subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt XI                                                                    Sabri Tandoğan

 

Gerçek Medeniyet Nedir?

Günümüzde önüne gelen bir medeniyet tarifi getiriyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Kimine göre içki içmek medeniyettir. Kimine göre açık saçıklık, dekolte giyinmek, televizyon ek­ranlarında, caddelerde, günlük yaşantılarında göğüslerini gös­termek medeniyettir. Kimilerine göre caddede yürürken, pa­zarda alışveriş yaparken göbeklerini göstermek medeniyettir. Rahmetli Peyami Safa, “Maddeci insanların medeniyet anlayışı, atom bombası artı bikini mayosu” derdi. Bazı kimselere göre dev uçak filolarına sahip olup nerede yoksul, gariban insanlar varsa onları insafsızca, merhametsizce, acımasızca bombalayıp milyonlarca insanı ölüme götürmek medeniyettir. Kimi insan için evlere ayakkabıyla girmek, minicik melek gibi yavruların oy­nadıkları halılara çamurlu pis ayakkabılarıyla basmak mede­niyettir. Bu misâlleri sabaha kadar çoğaltabiliriz. Birtakım, zi­hinleri dumura uğramış, batı batı diye aklını peynir ekmekle yemiş, geri zekâlı, kültürsüz, soysuz, cibiliyetsiz kimseler, gece gündüz başımızda tepinmekteler. Onlara göre insanları efen­dilikten, incelikten, zarafetten, edepten uzaklaştıran her şey medeniyettir. Gün gelmiş asırların kültür birikimiyle ortaya çıkan o cânım beyefendi, hanımefendi kelimelerini bırakmış, onların yerine o kaba, o çirkin, o utandırıcı bay, bayan kelimelerini kullanmışız. O kelimelerden ömür boyu tiksindim, iğrendim. Birisi bana bay dese bunu hakaret kabul ederim. Cevabını çok ağır veririm. Onu söylediğine, söyleyeceğine pişman ederim. Bu çirkinliklerle beraber o güzelim, o nurlu, o bembeyaz, o tertemiz, o meleksi çehreler gitmiş, yerini lânet suratlı, çirkef, edepsiz, saygısız, küstah tipler almış. Hâlâ bu kargaşanın içindeyiz. Artık insanlar annelerini, arkadaşlarını boğazlarından kesiyorlar. Vah­şetin, canavarlığın en büyüğünü gösteriyorlar. Ama ne yazık ki onları yetiştirenler devletin polisine, mahkemesine bu cana­varları teslim edeceklerine onları koruyorlar. Yine el bebek, gül bebek yaşatıyorlar ve herkes buna seyirci kalıyor. Artık bu tür haberleri işitmek, okumak, görmek, gazete okuyucuları, tele­vizyon seyircileri için normal hale geldi. Görünen o ki, bu açık saçıklık, bu korkunç cinayetler her gün biraz daha artacak. Çünkü insanlar gazetelerden, televizyonlardan, sinemalardan, tiyatrolardan yayılan korkunç negatif tesirlerle duyamaz, dü­şünemez, idrak edemez, hissedemez hale getiriliyorlar. İnsan­oğlunun bu hassas kalbi bu kadar eksi elektriği kaldıramıyor. Negatif etkilere tahammül edemiyor. Elle tutulmayan, gözle görülmeyen bir şirret baskı var. Vay efendim, içki içmiyorsan, kumar oynamıyorsan, açık saçık giyinmiyorsan, böyle yapanları hoş görmüyorsan sen yobazsın, gericisin, çağ dışısın. Bir çağdaşlık teranesi tutturuluyor. Çağdaş aşağı, çağdaş yukarı. Herkesin dilinde bir çağdaşlıktır gidiyor. Ama ne olduğunu kimse bilmiyor. Bu şartlar altında pek az istisna ile her çatının altında bir dram oynanıyor. Aile çocuğuna sahip olamıyor. Zaten pek çok kimse için böyle bir sorun da yok. En zengininden en fakirine kadar pek çok aile sanki çocuk şımartmakta birbirleriyle yarışıyorlar. Adeta günümüz insanları için çocuk terbiyesinde, onu şımartmak, onu firavun gibi yetiştirmek bir erdem kabul ediliyor. Bunun cezasını kendileri de görüyorlar. Küstah, say­gısız çocuklarını karşılarında görünce pek çok aile biz nerede hata yaptık, nerede yanıldık demiyorlar da, “Efendim, günü­müzün çocuklarının hepsi böyle. Çağın gereği bu.” deyip işin içinden sıyrılıyorlar. Peki, sonra bu şımartılmış çocuklar, bu firavun taslakları boğazlarını bıçakla, testereyle kesince niye şaşırıyorlar? Ortada vahim, hem de çok vahim bir durum var. Ama kimse bununla ilgilenmiyor. Herkes günün hayı huyu içinde asıl meseleyi unutuyor. Detaylar, her gün önümüze sürülen suni gündemler bizleri nasıl da oyalıyor. Şimdi buna yaşamak mı diyeceğiz? O sözümona aydınlar, sözümona çağdaş insanlar neden bunun kökenine inip çare aramıyorlar? Yunus bir şiirinde:


“Yunus der ki şehre varam,


Feryad-ü figan koparam”


der. Asıl feryadı bizlerin koparmamız gerekirken kimseden çıt çıkmıyor. Artık toplumdaki bunalım en son çizgisine gelmiş. Kime baksanız yumrukları sıkılı, gözlerinden alev fışkırıyor. Herkeste bir gerginlik. Kimse halinden hoşnut değil. Kimse kimseyi sevmiyor, kimse kimseye saygı duymuyor. Ne yazık ki her gün caddelerde, sokaklarda, çarşılarda, pazarlarda, işyer­lerinde, evlerde gördüğümüz bu durum kimsenin tüylerini ür­pertmiyor. Yarabbi, bu ne gaflet. Düşman bizim içimize girmiş, ekranlarımızı ele geçirmiş, çocuklarımızı canavar haline ge­tirmiş, kimse farkında değil. Herkes yuvarlanıp gidiyor. Ha­yırlısı...


