlayarak Efendi Hazretlerinin elini öper. “Efendim,” der, “ben kesin dönüş yaptım. Bir daha ne meyhaneye, ne fa­hişelerin yanına gitmemeye Allah’ın üzerine yemin ettim. Tövbe ettim. Pişman oldum. Lütfen beni kabul buyurun.” Ve kısa bir zaman sonra o kesin dönüş yapan, tövbekâr olan, Ahmet Amiş Efendi Hazretlerine bağlanan kimse mânâ âleminde nice yollar kateder. Birtakım şeklî ibadetlerimiz hayra dönmedikçe onları yapsak ne olur, yapmasak ne olur? Namazdan evvel abdest almakta düşünen insanlar için, hisseden kalpler için çok büyük incelikler vardır. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’ya hitaben “Tur dağına çıkmadan önce nalınlarını çıkar, öyle gel” emrini verir. Burada nalın simgesiyle anlatılmak istenen nedir? Gönül gözü açık olanlar için bu hitapta büyük fetihler vardır.


Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği mesaj nedir? Birtakım lâfazanlıklarla, hokkabazlıklarla, madrabazlıklarla, ne olur kendimizi kandırmayalım. Hayatta en büyük ihanet, insanın kendi kendine yaptığı ihanettir. En büyük aldanış, insanın kendi kendini aldatmasıdır.


Yirmi beş yıl kadar oluyor, Allah gani gani rahmet eylesin, nur içinde yatsın, Profesör Hamidullah ile tanıştım. Merhum profesör inanılmayacak kadar güzel bir insandı. Maddesiyle, mânâsıyla bir nur gibiydi. Sohbet ettik. Bir ara dedi ki: “Sabri Bey ben gençlik yıllarımda tasavvufa karşıydım. Hatta müca­dele verdim. Zaman geçti, hayat tecrübelerim arttı, çeşitli in­sanlar tanıdım. Gördüm ki çevremde belli bir düzeye gelmiş, toplumda yeri olan nice insanın İslâm’ı seçişi tasavvuf yoluyla oldu. Birtakım dar kurallar, şekiller, formaliteler günümüz in­sanını tatmin etmiyordu. Ona hayatı kökten kavratacak, bü­tüncü, birleştirici, toplayıcı bir görüş lâzımdı. Yine bir müşa­hedem de şu oldu: Kadın, erkek, genç, ihtiyar, köylü, kentli, okumuş, okumamış insanları etkileyen şekil değil öz, kalp değil muhteva, kal değil hal, söz değil fiiliyat oluyordu. İnsanlar bir susuzluk içindeydiler, onları kandıracak su, yalnız ve yalnız aşkta, şevkte, heyecanda, vecdde, istiğrakda idi. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde “Gelme, gelme üstüme, Bir şifa vermeyeceksen eğer” diyordu.”


Açık söylüyorum, sırf lâf olsun diye yapılan, gösteriş için yapılan, çalım satmak için yapılan ibadetlerin insana bir şey kazandıracağına ben inanmıyorum. Bazılarınız diyecek ki, “Ne biliyorsun kardeşim?” Bilinir ya, bilinir sayın kardeşim, Ana­dolu’da bir lâf vardır: “Yağ yiyen köpek tüyünden belli olur.” derler. İçte olan dışa yansır. Yağ küpünden yağ sızar, bal kü­pünden bal sızar, sirke küpünden sirke sızar. Öyle yüksekten konuşmakla, cart curt etmekle, onu bunu itham etmekle siz hiç kimseyi etkileyemezsiniz. Hiçbir ruhta iyinin, güzelin, temiz, asil ve büyük olanın çerağını uyandıramazsınız. Sadece mevcut çok bilmişler, ukalâlar, dangalaklar safına yenileri katılır. Tarih buna şahittir. Yeminle söylüyorum, bu metotla hiçbir ruhta Muham­medî mânâda bir ürperiş, bir titreyiş, bir kendine geliş, kendine dönüş husûle gelmez. İnsan ruhu ancak sevgiyle, saygıyla, edeple, incelikle, zarafetle, ta’zimle, Muhammedî aşkla kaza­nılabilir.


Küçüklüğümden beri beni etkileyen mânevi büyükleri birer birer düşünüyorum. Hepsi toprak kadar mütevazı birer edep örneğiydiler. Gandi, evden çıkarken: “Kendimi ayakkabımın üzerindeki tozdan daha büyük görürsem, ürperir Allah’a sığınırım.” diyordu.


Bir gün âşıklarından, hayranlarından, bağlılarından bir zat, Ahmet Rufai Hazretlerine gider. “Efendim,” der, “size olan sev­gim, saygım, hayranIığım o kadar büyük ki nasıl hitap ede­ceğimi bilemiyorum. Size evliyâlar sultanı mı desem, âlimler padişahı mı desem, gönüller fatihi mi desem daha uygun olur? Bana bu konuda yardım eder misiniz?” Yücelerin yücesi büyük velî tebessüm eder, “Aman evlâdım” der, “başka derdin mi yok. Ahmet de geçsin gitsin.”