Oysa asıl medeniyet, asıl insanlık, efendilik; sevgidir, say­gıdır, edeptir, inceliktir. Ne yazık ki bunu bilmiyoruz. Çocuktum. Beş yaşındaydım. Rahmetli annem “Oğlum, bakkaldan bir kibrit alır mısın?” dedi. Bakkal Hacı Amca’ya gittim. Bakkal amca her zaman ciddi, efendi, tertemiz giyinmiş, güzeller güzeli bir in­sandı. Dükkânında her şey o kadar intizamlıydı ki her gidişimde o şişelerin, o paketlerin dizilişindeki güzelliğe hayran hayran bakardım. İçeri girdim, kibrit istedim. “Yavrum,” dedi, “sana kibrit vermeyeceğim.” Sebebini sordum. “Çünkü,” dedi, “selâm ver­meden içeri girdin. Selâm vermeyene kibrit de yok.” Utan­mıştım. “Şimdi ben ne yapabilirim?” dedim. “Biraz çık, dolaş, tekrar içeri gel” dedi. Dediğini yaptım. Selâm vererek içeri girdim. “Şimdi oldu.” dedi, kibriti verdi. Yanında da küçük bir çikolata vardı. “Bu,” dedi, “selâm vererek içeri girmenin mükâ­fatı. Aman yavrum, dikkatli ol, selâmsız bir yere girme.” Bu olayı bir ömür boyu unutamadım. İşte bir bakkal, mahallesindeki bir çocuğun terbiyesinden kendini sorumlu tutuyor ve üzerine düşen vazifeyi yapıyordu. Bu olaydaki inceliği, edebi, zarafeti günümüzün çağdaş geçinen, aydın geçinen, ilerici geçinen insanlarına nasıl anlatabilirsiniz? İşte günümüzde bilinmeyen bu. Asıl medeniyet, incelik, edep, zarafet olduğu halde, hakkına razı olmak, sabır, şükür, kanaat içinde yaşamak, şefkat, merhamet duymak, yardımlaşmak, aç olan komşusu varsa tok yatmamak, tevâzu içinde yaşamak olduğu halde, biz bütün bu güzelliklerden uzaklaşmış, kabalaşmış, hoyratlaşmış, küstah­laşmış bir şekilde kendimizi çağdaş, ilerici, aydın, uygar kabul ediyor, herkese tepeden bakıyoruz. Gönül istiyor ki, bir kültür seferberliği açılsa ve insanlara “Kendine gel, haddini bil” di­yecek birileri çıksa. Buna o kadar muhtacız ki. Necip Fazıl bir şiirinde:


“Durun kalabalıklar, durun, bu yollar çıkmaz sokak


Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak”


diyordu. İnsan bu çılgın gidişe baktıkça ister istemez ürperiyor. Bir nişan veya evlenme olayı duyuluyor, ilk sorulan şu: Kız güzel mi, oğlan zengin mi? Peki, bunların dışında arayacağımız başka özellikler, başka nitelikler yok mu? Güzellik ve zenginlik her şeyi halletmeye yetiyor mu? Bu çok çirkin, çok rezil maddeci bir görüşten başka nedir? Bu kafadaki insanların mutlu ol­masına, huzur içinde yaşamasına, sağlıklı çocuklar yetiştir­mesine imkân var mı? Bugünkü maddecilerin, inançsızların, züppelerin, şımarıkların beğenmedikleri, hor gördükleri, küçüm­sedikleri dünkü toplumda, insanlar arası ilişkiler bir oya gibi işlenmişti. Bir köşkün, bir yalının önünden geçerken “Efendim, bu sizin mi? Bunun mâliki siz misiniz? Size mi ait?” denildiği zaman karşı taraftakiler birden toparlanır, “Estağfirullah efen­dim,” derlerdi, “mülk Allah’ın. Biz, emaneten oturuyoruz...” Bu­gün bu sözümona çağdaş cemiyette ağız tadıyla bir bal yemeye imkân, ihtimal yok. Televizyondan ilân ettim. “Bir kilo hakiki bal getirene bütün kütüphanemi bağışlayacağım” dedim. Henüz bir cevap gelmedi. Her şeyin sahtesi, her şeyin hilelisi bütün pi­yasayı doldurmuş, kimsenin umurunda değil. Daha benim ço­cukluğumda domatese “fakirin eti” derlerdi. Öyle güzel, öyle mis kokulu domatesler olurdu ki yemeye doyamazdık. Şimdi bu iğrenç domatesler çıktı. Sebep olanlar Allah’ından bulsun. Do­mates yemeye korkuyoruz. Güzel bir zeytin ekmeğin özlemi içindeyiz. Hiçbir müessese görevini yapmıyor. Bu rezaletler, bu kepazelikler kimsenin kılını kıpırdatmıyor. Ondan sonra da çağdaş lâfından geçilmiyor. Lânet olsun böyle çağdaşlığa.


Ne olur kendimizi aldatmaktan artık vazgeçsek, gerçek medeniyete dönsek, gerçek güzelliği yaşasak. Bu kadar zaman kendimizi aldattık da elimize ne geçti, bundan sonra ne ge­çecek? Uyanabilenlere, gerçek güzelliği, inceliği, edebi, zarafeti, sabrı, şükrü ve kanaati yaşayabilenlere ne mutlu.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]