İşte babaannem; merhum Ayşe Hanım, işte annem merhum Sabiha Hanım, işte babam merhum Ahmet Rüştü Bey, işte hepsi rahmetli olan Ömer Efendi Hoca, işte Gümüşhaneli Paşa Dede, işte Operatör Doktor Münir Derman, işte Hayri Öğüt Efendi Hazretleri, işte Azize Anne, işte Haymana yolundaki Hasan Efendi Hazretleri, işte Mamak yolundaki Ahmet Efendi Hazretleri, işte Şaziye Anne ve daha niceleri... Hepsi ayrı ayrı edebin, inceliğin ve zarafetin örnekleriydiler. Hep ışık içinde yaşadılar ve hep çevrelerine ışık yaydılar. Kavgasız, gürültüsüz, münakaşasız, iddiasız, gösterişsiz, çalımsız ve cakasız bir ya­şantının en güzel örneklerini verdiler ve veriyorlar. Çünkü onlar biliyorlardı ki, insan kalbi ancak ve ancak içten fethedilebilir. Ve onun kapısı yalnız ta’zimle, hürmetle ve sonsuz bir incelikle açılabilir. Münakaşa ile hiçbir şey kazanılmaz. Lütfen yanlış anlamayın, bu satırları okuyan herkes tek istisna olmadan benden daha önde, daha ileride. Amacım kimseyi kınamak değil, ellerinizden öperim, hürmet ederim. Ne olur beni yanlış anlamayın! Ben Allah’tan ve Resul’den başka kimsesi olmayan garip, yalnız, boynu bükük bir insanım. Amacım kimseye çat­mak değil. Bundan Allah’a sığınırım, ama birtakım gerçekleri de söylemeye mecburum. Yarın Allah’ın huzurunda bunları söy­lemezsem hesaba çekilmekten korkuyorum, acı çekiyorum, ıs­tırap duyuyorum. Böyle patırtıyla, gürültüyle, kavgayla, müna­kaşayla bir yere varılmayacağını kesinlikle biliyorum. Yemin ederim ki biliyorum. Boşuna zaman kaybediyoruz, boşuna bir­birimizi kırıp incitiyoruz, boşuna nefes tüketiyoruz. Yazık değil mi? Yunus Emre “Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil, yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” diyor.


Edep, illâ edep, illâ edep diyecekken ağzında pabuç gibi cikletle biz insanlara oruç tutturmaya kalkıyoruz. Siz gönül sultanlarını, mânâ âleminin büyüklerini Ramazan günü ağzında cikletle düşünebilir misiniz? Gayet tabii ki hayır. Bazılarınız diyecek ki, onlar büyükler, onlar çiğnemez. Ben de diyorum ki, sâde o yüce sultanları değil, bir odacı Hüsamettin Efendi’yi, bir şoför Hasan Efendi’yi, bir börekçi Hafız Ağa’yı, bir Avşalı na­neciyi, bir boyacı Osman Efendi’yi de ben ağzında bir cikletle kesinlikle düşünemem. Eşim Rânâ Hanımı bir kere ağzında cikletle görseydim, içimde bir şeyler yıkılırdı. Olmaz efendim. Kendini bilen bir beyefendi, bir hanımefendi böyle iş yapmaz. Sarhoş, rakıyla kanı sulanmış bir insan, gözleri kaykılmış bir insan, sağa sola yalpalayan bir insan, ne söylediğini bilmeyen bir insan oruç tutsa ne olur, tutmasa ne olur? Bazıları diyecek ki; “Efendim bir kadehten ne olur, kıyamet mi kopar?”


Yıllar önce bir komşumuz Sami Bey vardı. Banka müfet­tişiydi. Yarım bardak şarap içince ağzı, yüzü çarpılır, Genç­lerbirliği karşısındaki Fenerbahçe gibi her yönüyle dökülür, rezili çıkardı. Ona sorarsanız içtiği yarım bardak şaraptı. O sessiz, sakin, yumuşak başlı, kibar, çelebi Sami Bey gider, yerine it suratlı bir yaratık gelirdi. İstirham ediyorum, çok istirham edi­yorum, böyle bir insan oruç tutsa ne olur, tutmasa ne olur? Tutmadığı daha iyi, hiç değilse oruca lâf getirmez.


Örnekler yüzlerce, binlerce arttırılabilir. Dinleyen, söyle­yenden ârif gerek meselince fazla uzatmak istemiyorum ve diyorum ki;


“Duyuyor, biliyor, inanıyorum ki


Yaşamak sevgilerle güzel,


El ele tutuşup ilân edelim


Aşk gelicek cümle eksikler biter”

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]